ÇALIŞMALARIMIZDA YANLIŞ SİYASALLAŞMALAR
Siyasal alanda binlerce yıllık köklü bir bilinç çarpıtmaları var.Kendimizi bunun dışına veya üstüne yerleştiremeyiz. Bu çerçevede baktığımızda; alışkanlıklarla yürüme var. Güçle sonuç alan siyaset doğru gibi gözüküyor. Anlayış şu: kapitalist olmak istemeyebilirsin, ama etnisiteni, mezhebini, örgütünü ayakta tutmak için merkezileşmen, bunun için de çatışman, çatıştırman gerekiyor ki bu, devletleşmeye götüren iktidarcı zihniyet yapısıdır. Ayakta kalmanın yöntemi olarak, güç olmanın gerekleri ortaya konuluyor. Kısacası sınıflaşmaya dayalı siyasallaşma ve iktidarcılık anlayışı köklü bir bilinç çarpıtması olarak zihinlerimizde ve siyasallaşma anlayışımızda varlığını koruyor. “Egemen iktidar bir siyasal bedendir” deniliyor ve hatta ‘toplum bedene siyasal iktidar kafaya benzetiliyor.’ Bu, sınıflaşmanın kendisidir; toplumun bir parçasının diğerlerine göre merkezi bir öğe haline getirilişi ve toplumun bu eksende yakın veya uzak, taraf veya karşıt biçimde konumlandırılışıdır. Bu aşamadan sonra da ideolojik tanım ve tespitler buna hizmet eden birer araç olarak kullanılıyorlar. Bu şu demektir: siyaset hep toplumsallığın reddi ve inkarı üzerinden geliştirilmiş oluyor. Bununla birlikte devrimci hareketlerin bastırılmasında ve sistemiçileştirilmesinde kullanılagelen böl-çatıştır-yönet yöntemi olarak siyaseti toplumsal olana karşı konumlandırmak, bu siyasetin daha inceltilmiş bir devamı olmaktadır . İktidar olgusunun karakterinde biriktirme, merkezleşme, büyüme esastır. İçinde merkezleşmenin gelişmediği, sınıfsal olmayan toplumsal bir siyaset felsefesine ulaşılabilmiş değildir. Temel geçerli güç biriktirme ve başarı ölçütü olarak merkezleşme ortaya konulmaktadır. Bu anlayışın vardırdığı en üst nokta devlet, en alt nokta ben-merkezcilik; ikisinin arası Marksist-Leninist örgütlenmedir. Uç noktaları anarşizm ve liberalizmdir. Diğer bir üst düzey yansıması ise totalitarizm, reel- sosyalizm veya faşizm olmaktadır. Bilinç çarpıtmasının bu denli derin nüfuz etmesinde Marksizm-Leninizmin rolü azımsanamaz. Bilgi iktidarın yanına ekonomik iktidarı ekleyerek, sosyalizasyon adına ezilen sınıf devletleşmesinin önünü açtı. Bütün devrimci hareketler günümüze kadar bu temel bilinç yapısı üzerinden kendisini büyütmeyi ve kurumlaştırmayı esas almıştır. Ve bu aşılamıyor. Bırakalım aşmayı, sorgulaması bile hala derinlikli olarak yapılamıyor. Sınıf siyaseti eşitlik-özgürlük getiriyor mu? Bu siyasallaşma anlayışı ne kadar toplumsallaştırıyor? Toplumu ne kadar üretiyor? Bu gibi temel sorulardan ziyade, güçlenmede sonuç alıcılık ve yöntem sorunları öne çıkıyor. Bu anlayışın sonuçları biliniyor; evrensel düzeyde siyasete güven azalmış, devrimci hareketlerde bile demoralizasyon gelişmiş, kendi değerlerine inançsızlaşma, marjinalleşerek topluma ters düşme ve sonuçta kırılma yaşanmaktadır. Savrulma genellikle toplum geleneğinin ve ahlakının çok gerisinden bir yaşam düzeyinde son noktayı koyma biçiminde olmaktadır. Birçok devrimci hareket bu duruma nasıl geldiğinin farkında bile olmayabiliyor. Bu açılardan üzerinde hareket ettiğimiz zeminin olumsuz yanlarını iyi tanımak ve tanımlamak zorundayız. Demokratik mücadele tarihimizde güce dayalı siyasallaşma, merkezi güç biriktirmesi belli oranda gelişti. Merkezleşmenin ilk elden kazandıran ve güç katan yanları da vardır, olmuştur da. Toplumun ulusal taleplerle kısa sürede bir partileşme etrafında toplanması, işçi-köylü ittifakı üzerinden bir cepheleşmeye gidişi ve ayağa kalkışı önemli bir bilinç yükseltmesini ve özgürlük arayışını getirmiştir. Bu bir nitelik sıçramasıdır. Fakat 90’lar sonrası bilinen köylü, küçük-burjuva aydın çeteleşmeleri ve devletçi,yetkici kurumlaşmış bireylerin ve çetelerin ortaya çıkışı ve bilinen sağ-sol ve ortayol particilik anlayışlarının beraberinde getirdiği güç kaybı yaşandı. Bu bir kırılmayı getirdi. Önderliğimizin “istifa ediyorum” dediği siyasal şekillenme bu anlamda daha derinliğine çözümlenmek durumundadır. Bunun özünde iktidarcı-devletçi zihniyetle alakası olduğu, onun karakterinde hep ikililik olan, karşıtını yaratan, çatıştıran, ezen ve karşının gücünü kendisine katan bu zihniyet yapısının sistemi yeniden ürettiği tam olarak anlaşılamadı. Yani belli oranda sınıflaşma geliştiliyordu. Ezilenin gücünü de kendisine katan yeni bir kişilik, sınıf, grup ve anlayışla öncülük devralınıyordu. Böylece döneme, ihtiyaçlara cevap olamayan, siyasetler üretiliyordu. Bu yaklaşımların tam aşılamaması şimdi dönüşümü ağırlıklı olarak restorasyona dönüştürüyor. Biraz gücün, imkan ve olanağın biriktiği yerde iktidar zemini ortaya çıkıyor ve bunun üzerinden siyaset gelişiyor. Bu kadar kadronun bu denli siyasete yapışıp kalmasının iktidarın elden bırakılmamasıyla alakası vardır. Türkiyede yoğun çatışmalar buradan geliyor. Bu, şu anlama geliyor “Siz siyaseti elimizden alamazsınız, alsanız da vermeyiz”. Kısacası klasik siyaset elden bırakılmak istenmiyor, toplum güçsüz görülüyor. Zaten kadro şekillenmesi temelde toplumsal kuruluştan ziyade toplumu yönetmekle kendisini merkeze alıyordu. Yanlış siyasallaşmış kadro gittiği her yerde kendisini toplumun dışında ve üstünde görür. Bir kadro bu toplumu yönlendiremezse, kendisini nasıl tanımlayacak? On kadronun bir arada çalışamaması, yaşayamaması, ilk elden gruplaşmaların, odaklaşmaların gelişmesi buradan ileri gelmiyor mu? Hatta değişim adına, eleştiri-özeleştiri adına yapılan, özünde yine bir siyaset oluyor, çünkü sınıf eleştirisi, dıştalama, karşıtlaştırma, geleneksel topluma itme biçiminde gelişiyor. Önderlik savunmasında eleştiri-özeleştiriyi tekrar gündemine alarak klasik Marksist-Leninist eleştiri-özeleştiriyi aşarak eleştiri-özeleştiriyi ben-merkezci-iktidarcı kullanımının dışında toplumsallaşmanın ve komünalitenin üretimi temelinde yeniden ele almıştır. Biz de bu temelde eleştiri ve özeleştirimizi yeni baştan kuruluş temelinde ele almalıyız. Biz Hareketi bunun dışına taşıyabilmiş miyiz? Hareketi ne kadar bundan kopuk ele alabiliriz? Bu kadar kadro duruşuyla, iç sorunlarla uğraşmamızı bu gerçeklikten kopuk ele alamıyoruz kısacası. Çünkü iç sorunlarımız özgürlük getirmiyor ve hiyerarşiyi aştırmıyor. Bizim kuşak, örgüt, cinsiyet, tarz farklılıklarımız hemen sınıf çatışmasına götürüyor. Bu, toplumsallaşmanın sekteye uğratılmasıdır. Çok parçalı oluşumuz, Yurttaşlığın derin bilincine ulaşamamamız, doğru siyasallaşmaya, doğru felsefik bakışa, toplumun yeniden daha özgüürlükçü kuruluşunda ortak tanımlara ulaşmada yaşadığımız zorlanmalar kısmi bir değişimi öngören reformistçe bir yaklaşımın göstergeleri olarak görülmek ve artık kesinlikle aşılmak durumundadır. MAHİR DENİZ (ATAKAN MAHİR) 26.08.2006 |
YORUM GÖNDER