SANAT, EDEBİYAT VE RUH
O halde, sanatsal alanda sömürgeciliğe karşı mücadele küçümsenemez...
Toplumsal gelişme, terk edilmesi gereken kişiliği her yönüyle konuşturan toplumsal gerçekliğin amansız eleştirisi temelinde ortaya çıkar. Böylece kabul gören kişiliği konuşturacak toplum ilişkilerinin toplam sonucu olan yaşam biçiminde, oldukça çözümleyici ve dönüştürücü bir gerçeği ifade eder.
Ulusal şekillenmelerde niteliksel dönüşüm anları, devrim anlarıdır.
Her toplumsal oluşumun gerçekleştirilmesi için köklü bir altüst oluş anlamına gelen devrim, öncelikle bilimsel alanda gelişir. Bilimsel gelişme, beraberinde daha somut olarak örgütsel ve eylemsellikle birlikte; dar gelen, artık yaşamın önünde engel teşkil eden üstyapı ilişkilerini tasfiye etmeyi de önemli bir görev olarak önüne koyar.
Hiç şüphesiz devrimci hareket düşünsel çabalarını, eski düşüncelere, ideolojilere karşı mücadelesini köklü verdiği oranda, kendi ideolojik muhtevasını, çizgisini ortaya çıkarır. Yine bu mücadelesini, mevcut üstyapı kurumlarına karşı pratik bir çabaya indirgediğinde, artık yasaların kabuğuna sığmaz. Yasal ve barışçıl yöntemlerle yetinemez. Şiddetli yöntemlerle siyasi doğrultusunu açmaya çalışır. Siyasi gelişmesini gerekli görür. Böylelikle devrimcilerin önce ideolojik ve giderek siyasi alanda gelişmesi ortaya çıkar. Devrimin şiddeti, örgütlü ve oldukça da yoğun uygulandığı oranda, mücadele askeri alana kayar. Böylelikle devrimin ideolojik, politik gelişmesi sürüp gider. Eğer zafere ulaşırsa altyapısını da dönüşüme uğratır, eski üretim biçimini yıkar. Engel teşkil eden ilişkileri dağıtır. Yeni mülkiyet ilişkileri başta olmak üzere, üretim güçlerinin gelişmesine elverişli çerçeveyi oluşturarak, gelişmesini tamamlamaya çalışır.
Üstyapıda başlayan devrim, böylelikle altyapının dönüşüme uğramasıyla ilerler, yetkinleşir. Burada cevaplandırmamız gereken en önemli soru şudur: Edebiyatın işlevi nedir veya genel olarak sanatın, özel olarak da edebiyatın ve onun en önemli bölümü olan romanın devrimsel işlevi nedir sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Sanat olmadan, toplumlardan bahsedemeyiz. Dolayısıyla sanat toplumsallaşmanın, toplumsal gelişmenin vazgeçilmez bir aracıdır. Özellikle insanın doğa karşısındaki yaklaşımını bilimle, politikayla tam çözümleyememesi, yine maddi tatminle ruhunu tam doyuramaması, onu değişik bir tatmin biçimine, yani sanata götürür. Bu anlamda sanat, ruhun ihtiyacını gidermeyi esas alır. Hiç şüphesiz, bunun düşünceyle de ilişkisi vardır. Ama sanatın özgül bir alanı ifade ettiğini de rahatlıkla belirtmek mümkündür.
Ruhsal isteklerin büründüğü çok çeşitli biçimler, sanat ürünleri olarak karşımıza çıkar ve manevi bir tatmini sağlar. Düzenin ürünleri de zaman zaman sanatı etkiler. Yine politik gelişme de, sanatla çok yakından bağını kurar. Ama bütün bunlara sanat diyemeyiz. Öte yandan ekonomide de, politikada da sanattan bahsedilebilir. Çok çeşitli ideolojiler de sanata yaklaşır. Burada anlaşılması gereken; sanatın diğer toplumsal faktörlerden şiddetle etkilenmesi, ama onlarla aynılaşmaması veya onların pasif bir gölgesi olmamasıdır. Kendisinin ise aktif, vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak hissedilmesi, yaşanması sözkonusudur.
