SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (36.BÖLÜM)
3- Medya-Pers Çıkışı Ve Doğu-Batı Yol Ayrımı
Uygarlığın doğuşuna yol açan Zagros-Toros sisteminin birleştiği kavis (Verimli Hilal’in merkezi), üretkenliğini bu sefer uygarlık merkezini Mezopotamya dışına taşırmada gösterecektir. Art arda gelişen Sümer-Babil-Asur dönemlerinde uygarlık merkezi hep Dicle-Fırat arasıdır. Neolitik devrimin olgunlaşma, kurumlaşma aşamasını da eklediğimizde, M.Ö 6000’den Asur’un yıkılışına, M.Ö 600’ün sonlarına kadar uygarlığa yön veren değerler bu yöreden çıkmaktadır. Boşuna insanlığın doğuş beşiği denilmiyor. İnsanlık tarihinde üç büyük aşamadan bahsedilir: Tarım-köy aşaması (M.Ö 10000-3000), uygarlık-şehir dönemi (M.Ö 3000-M.S 1950’ler) ve günümüzde yaşanmaya çalışılan ve tam bir adlandırması yapılamayan aşama. Kimi atom, elektronik, internet çağı diyor; kimi de bilgi-iletişim çağı veya postmodern, uygarlık ötesi dönem diyor. Bu kaba bölümlemede Mezopotamya’nın payına düşen, yaklaşık on bin yıllık yaratılışa önderlik rolüdür. Tarihin bir nehir halindeki akışı beş altı bölgede cereyan etmiştir. Tarih oluşumuna yön veren fikir, inanç ve icatlar ile bilgi birikiminin ana hazinesinin bu sürede ve bu bölgede gerçekleştiğine dair genel bir bilimsel kanı vardır ve bu kanıtlanabilir. Bölge kültürünün bu muazzam rolü günümüzdeki tanınmazlığını da ifade etmektedir. Bir sistem ne kadar derinliğine kök salar ve uzun yaşarsa, genel olarak kendine zıt sistemin oluşumunu bu kökler üzerinde gerçekleştiremez ve yeni sistem en bakir topraklarda gerçekleşir. Bu kuralın tarihte birçok kanıtı vardır.
Greko-Romen uygarlığı oluştuğunda, coğrafya ve kültür en bakir dönemini yaşamaktaydı. Kapitalist uygarlık, o güne kadar neredeyse uygarlığın elinin en az değdiği Atlas kıyıları ve Orta Avrupa merkezlerinde gerçekleşecektir. Postmodernizm bile Avrupa’da değil, yeni dünya ABD’de gelişmektedir. Uygarlıksal gelişmede böyle bir ana kural vardır. Daha derinliğine çözümlenmeye değer bir konudur. En eski merkezler Verimli Hilal, Sümer ve Mısır bugün dünyanın en acılı bölgeleridir ve tarihi kökleriyle bağdaşmayan, kördüğüm olmuş çelişkilerin girdabında boğuşmaktadırlar. Çağdaş tarih bir türlü ana köke aşılanamıyor. Tarihin yaratıcıları günümüzün en kısır, güçsüz, göçten başka umutları olmayan, kendi kendilerinin baş belaları haline getirilmiştir. Çok temel bir uygarlık çözümlemesi konusu da bu olsa gerekir. Uygarlık merkezlerinin Mezopotamya dışına kaymış olması, günümüzde de acil çözüm isteyen sorunları doğru ele almaya katkıda bulunacak bir yaklaşımı önemli kılmaktadır. Merkez-çevre sorunu, dünya çapında da giderek eylemsel bir sorun halini almaktadır. Küreselleşme ve karşıtları meselesi basit ekonomik konulara indirgenemez. Mevcut küresel sistem tarihsel ve kültürel akış zeminine oturtulamazsa, reel sosyalizmin beklenmedik akıbetinden kurtulamaya Sümer Rahip Devletinden cağı gibi, neredeyse iki yüz yıllık bir birikime dayanan bilimsel sosyalizmin pratik çözümsüzlüğünün temel nedenlerine de gerçekçi yaklaşımlar üretilemeyecek, bu alandaki sığlık aşılamayacaktır. Sümer uygarlığının çevre ilişkileri, karşı ürünlerini M.Ö 2000 yıllarından itibaren vermeye başlayacaktır. Birer kolonileşme düzenine çok benzeyen Mısır, elverişli çevre coğrafyasının bir sonucu olarak erkenden kökleşip kendi yolunda ilerlerken, doğuda İndusPencap vadilerindeki Harapa ve Mohanjadaro uygarlığı kuruyacaktır.
Bunların Mısır’la aynı sürekliliği gösterme gücünde olmadığı görülmektedir. Sümer için, gerek merkezleri ve gerekse kolonileri için asıl tehlikenin, batıda Arabistan çöllerinin Amorit kabileleriyle, kuzey ve doğudan “yüksek memleketliler” anlamında Horritler olduğu belirtilmişti. Horritlerin tarımcı, çiftçi özelliklerine karşılık, Amoritlerin çoban ve göçebe yanlarının ağır bastığı bilinmektedir. Sümerlerin, bir yandan bu kabilelerin saldırı ve tehditlerine karşı kent savunma sistemlerini geliştirirken, diğer yandan ekonomik altyapı çalışmalarında ucuz işgücünü ve köleleri kullanmayı bir politika olarak benimsedikleri görülmektedir. Ayrıca kolonileşmenin gelişmesiyle birlikte, yoğun bir ticaretin gelişme sağladığı da önemli bir husustur. Başlangıçta ilişkilerde ticaretin önemli rol oynadığı, karşılıklı artan ihtiyaçların güç ve şiddete artan oranda başvurmayı beraberinde getirdiği de bilinen diğer önemli bir husustur. M.Ö 2000’lere doğru gelindiğinde, güçlenen çevrenin saldırıları gittikçe yoğunlaşmaktadır. Buna karşın özellikle Akadlı Sargon’la başlayan sistemli bir emperyalist politikaya geçiş söz konusudur. İlk defa bir uygarlık, talan ve işgal anlamında planlı, sistemli bir şiddet politikasını devletin vazgeçilmez aracı haline getirmektedir. Bu emperyalizmin kullandığı teknik üstünlük hasımlarının eline geçince, karşı bir savunma ve saldırıyla yeni bir dönem açılmaktadır. Emperyalizmin kullandığı silahların kendine karşı yönelmesinin tarihsel temelinin böyle atıldığı kesindir. Bu, aynı zamanda insanlık tarihinde olmaması gereken çok acılı, kanlı, soykırımlı, talanlı, işgalci bir sürecin başlangıcıdır. Merkez-çevrenin bu niteliği kazanması, merkezi toplumun iç yapısında sertlik ve şiddetin giderek tırmanmasına yol açan sınıflaşma, dış etnik yapıların bastırılması ve karşıt temelde etnik bilincin gelişmesiyle sonuçlanır. İçteki planlı baskı ve şiddet sınıf mücadelesini başlatırken, dışta emperyalizme ve koloniciliğe karşı etnik toplumun özgürlük mücadelesi, uygarlaşmanın vazgeçilmez çelişkili bir özgünlüğü olarak tarihteki yerini alır.
Bu anlamda diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasaları, toplumun ilerleme yasaları haline gelir. Marksizm daha çok bu yasaları kapitalist uygarlaşma sürecine uygulayarak çözümlemelere gitmiştir. Bana göre eksik olduğu kadar, vahim yanılgılara yol açabilecek bir yöntem hatasıdır. Gerçeği doğduğu zeminde ve dönemde, karakteristik özellikleriyle çözümlemediği için, hem teorik-ideolojik hem pratik-politik yönden tarih boyunca çok güçlü oluşmuş bulunan egemen ideolojik ve pratik gerçekliğin izdüşümünde yol alması güçlü bir ihtimaldir. Uygarlık çözümlemeleri, en son gerçekleşen toplumdan ziyade, ilk önce gerçekleşen toplum baz alınarak geliştirilse ve test olarak da karşılıklı mukayese edilerek sonuçlar gözlemlenseydi, daha gerçekçi yaklaşılmış olacaktı. Şüphesiz bilimsel sosyalizmin doğuş sürecinde bilgi ve felsefe birikiminin sınırlılığına dayanan dönem marksizminin; hem bilgi ve felsefi birikimin, hem sosyal ve politik uygulamanın zengin sonuçlarına dayanılarak yetkin bir düzenlemeye tabi tutulması vazgeçilmez bir sorumluluk gereğidir. Hele reel sosyalizm gerçeğinin içinde bulunduğu durum ve kapitalizmin derinliğine kökleşen küresel bunalımı ise, bu yönlü yaklaşımların özeleştirilerine dayalı eleştirisel tutumlarına değer biçmekte ve çözümleyicilikte gerçekçi olmalarına önemli fırsatlar sunmaktadır. M.Ö 2000 sonlarından itibaren Sümer ve Mısır uygarlık merkezlerine, gittikçe daha sık aralarla çevrenin yüklenmesi gözlenmektedir. M.S 20. yüzyıl ve 2000 yıllarında da, kapitalist uygarlık merkezleri çevresinde, ister ulusal kurtuluş savaşları, ister göçler yoluyla, aynı öze sahip olguların yaşandığına tanık olmaktayız. Semitik kökenli etnik gruplar, tek tanrılı dinler bayrağı altında, merkezi yoğun bir dönüşümden geçirerek tarihi rollerini oynarken, Aryen kökenli etnik gruplar, daha çok Doğu-Batı ayırımına yol açan uygarlığın çatallı gelişmesine yol açtılar.
Horrit adı altında toplanan gruplar, hem merkezin içine ve hem dışına doğru tarihi bir yayılma hareketliliği kazanmakta, buna dayalı daha geniş neolitik Aryen gruplar ise Hint-Avrupa uygarlaşması diyebileceğimiz tarihin en derinlikli ve geniş hareketlenmesine yol açmaktadır. Bu hareketlenmelerin yoğunlaştığı ve çatallaşmanın gerçekleştiği köken coğrafyası, yine Zagros-Toros sistemidir. Fakat yayılmanın yönünde ve içeriğinde önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Sümerlerle Sümer Rahip Devletinden yoğun ilişkiler bir yandan emperyalist-kolonyalist bir zor mantığına yol açarken, diğer yandan bu olguya karşı direnme, ancak uygarlık silahlarını özümseme ve kullanma temelinde bir dönüşüme zorlamaktadır. Uygarlaşma yaşanmadan, eskinin etnik yapılarıyla bu tarihi dönemin başarıyla yaşanması mümkün olmadığı gibi, toptan silinme tehlikesinden de korunamaz. Horritlerin ve daha genel olarak tüm Aryen grupların hem tarihi şansı kullanmaları hem de varlıklarını korumaları; uygarlaşmaya, yani etnik bağları çözerek sınıflı toplum olgusuna verecekleri yanıtlara bağlıdır. Semitik Amoritlerin verdiği yanıtlar, Sümer merkezlerinde gerçekleştirdikleri tarihi Akad, Babil ve Asur imparatorluklarıdır. Daha batıda başka bir Semitik lehçeye dayalı İbrani ve Kenani grupların verdiği yanıtlar ise, Fenike, İbrani ve Ugarit krallıkları gibi küçük kent devletleşmeleridir. Anadolu’nun içlerindeki Aryen gruplardan verilen yanıt ise, yine M.Ö 2000’lerden itibaren giderek önemli bir gelişme gösteren Hitit İmparatorluğu’dur. En batıdaki ucu Troya bir kent devletçiği olup, hamlenin Avrupa’ya taşınmasında önemli bir rol oynamaktadır. Grek yarımadasında Helenleşme ve İtalyan yarımadasında Etrüsklere dayalı (etnik olarak değil, uygarlığı taşıma etkilerine dayalı) Latinleşmenin diğer bir anlamı, toplumun etnik yapıdan çıkıp sınıflı toplum yapısına geçişi ve Greko-Romen uygarlığına dönüşümüdür.
Bu dönüşmenin niteliklerini daha iyi kavramak, Zagros-Toros sistemindeki çatallaşmayı anlamakla bağlantılıdır. Yalnız çok hakim görünen bir tarihsel yaklaşım yöntemini düzeltmeden bu konuda ilerlemek zor görünmektedir. O da şudur: “Avrupa’dan ve Rusya’nın güney steplerinden kalkan mavi gözlü ve sarışın Aryenler, M.Ö 2000’lerde Kuzey İran platolarına, oradan da Hint’e, Medya’ya, Anadolu’ya akın etmişlerdir.” Bu yaklaşım kökünden yanlış ve Alman faşizminin yayılma emellerine alet olmak amacıyla hazırlanan ırkçı bir görüştür. Doğrusu tersine ve farklıdır. Her şeyden önce tarihte böylesine kapsamlı bir fiziki göç yoktur. Varsa da sonuç doğuracak kadar değildir. Diğer büyük olduğu söylenen göçler için de aynı hususlar geçerlidir. Daha doğru olan, yayılmaların fiziki göç olgusundan ziyade, güçlü kültürel birikim olgusuna dayalı olarak gerçekleştiğidir. Bünyesinde çevre kültürlerine göre daha üstün ve zengin içerikli olan kültürel olgular, sürekli yayılma özelliği gösterirler. İçerik olarak zayıf kültür yapılı toplumsal gruplar, gelişkin merkezlere saldırabilirler, belki bazı fiziki başarılar da sağlayabilirler. Ama sonuçta özümsenmekten ve yenilmekten kurtulamazlar. Aryenlerin göç hikayesinde doğru olana kısmen değinmiştik. Öncelikle bilinmesi gereken; Aryen kavramı bir ırk veya etnik olgudan ziyade, tarım devrimine dayalı, çiftçiliği ve hayvancılığı esas alan kültürü ilk geliştiren etnik gruplara verilen genel bir adlandırmadır. Bu grupların da ilk defa Zagros-Toros sisteminin iç kavislerinde Dicle ile Fırat’ın doğup büyüdüğü eteklerde ortaya çıktığı bilimsel bir hakikattir. Adlandırma Sümer sistemine dayalıdır. Ve sabancı (Ar=saban) grup veya hayvanlı (Gud=öküz) grup, bazen ülke halkı (Ur=tepe) anlamında Horritler, Gutiler, Aryenler demektedir. Öyle ki, hepsinin de özü aşağı yukarı aynı coğrafya ve kültürü ifade etmektedir. Şüphesiz ilkin şu veya bu etnik grup gerçekleştirmiştir denilemez. Bilinmesi de imkansızdır. Ama bu kültürün tarihi, coğrafyası ve yayılma periyotları belli ekstremler altında bilinmektedir.
Dolayısıyla illa bir yayılmadan bahsedilecekse, ağırlıklı ihtimal, kültür içerikli ve gerçekleştiren merkezden her elverişli yöne doğru olanıdır. Tarihsel kanıtlarla da desteklenen görüş, dolayısıyla doğru olan yöntem de bu yaklaşımda temellenir. Verimli Hilal’in iç eteklerinde ve aşağı ovalarında gerçekleşen Sümer uygarlığı ne kadar önemliyse, onunla yakın diyalektik bağ içinde ve daha çok Zagros-Toros sisteminin yüksek platoları ve dış kavislerinde gerçekleşen uygarlık çatallaşması, yani ilk Doğu-Batı ayrımı da o denli önemli bir tarihsel gerçekleşmedir. Medya-Pers uygarlık çizgisini bu açıdan çözümlemek büyük önem taşır. Tarihte kendini Med-Pers gelişimi olarak adlandıran adımların kökeni şüphesiz eskiye uzanır. Fakat açıklamaya çalıştığımız gibi içsel bir olgudur ve Sümer oluşumuyla yakın diyalektik bağ içindedir. Farklı dönemlerdeki adlandırmalar bizi şaşırtmamalıdır. Her iki kesimdeki oluşumlar başlangıçtan beri karşılıklıdır ve ilişki sürekli gelişme halindedir. Günümüzde de hızından bir şey kaybetmemiştir. Şu hususu, tarihi doğru çözümlemenin bir yöntemi olarak daima göz önünde bulundurmak gerekir: Bir ilişki tarihsel kökeninde nasıl kurulmuşsa, esas olarak öyle yürür ve güncelleşir. Güncelden tarihe, tarihten güncelliğe bu bakış açısıyla bakıldığında, doğruya yakın birçok sonuca ulaşmak mümkündür. İlk dönemde Sümerlerle ilişki ve çelişkiler, Elam ve Guti adı altında Zagros’ta yaşayan etnik gruplarla olur ve Sümer siyasetinde Sümer Rahip Devletinden bazen müttefik, bazen düşman olarak sürekli kullanılır. Sargon’un Elam katliamı vahşicedir, ama Gutilerle Sümerlerin ittifakı Sargon Hanedanı’nı yıkabilmiştir. Gutiler uzun süre yönetici bir güç olmuşlardır. Kassitlerin benzer bir ilişkisi Babillilerle olmuştur. M.Ö 2000’lerde Hurriler üzeri Hitit uygarlığı gelişme sağlayabilmiştir. Merkezden çevreye yayılmanın önemli örneğidir.
Fakat ara halka olarak Hurriler süzgecinden geçmiş olmaları kanıtlıdır. Anadolu’yla Mezopotamya arasında, günümüze kadar süren ve diyalektik özü güçlü olan bir ilişki ve çelişki süreci başlamıştır. Batı’yı, yani Greko-Roma’yı doğuracak ilk kol, ilk önemli adım böyle atılmıştır. Bu adım daha çok Toros kültürel halkasına dayalı olarak gerçekleşenidir. Zagros hattında ise daha önceki Elam, Guti ve Kassitlerin uygarlık birikimine dayalı olarak, bugünkü Kuzeybatı İran veya Van Gölü, Urmiye ve Zap bölgelerinde, büyük ihtimalle Asurların verdiği bir adlandırma ile Medya dediğimiz ülkede M.Ö 1000’lerin başlangıcında ilk defa güçlü ve merkezileşmeyi başaran Urartu uygarlığı gelişir. Urartular, daha önce aynı kültür ve coğrafyada ileri düzeyde aşiret konfederasyonları biçiminde devletleşme taslağı da diyebileceğimiz bir uygarlaşma evresini yaşayan (M.Ö 2000-1250) Hurri ve Mittani kültürlerine dayanmaktadır. Uygarlık, kazanımlarını Kuzeybatı İran’a, yani Medya’ya doğru taşırmaktadır. Büyük ihtimalle bu yörelerden de uygarlık açısından daha zengin bölgelere, Dicle-Fırat arasına Med adli etnik gruplar gelip yerleşmişlerdir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER