SÖZ VE ANLAM ÜZERİNE (5.BÖLÜM)
Bu uygarlık kendine güvensiz olduğu kadar topluma da güvensizdir... Kapitalist modernite, bugün her alanı ve her şeyi kendi hukuk sistemine dahil etmek ve dolayısıyla kayıt altına almak için toplumsal yaşamın her köşesine el atmakta ve sömürüsünü çok daha ilerletip derinleştirmektedir. Artık tek tek her bir hayvanın kulağına bile damga vurulmakta, küpe takılmakta ve kayıt altına alınmaktadır. Her bir ineğin, her bir koyunun bir kimliği vardır ve sicili tutulmaktadır. Artık çobanlık yapmak bile diplomaya, sertifikaya bağlanmıştır. Yüzeysel bir bakışla bunların olumlu olduğu ve bir gelişkinliğe işaret ettiği düşünülebilir. Fakat bunun böyle olmadığı açıktır. Burada, devlet ve iktidar güçlerinin, ahlak, özgürlük ve toplum adına ne varsa son hücresine kadar ele geçirmesi, işgal ve gasp etmesi söz konusudur. Bir topluluğun veya bir ailenin devlet hukuku-yasası dışında yaşamını idame etmesine izin verilmemekte, doğal ve özgür yaşam alanları tümden ortadan kaldırılmaktadır. Toplum nefes alamaz hale getirilmektedir. Bu durumda toplumun devlet ve onun hukuk sisteminden ancak bir talebi olabilir: “Gölge etme başka ihsan istemez.” Bir köylünün sahip olduğu üç-beş hayvanına kendisi veya çocuğunun çobanlık yaparak geçimini sağlaması ve devlete ihtiyaç duymadan yaşamını idame etmesi bir zamanlar mümkündü. Ancak bu durum ulus-devlet aşamasında ve onun iktidarı altında kabul edilemez. İktidar boşluk tanımaz. Her yere nüfus etmek ve her yeri kontrol etmek ister. Varlığını ve egemenliğini buna bağlı görmektedir. Onun doldurmadığı bir boşluğun, ahlak ve toplumla dolu olduğunu bilir. Ahlak ve toplum devlet ve iktidar için en büyük tehdit ve tehlikedir. Bunu bertaraf etmek için ulus-devlet iktidarı her boşluğu kendisiyle doldurmak, her yere kendi damgasını vurmak ister. Bu onun varoluşsal karakteridir. Ayrıca kapitalist iktidarlar, sinekten bile yağ çıkarmanın ve bunu kar ve sermaye olarak efendilerine sunmanın araçlarıdırlar. Toplumun her gözeneğine sızarak, işgal ederek oradan yağ çıkarmanın, yani kar etmenin bir yoluna bakarlar. Gezegenimizde işgal edilecek bir toprak parçası kalmamıştır. Yatay yayılmanın sonuna gelinmiştir. Geriye, bu zihniyetin kaçınılmaz bir sonucu olarak dikey yayılma, yani toplumun her zerresine derinlemesine sızma ve her türlü ince yöntemlerle sömürüyü derinleştirerek geliştirme kalmaktadır. Bundan dolayı yasa dışı yaşamak veya yasanın dışında kalmak toplum ve ahlakla yaşamak anlamına gelmektedir. Hukukun-yasanın sınırları, devlet hapishanesinin sınırlarıdır. Yasa kapsamına giren veya yasanın belirlediği alanda yaşayan insan ve topluluk, devletin yarı-açık cezaevinde yaşıyor demektir. Devlet, sözde güvenliğini sağladığı o topluluğa bin bir türlü görev ve hizmet yükler. Onlara çağdaş köleler olarak iş gördürür. Devletin hududundaki-sınırındaki dikenli teller ile cezaevinin duvarlarındaki dikenli teller aynı şeye işaret etmektedir: yasanın hükümranlığına, özgürlüğün sınırlarına! Özgür yaşamak için yasanın hükmetmediği alanlara çıkmak gerekmektedir. Legal-illegal, yasal-yasa dışı ayrımı bunun için yapılmaktadır. İllegal-yasa dışı yaşamak özgürce yaşamanın arayışı ve çabasıdır. Yasayı her ihlal bir özgürlük eylemidir. Dağları mesken tutmamız bu nedenledir. Yasanın dağa hükmü geçmez. Dağ özgürlüğün, kirletilmemiş havanın, doğal toplumun ve ahlaklı yaşamın tek mekanıdır bugün. Devlet dağları bile denetim altına almak ve kontrol etmek için her yola başvurmakta ve her çılgınlığı yapmaktan çekinmemektedir. Bütün teknolojik imkanlarını bunun için devreye sokmaktadır. Heronlarla dağların her bir tepesi, vadisi, kuytuluğu gözetlenerek bir özgürlük savaşçısı var mı diye adım adım izlenmektedir. Çünkü devlet ve iktidar özgürlüğe ve özgürlük için savaşanlara düşmandır. Dağları bile özgürlük mekanı olmaktan çıkarıp, iktidarın ve yasanın hükmü altına almaya çalışmaktadır. İktidar güçleri bu dünyada özgürlüğe ait bir mekan, bir dağ, bir çöl veya orman bırakmamaya çalışmaktadır. Dünyadaki her bir karış toprağı gözetlemek, kontrol etmek ve ona hükmetmek istemektedir. Teknik araçlarıyla her yeri gözetleme ve denetleme çabası sadece dağlarla sınırlı değildir. Dağda heron, dron kullanılır, şehrin her bir caddesine ve sokağına da mobesseler, boy boy kameralar yerleştirilir. Böylece hukuka-yasaya aykırı hareket edeni, özgürce hareket etmek isteyeni anında tespit eder ve müdahale ederek etkisiz hale getirir. Devletin açık veya yarı açık cezaevinde yaşayanlardan yasanın, normun, standartların dışına çıkanlar kapalı cezaevine alınır. Hapishane, tımarhane ve hastahane bir anlamda bunun için inşa edilmiştir. Devletin, hukukun-yasanın oluşturduğu standartlara göre yaşayan ve hareket eden insan normal insandır, bunun dışına çıkan insan ise anormaldir. Bu anormal insan onların gözünde ya hasta, ya deli yada muhaliftir, devrimcidir, özgürlük savaşçısıdır. Bu iktidar ve hukuk sistemi hasta olanı hastahaneye kaldırır, deli olanı tımarhaneye tıkar ve muhalif olanı da dört duvar arasına alarak hapseder. Böylece bu ‘kötü örneklerin’ toplum düzenlerini tehdit etmesini ve bozmasını engellenmiş olmaktadır. İktidarın insanı ve toplumu gözetleme korkusu ve isteği sınırsızdır. Her iktidar sözden, toplumdan ve özgürlükten korkar. Korktukça daha fazla kontrol sağlayıp denetime almak ister. İnsan ve toplumun mahremiyetinin ihlali pahasına bu gözetlemeyi ve gözaltında tutmayı her geçen gün daha fazla derinleştirmektedir. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte insan vücuduna yerleştirilecek çip benzeri aletler aracılığı ile düşünce ve duygularımız dahi kontrol altına alınmak istenecektir. Böylece özgürlük eylemi ve eğilimi daha düşünce düzeyindeyken görülecek, tespit edilecek ve anında müdahale imkanına kavuşulacaktır. Hiç bir devlet ve iktidar gücü kapitalist modernite ve onun iktidar aygıtı olan ulus-devlet kadar hukuku ve kayıt altına almayı yaygın hale getirmemiştir. Hukuk, ulus-devlet tanrısının ve milliyetçilik dininin yaygın ve bitmek bilmez ayetleri olmaktadır. Her peygamber yaşamı boyunca belli sayıda ayetle toplumun karşısına çıkmıştır. Ancak ulus-devlet, kapitalist sınıfın kirli çıkar ve amaçları için her an bir çok ayetle toplumun karşısına çıkmaktadır. Bunları da, yasa- hukuk diyerek normal ve gerekli olgularmış gibi sunmaktan geri durmamaktadır. Tekrardan belirtmekte yarar vardır, bu kadar çok hukuk kuralının ortalığı kaplaması toplumsal sorunlardan ve onları çözme ihtiyacından kaynaklanmamaktadır. Hukuku geliştirenlerin böyle dertleri ve amaçları yoktur. Onların tek derdi iktidar olma, toplumu sömürme ve bu yolla sermaye biriktirmedir, en bencil ve soysuzca çıkarlarını sürdürmektir. Egemen sınıfın cennet yaşamını korumak adına toplumu kölece bir statüde tutmaktır. Nasıl ki, devletin ortaya çıkması toplumsal sorunun temel nedeni, esas kaynağı ve başlangıcıysa, devlet eliyle oluşturulan hukuk da toplumsal sorunlara çözüm değil, sorunları daha fazla büyütmenin ve içinden çıkılmaz hale getirmenin adıdır. Söz devlet dışı topluluklarda büyük bir değere sahiptir. Söz vermek en büyük teminat ve güvencedir. Söz veren ölümüne sözüne sahip çıkar ve sözüne bağlı kalır. Sözünün gereğini ne pahasına olursa olsun yerine getirir. Söz, ahlak ve onur meselesi olduğu için kolay kolay verilmez, ama verildi mi de asla çiğnenmez. İnsanlar veya toplumlar arası anlaşmalar söze dayanır. Söz verildikten sonra her şey bitmiştir. O söz kişiyi veya o toplumu bağlar. O sözün dışına çıkılmaz, o sözden çıkılmaz. Söz yutulup yenilmez. Zehir içilir ama söz yenilmez. Devletçi uygarlıkta sözün bir değeri yoktur. Söz vermenin bir anlamı ve bağlayıcılığı yoktur. Söze saygı duyulmaz ve esas alınmaz. Söz yerine yazılı belge, yazılı antlaşma, senet vb. esas alınır. Alış verişte, alacak verecek konularında ve her türlü kurumsal ilişkilerde bu kayıtlı belgelere baş vurulur. Yasa ve hukukta sözün veya söz vermenin bir karşılığı ve geçerliliği yoktur. Belgen varsa ve belgen kadar konuşabilirsin veya hak iddia edebilirsin. Haklı veya suçlu olma mevcut belgelere göre belirlenmektedir. Bu uygarlık kendine güvensiz olduğu kadar topluma da güvensizdir. Bu nedenle toplumda bireyleri de birbirine güvensiz kılar. Kapitalist modernitede olduğu kadar insanı insana güvensizleştiren bir dönem yaşanmamıştır. ‘’İnsan insanın kurdudur.’’ yargısı insanların algısına derinlemesine kazınmıştır. Birbirine bu kadar güvensizleşip yabancılaşan bireyler birbirinin sözüne nasıl güvenecektir ? Birbiriyle ortak aidiyet veya kutsal söz birlikteliğini yitiren insanlar yasaya boyun eğmekten başka alternatif bir yol bulamaz. Devleti ve yasayı bir güvence olarak görmeye başlar. Kutsal söz birliğini yitiren bir topluluğu yönetmek ve yasaya bağlamak iktidarcı güçler için kolay olmaktadır. Yasa-söz çelişkisi devletçi uygarlık ile toplum arasındaki çelişkidir. İktidar ile özgürlük arasındaki çelişkidir. Yunan mitolojisinde apollon-diyonsos çelişkisidir. Dine göre tanrı insanın kaderini alnına yazmıştır. Bu “alın yazısı” tanrının insan doğmadan önce kader defterine onun nasıl bir yaşam sürdüreceğini belirlediği ve kayıt altına aldığı geleceğidir. Kul olan insana kalan, bu kadere uysal bir şekilde uymak ve ona göre yaşamaktır. Kuldan istenen kaderine mutlak bir boyun eğiştir. Kaderini sorgulamak, kaderine isyan etmek veya alın yazısını değiştirmeye kalkmak, tanrının yasasına ve dolayısıyla tanrının kendisine karşı gelmektir. Bu da en büyük suç ve günahtır. Cezası da öbür dünyada ebedi olarak cehennemde yanmaktır. Kul köledir ve iradesi yoktur. İradesi de öznesi de tanrıdır. Alın yazısında ne yazılmışsa ona şükrederek katlanacaktır. Kaderinden dolayı şikayet etme, yakınma, hatta acı duyma hakkı bile yoktur. Tanrı yasasının üzerinde bir kudret yoktur. Ona mutlak uyum ve gereğini eksiksiz olarak yerine getirmek kul olanın en temel görevidir. Kul o kadar kontrol ve gözetim altında tutulmaktadır ki, bir kaçamak yapma imkanı bile yoktur. Bir boşluk, bir özgürlük alanı bırakılmamıştır. Tanrı şah damarından daha yakınındadır. Bu yetmezmiş gibi sağ ve sol omzunda Kiramen Katibin melekleri insanın her amelini hatta her düşüncesini anlık olarak kayıt altına almaktadır. Tanrı yasasını çiğnemenin ve kaytarmanın hiçbir şansı yoktur. Kul kıskıvrak yakalanmış, bin bir bağla bağlanmış ve yasanın hükmü altına alınmıştır. Kiramen Katibin meleklerinin gözünden hiçbir şey kaçmaz. Kulun her anı yazı ve kayıt altına alınarak defteri tutulmakta veya tabiri caizse defteri dürülmektedir. Bu fani dünya göz açıp kapayıncaya kadar geçip gittiğinde, ebedi olan öbür dünyada kulun defterine bakılacak ve hesabı, yargısı yapılacaktır. Tanrı yasasını çiğnediği oranda acımasız işkencelere tabi tutulacak, yasaya uyduğu oranda da güzel ve ebedi bir hayatla ödüllendirilecektir. Tanrının bize biçtiği alın yazısı neyse devletin topluma ve insana biçtiği kader de devlet yasasınca belirlenmiştir. Tanrının yeryüzündeki temsilcisi devlettir. Tanrı ve devlet yasası en kudretli ve tartışılmaz iradedir. Kul ve vatandaşın görevi buna itiraz etmeksizin boyun eğmektir. Dinin on emri, kutsal kitaplarda yazılan buyruklar vb. devletin anayasaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kutsal kitapların yorumlarına dayanarak geliştirilen dini kural ve zorunluluklar ile devletin anayasasına dayanarak oluşturulan yasa ve yönetmelikler özünde aynıdır. Ne kadar çok yasa, kural, yönetmelik, tüzük vb. o kadar çok insanın, toplumun kuşatılması, esareti ve köleleştirilmesi anlamına gelmektedir. Söz ve özgürlüğün alanı ve kapsamı dini ve dünyevi yasalarla olabildiğince daraltılmıştır. Tanrının kutsal kitaplarında yazılı olan emirlere karşı gelmek nasıl kahhar tanrının her türlü yaratıcı işkence ve öfkesiyle yüzleşmek anlamına geliyorsa, devletin anayasasına karşı gelmek de en affedilmez suç ve dolayısıyla cezalandırılma gerekçesidir. Ölümlerden ölüm beğen! bu suça yeltenen birey ve topluma her türlü işkence ve katliam yapmak reva görülür. Türklerde iktidar savaşını kaybetmenin ölümle eş olduğu bilinir. “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” denilir. İktidarı kaybetmenin, yani yenilmenin kuzgunlara leş olmayla sonuçlanacağı bilinmektedir hatta bu zihniyette kardeş katlini vacip kılacak kadar acımasız, ahlaksız bir vahşet ve kan dökücülük vardır. Kimi durumlarda anayasaya başkaldırı, isyan söz konusu değilken bile soykırıma varan uygulamalara başvurulmaktadır. Türk ulus-devleti, anayasasını sağlam bir zemine dayandırmak için, o zeminde kendilerine yer verilmeyen Ermeni halkını soykırımdan geçirmiş ve tehcire tabi tutmuştur. Yine Türk ulus-devletinin kurucu felsefesi Kürt halkının inkarına dayandığı için Kürtler tarafından kabul edilmemiş ve buna karşı isyan edilmiştir. Aynı soykırım ve katliamlar Kürtlere karşı da uygulanmıştır. Devlet ve onların anayasaları bu ve benzeri kan kuyusu veya kan deryası üzerinde kurulmuş, her bir katmanından taze insan kanı sızmaktadır. İnsan kellelerinden kulelere, insan kanıyla harlanan sahip olmayan ne bir devlet ne de bir anayasa bu cihanda vücut bulmuştur. En ileri ve demokratik sayılan ABD ve Avrupa devlet anayasaları da böylesi kanlı bir mirasa dayanmaktadır. Işık, madde ve enerjinin özel bir formudur. Hem dalga hem parçacık halinde var olması, yine evrendeki hız sınırını belirlemesi ve en yüksek hızda hareket etmesi ışığa has istisnai özelliklerdir. Bilim insanları bunun neden böyle olduğunu halen çözebilmiş değillerdir. Işık düşünmenin oluşum sürecinde önemli bir rol oynuyora benzemektedir. Ancak bunun nasıl bir rol olduğunu ve nasıl gerçekleştiğini bilemiyoruz. Düşünce ışıktan bağımsız olamaz. Düşüncenin ışık, aydınlık olarak tanımlanması bir edebi ifade olmasa gerek. Düşünce ve ışıkla ilgili ontolojik bir gerçeğe işaret etmektedir. Maddenin tabanında kuantum vakumunun bulunduğu varsayılır. Kuantum vakumundan her sıçrayış maddenin-varlığın oluşmasına yol açmaktadır. Kuantum vakumunu kaynayan bir denize benzetirsek, bir damlanın yükseğe sıçrayarak yokluktan madde olarak varlık bulması şeklinde gözümüzde canlandırabiliriz. Bunun gerçekleşebilmesi için yüksek düzeyde bir enerjinin gerektiğini biliyoruz. Kuantum vakumunun fırtınalı deniz yüzeyinde bir yükselen, bir alçalan, yokluk ile varlık arasında gidip gelen bu sürecin ışık hızında ve ışık görünümünde olması büyük olasılıktır. Beynimizde düşüncenin açığa çıkma durumu da benzer bir süreci takip ediyor olmalıdır. Bu sefer beyin gibi bir maddeden düşünce dediğimiz soyut bir varlık meydana gelmektedir. Bilinç kuyumuzda, beynimizde oluşan her sıçrama düşünceyi meydana getirmektedir. Düşüncenin gerçekleşme süreci ışık-foton salınımı şeklinde olabilir. Hatta düşüncenin yapı taşının ışık-foton olması güçlü bir olasılıktır. Zihnimizdeki her düşünce yaratımını bir kıvılcıma benzetmemiz veya “kafamda ampul yandı” şeklindeki ifadelerimiz sadece bir metafor mudur? Bilginin aydınlıkla, cehaletin karanlıkla özdeşleştirilmesi düşüncenin ontolojik gerçeğine farkında olmadan yapılan bir atıf olmadığını kim iddia edebilir ? Işık yokluk ile varlığın neresinde yer almaktadır? Neden ışık kendi hızında evrenin sınırını belirlemektedir? Işık hızında zaman durmakta, sıfırlanmaktadır. Yani bu durumda ışık ölümsüzdür. Işık zamansız ise, aynı zamanda mekansızdır demektir. Zamanın olmadığı yerde mekan da olamaz ama ışığın bir mekanda yayıldığını görüyor ve gözlemliyoruz. Zamansız ve mekansız bir varlık olarak ışık nasıl bir mekanda yol alabilmektedir? ışığın mekanı nedir? Evrende her parçacığın bir anti-maddesi vardır. Elektronun anti-maddesi pozitrondur. Protonun anti parçacığı anti-protondur. Bir parçacık anti-parçacığıyla birleştiğinde bir birini yok eder. Işığın, fotonun anti-parçacığı yoktur. Bu da ışığın kendine has dikkat çekici bir özelliği olmaktadır. Işığı görür, sözü duyarız. Kulağımız, duyan gözlerimiz, gözlerimiz de gören kulaklarımızdır. Sözü duymakla kalmaz aynı zamanda görürüz. Zihnimizde söz ışıl ışıl parıldar. Bu nedenle bilinçlenmeyi aydınlanma olarak tanımlarız. Karanlık bedenimizi aydınlatan düşüncedir. Düşüncemiz kadar, sözümüz kadar aydınız. Ne kadar çok söz ve düşünce o kadar çok ışık ve aydınlık. Sözü, yani hakikatı ne kadar çok bilirsek, hakikatle ne kadar bütünleşirsek ışığımız da o kadar güçlü bir şekilde parıldar. Aşk ışığın en yoğun halidir. İnsan söz olduğunda ve söz ile bir olduğunda aşkın kendisi olur. Aşk ve ışık aynı kelime kökeninden geliyor olsa gerekir. Aşk, ışk ve ışık’ın ortak kökenli bir kaynaktan gelmesi tesadüfi değildir. Aşkın yoğunluğu ışığın yoğunluğudur. Aşık söz içinde erimiştir. Bedenden kurtulup ışık olmuştur. Maşuk kutsaldır, tanrıdır, hakikattir, kadındır, erkektir. Önemli olan maşukun kim olduğu değildir. Aşığın yaşadığı yoğunluk, kat ettiği yol ve izlediği süreçtir. Kimisi hakikati kutsal olan bir varlıkta, tanrıda bulur, ona aşık olur. Kimisi hakikatin uzakta değil kendinde, insanda olduğunu keşfeder ve ona aşık olur, ‘enel hak’ der. Aşk bedeni aşan söz, maddeyi aşan maneviyat, batılı aşan hakikat ve karanlığı aşan ışıktır. Aşk madde formunu aşan enerjidir. Sınır tanımayan özgürlüktür. Makro evrende Newton’un fizik yasaları, atom altı dünyada kuantum fiziğinin yasaları, aşk dünyasında da aşkın yasaları geçerlidir. Aslında aşk yasa tanımazdır, yasa dışıdır. Aşkın olduğu zihinde toplumsal yasalar hatta doğa yasaları bile bir anlam ifade etmez. Aşk yasa üstüdür. Denile bilinir ki tek yasası aşk yasasıdır. Aşk sınır tanımadığı gibi korku da nedir bilmez. Aşk cesarette sınır tanımaz. Dünyanın tüm iktidar güçleri ve zorbaları bir araya gelse hakikat aşkı ve ışığı içinde yanan insanı korkutamaz ve yolundan alıkoyamaz. Hallac-ı Mansur ‘enel hak’ dediğinde başına neler geleceğini biliyordu. Ancak ne işkence, ne ölüm onu korkutamadı. Derisi yüzülüp elleri ve kolları teker teker bedeninden koparılırken bile aşk ve ışık içerisinde gülümsüyordu. Mani’yi Sasani İmparatorluğunun tüm toprakları ayaklarının önüne serilmesi onu yolundan şaşırtmadı. Zincirlere vurulup işkence ve açlık içinde katledilmesi aşkını ve ışığını söndürmeye yetmedi. G. Bruno’ya engizisyonun her türlü işkencesi ve ateşte diri diri yakılması aşkını ve ışığını bırakıp karanlık kiliseye teslim olmasına yetmedi. Rönesans’ın örnek aydını olan Bruno’nun zihnindeki sözün gücünü, hakikatin ateşini, yani aşkını ve ışığını hiçbir karanlık gücün kudreti söndürmeye yetmedi. İmralı kayalığında çarmıha gerilirken Önderlik özgür yaşam aşkından bir an olsun vazgeçmedi. Aşkın ateşinde daha fazla yandı, o ateşi bütün dünyanın görebileceği kadar büyüttü, gürleştirdi. Sonsuz işkenceli bir yaşamın tam ortasında ‘Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır.’ şiarını kendine yaşam felsefesi olarak belirledi. ‘Olacaksa özgür bir yaşam olacak ya da hiç olmayacaktır’ dedi. devletçi uygarlığın şifrelerini çözerek topluma özgürlük ve komünal bir geleceğin anahtarını verdi. Söz nefestir. Nefes havadır, rüzgardır. Tanrı insanı topraktan yarattı ve ağzına üfleyerek can verdi. Nefes tanrıya aitti ve kutsaldı. İnsana geçince can oldu, insanı canlandırdı. Böylece insanın canı ve ruhu kutsal nefesten oluştu. Yaşamın kaynağı nefestir. Her nefeste yaşam solunur. Her nefeste canlanılır, cana can katılır. Nefes can, kan olur ve yürekte atar. Nefes can olur kana karışır, kan kalpte, yürekte durulanır, harlanır. Yürekte harlanan kan yaşamın kaynağı olur, hayatı yaratır. Hayat kutsaldır. Ciğerin nefeslenmesiyle yüreğin atışı hayatın kaynağı olur. Birbirini besler ve birbirine dönüşür. “Ba” Kürtçede rüzgar anlamına gelmektedir. Rüzgar nefestir, havadır, havanın oluşturduğu akımdır. Ba aynı zamanda bir tanrının ismidir. Hurilerde rüzgâr tanrısının adı “Teyişeba” olarak bilinir. Daha sonra Urartularda “Teşup” halini alıyor. Bugün de bilinen “Tuşba” olarak kullanılıyor. Bugün Tuşba Van’da bir ilçe ismidir. Kökü “tije ba” olarak söylenebilir. Dolu rüzgâr anlamındadır. Rüzgarın kutsallığı yaşam ile ilgili olmasından dolayıdır. İlk topluluklar yaşamın kaynağı olan nesnelere kutsallıklar atfetmişlerdir. Su , güneş, hava, ateş vb. gibi. Rüzgar da bu kutsallardan biridir. Bundan dolayı olsa gerek bir çok temel kavram rüzgardan üretilmiştir. Ba-ran yağmur Ba-ger fırtına Ba-fır kar Ba-bilisok hortum Ba-rk yıldırım Ba-rusk şimşek Kürtçede temel kavramların adlandırılması hakikat ve içerikleriyle oldukça örtüşmektedir. Kavram temsil ettiği olguyu tanımlamaktadır. Bu nedenle kavramların etimolojik açıdan incelenmesi hakikati anlamak açısından , tümden olmasa da oldukça önemli olmaktadır. Kürtçede ba-rüzgar, wer-yürek, bawer-inanç, yürek rüzgarı, yüreğin nefesi, yürekten gelen nefes anlamlarına gelmektedir. İman, inanç kutsal olandır ve kutsal olana duyulan bağdır. İnanç bütün kültürlerde kalp ile yürekle bağlantılandırılmıştır. Yürek ateşi harlandığı sürece iman ve inanç sağlamdır. “Kalpten inanmak” deyimi de buradan gelmektedir. İmanı sağlam olanın, sadakati güçlü olanın, samimi ve özlü olanın imanı ve inancı kalptendir. Bilgi, analitik zeka akılla, beyinle ilgilidir. İnanç ise kalp ile bağlantılıdır. İnsanlar bunu böyle anlamlandırmışlardır. Bu organlarımıza bu özellikleri atfetmişlerdir. Beyin bilgiyi alır, işler, depolar. Analizler orda yapılır ve yorumlar orada geliştirilir. Ama duygu, his, sezgi, sevgi, aşk, iman, inanç vb.nin yurdu beyin değil kalptir. Kalpten esen rüzgarlar bizim maneviyatımızı oluşturmaktadır. ORHAN KENDAL |
YORUM GÖNDER