Denilebilir ki, yaşamın insanlığın ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi, bunda gözetilen tüm yöntem ve araçlar sanat kapsamına girer. Güzel ses dediğimiz olay, göze iyi görünen manzara, ruha iyi hitap eden bir şiir veya destan, sanat olarak değerlendirilir. Belki bunlar olmadan da yaşam sürdürülebilir ama bu bir soyutlamadır. Her bakışta mutlaka güzellik, çirkinlik ayrımı vardır. Yine insan ruhunun her yaklaşımında hoşa giden ve gitmeyen vardır. Doğru davranış ve yanlış davranış vardır. Bir toplum, dolayısıyla bir birey ne kadar yükselmişse -özellikle sanat etkinlikleri sözkonusu olduğunda- gelişme sağlamışsa, bir de bu yönüyle ilerlemenin ifadesi oluyor. Çok geri sanat biçimleri içinde kalan veya çok geri davranış biçimleri içinde seyredip giden birinin ilkelliğinden bahsedilir. Ruhsal derinliği, zenginliği olmayan, bir müzikten, bir manzaradan, birçok çeşitli sanatsal davranış biçimlerinden etkilenmeyen, bunun farkına varmayan bir kişiliğin hayat damarları boştur. Dolayısıyla sanatın toplumsal işlevi tartışmasızdır. Onsuz yaşam, ancak bir hayvanın yaşamına yakın seyreder. Hayvanlığın insanlıkla birleştiği sınırı ifade edebilir. Bu da kabul edilecek bir yaşam değildir.
Bu anlamda, her toplumsal gelişme döneminde veya niteliksel sıçrama aşamalarında sağlanan gelişme doğrultusu, sanatın da gelişme doğrultusunu belirler. Kaldı ki, önemli toplumsal altüst oluş dönemleri, aynı zamanda sanatın çabalarıyla belirginleşir. Her altüst oluş öncelikle sanatsal alanda gelişir; hem sanatı etkiler, hem de etkilenir. Özellikle devrimsel dönemler sanatla hazırlandığı gibi, sanatın da niteliksel ve güçlü biçimlere kavuşmasında önemli etkide bulunur. Sanat, bu anlamda yaşamın zorluklarına karşı geniş bir soluklanmadır. Yani daralan insan ruhunun, bütün duyum kabiliyetinin sıçrama yapmasıdır. Var olanla veya eskiyle yetinmemesidir. Yetinmemesi demek, güç kazanması demektir. Sanatsal devrimin tanımı da böyle yapılabilir.
Kürt ülkesi ve toplumu sözkonusu edildiğinde, sanatın bu genel tanımına uygun söylenebilecek olan, toplumun bütünüyle sömürgeci ve feodal koşullarda nefes alamaz ve kendini ilerletemez duruma geldiği, bunun da sanatı oldukça olumsuz etkilediğidir. Fakat burada önemli olan şudur: Halkın, birçok üstyapı kurumlaşmasında, ilişkilerinde, güçlerinde zorlandığı veya tüketildiği halde, sınırlı da olsa kendisini ancak sanatla yaşatabileceğini, kendi kimlik ifadesini yine ancak sanatla sürdürebileceğini görüyoruz. Bu da sanatın gücünü gösterir. Sanat belki de en son yenilecek ve kaybedilecek toplumsal özellik oluyor.
Sanatın devrimci işlevi
Sömürgecilik, aynı zamanda sanatsal katliamı da gerçekleştirmeye büyük özen gösterir. Kürdistan'da her düzeyde yapılan katliam, önemli oranda sanatın katliamını da gerçekleştirmiştir. Fakat sanat, biraz ruhla ilgili olduğu ve daha çok canlı, yaşayan bir kategoriye girdiği, yine manevi yanı ağır bastığı için, maddi koşullardaki kadar katliamı kabul etmez veya boşa çıkarır. Sanatın böyle bir özelliği de vardır.
Dolayısıyla Kürt toplumunda, halk gerçeğinde kimliğin az çok sanatla devam ettirilmesi anlaşılırdır. Özellikle halk dansları ve müziğin, ulusal kimliğin ayakta kalan belirgin biçimleri olması bu nedenledir. Ancak sanatın birçok etkinliği çarpıtılmış, asimilasyona uğratılmıştır. Böylelikle hakim ulusun sanatı için kullanılan bir araç oluşmuştur.
Sömürgeci egemenlik, aynı zamanda sanat üzerinde de egemenliktir. Bu da ifadesini, öncelikle halkın sanat gerçeğini yaşatmama, çarpıklaştırma, kendine mal etme, tanınmaz hale getirme, ardından kendi sanatını ezilen halkın sanatıymış gibi gösterme yaklaşımında bulur. Yine sömürgecilik tüm resmi kurumlarda ve özellikle devlet gücüne dayanarak, bunu ezilen halkın duygu dünyasına, ruh dünyasına şırınga etmek ve “sen aslında hakim ulustansın, onun gibisin, farklı bir kimliğin yoktur” kanısını uyandırmak için muazzam bir kültürel egemenlik geliştirmiştir. Bu yönüyle de hakim ulus kendini benimsettiği oranda, bir ulusun imhası tamamlanır. Böylece ulusal kimlik silinir, hakim ulus kimliği egemen kılınır. Nitekim bu, Kürt gerçeğinde en çok ilerlemiş bir husus durumundadır. Bu nedenle hakim ulus gerçeğine karşı çok az bir direnme vardır. Tabii bu da sömürgeciliğin ne kadar ilerlediğini gösterir.
O halde, sanatsal alanda sömürgeciliğe karşı mücadele küçümsenemez. Yine sanat alanında çok sınırlı da olsa, ulusal kimliğin bazı yönleriyle varlığını sürdürmesi, ulusal kurtuluş mücadelelerinde önemli bir çıkışa temel de teşkil edebilir. Başlangıç dönemlerinde, özellikle kültürel-sanatsal faaliyetler, uluslaşmaya, ulusal mücadeleye katkıda bulunur. Belli bir döneme kadar da oldukça önemli bir rol oynar. Fakat siyasal-askeri şiddet olmadan, kültürel-sanatsal mücadelenin fazla bir anlam ifade etmeyeceği, işlevini tamamlamayacağı da çok açık görülür.
Kürt aydınlarının veya ilkel milliyetçilerin, sanatı bu anlamda doğru değerlendiremeyen yaklaşımlarından bahsedilebilir. Sıradan bir sanat, kültür, edebiyat faaliyetini ulusal kurtuluşçulukla, özellikle siyasal-askeri görevlerle karıştırdıklarını veya bu yönlü görevlerini görmek istemediklerini, sanata da hakkını veremediklerini, bir karışıklığa yol açtıklarını iyi biliyoruz.
Devrimci mücadelemizin gelişmesiyle birlikte sanatın hem devrimdeki işlevi açımlanmış, hem de yanlış anlayışların devrimdeki olumsuzlukları teşhir edilmiştir. Sanatın rolüne gereken ağırlık verildiği gibi, bunun oportünistçe kullanılmasına karşı da gereken eleştiriler yapılmıştır. Bunun ne kadar doğru olduğu, yükselen devrim mücadelemiz içinde sanatsal gelişmenin bir çığ gibi büyüdüğü, bunun yanında sanatsal alanın siyasi-askeri alana etkisi kadar, bu alanların da sanatsal alanı etkilediği ortaya çıkmıştır. Bu anlamda sanat etkinliği, devrimci işlevine doğru temellerde kavuşturulmuştur. Yüzyılın başından beri, hatta daha öncesinden, sanatsal düzeyde sağlanmak istenen ulusal kimlik, dev gibi bir sıçramayı, ancak siyasi-askeri bir mücadele ile ortaya çıkarmıştır. Ama bunun yanında sanatın da işlevinin önemi azalmamış, tam tersine daha da artmıştır.
Bugün Kürdistan devrimi en önemli bir altüst oluşu yaşarken, savaş bütün kitleye mal olup derinleşmeyi, her sınıf ve tabakayı kapsamına almayı sürdürürken, sanatın işlevinin azalması şurada kalsın, daha da arttığını ve somut bir ihtiyaç haline geldiğini görmekteyiz. Halk yığınları, devrimci müzikle, danslarla, resimle daha canlanır bir duruma gelmekte ve daha iyi bir yaşam biçimine kendilerini adapte etmeye çalışmaktadırlar. Bu anlamda fiilen bir sanatsal devrim de yaşanıyor. Fakat buna rağmen bunun kendiliğindenciliğe terk edilemeyeceği, tam tersine çok köklü bir sanat çizgisine ve onun pratik çalışmasına ihtiyaç olduğu açıktır. Dolayısıyla mevcut eksiklerin giderilmesi için sanat cephesi yaratmak gibi bir çalışmaya yönelmek hem ihtiyaçtır, hem de bu oldukça devrimci gelişmeye katkı teşkil edecek bir sahadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER