DÜNYA KADIN TARİHİ ÜZERİNE DERSLER (13. BÖLÜM)
İKİNCİ DALGA FEMİNİZM
İkinci Dalga’yı muştulayan Simone De Beauvoir’ın İkinci Cins kitabıdır. Fakat Simone de Beauvoir’ın kitabından öte, kişiliğiyle ilgili de biraz konuşmak istiyorum çünkü kitabı yazdığında Simone feminist değildi ve kitabın sonunda da zaten sosyalizmden bahseder. Bir şey daha, İkinci Cins okunmadan feminist olunmaz bence, daha temel bir metin yok çünkü. De Beauvoir bu kitapta kadınların ezilmişliğini, sömürülmüşlüğünü, felsefi köklerine de inerek, o kadar derin ve ayrıntılı bir şekilde tahlil etmiştir ki, ondan sonra söylenen bir sürü şey, hakikaten onun söyledikleri üzerine konan taşlar olmuştur. Kitabın yayımlandığı yıla dikkat ederseniz daha 1949, İkinci Dalga ise 60’larda başlıyor.
Feminizmin ilk dalgası 20.yy’ın ilk 20 yılına kadar devam etti. Bu süreçte birçok ülkedeki kadınların taleplerinin büyük bir bölümü hali hazırda yerine getiriliyordu. Buna karşılık birçok sebep, kadınların toplumdaki geleneksel yerlerine geri dönmelerine sebep oldu. 1929’daki dünya ekonomik krizinde iş sıkıntısı ortaya çıktı ve işten ilk çıkarılan grup kadınlardı. Alman faşizmi döneminde de kadınların üniversitede eğitim almalarına ve iş hayatlarına sınırlandırılmalar getirildi. İkinci dünya savaşında erkekleri savaşta olması nedeniyle sayısızca kadın, endüstrilerde çalışmaya başladı. Ancak savaş sonrasında tekrar “kadın ve anne olmak” görevlerine geri döndüler. İkinci dalgayı etkileyen faktörler arasında hem liberalizmin hem de sosyalizmin 50 yıllık deneyiminin sonuçları belirleyici olmuştur. İkinci dalga feminist kuramlar kültürel ve anarşist feminist kuramlardan beslenerek ve kendi örgütlenme biçimlerini oluşturarak güçlü bir akım oluşturur. Aile ve din gibi geleneksel kurumların kadınlar üzerinde oluşturduğu yanlış bilinci ve özel/kamusal alan ayrımını sorgular. 'Kişisel olan politiktir' 1970lerde popüler bir slogandı. Kadın tarihi üzerine odaklanarak toplumsal ve psikolojik boyutlarda kadını tartışmaya açar, medya ve edebiyat alanlarında cinsiyetçi erkek egemen ideolojiyi görünür kılmaya çalışan feminist eleştiriyi oluşturur.
Evrensel ataerki ve kızkardeşlik ikinci dalga feminizmlerde birbirini bütünleyen iki anlayıştır. Radikal feminizm erkek egemenliğine karşı ortak bir kadın cephesini örgütler. Kızkardeşlik bilincini/kültürünü önemseyerek ortak kadın kimliğini öne çıkaran ikinci dalga feminizmlerin öncülü olan ilk dalgadan ayıran özelliği ise farklı kadın ve erkek kimlik tasarımıyla eşitliği farklılık üzerinden tanımlamasıdır. Bu tanımlama kapitalizmin kimliksizleştirme ve homojenleştirme yönelimlerine karşı atılmış bir adım olma özelliğini de taşır. 60’lı yıllar feminist hareketin ibresinin farklılık politikalarına doğru kaydığı yeni bir dönemi işaret eder, ancak bununla birlikte birinci dalganın uzantısı olan eşitlikçi feminist kuramlar silinmemiş ve tartışmada yerlerini almıştır. “Eşitlik; farklılık; ‘farklı ama eşit’ - 1970’ten itibaren feminist tarih bu tamamlanmamış iki karşıtlık arasında zigzag ve eğriler çizip durmuştur.”1 İkinci dalganın farklılığa yaptığı vurgu değerli bir yerde durur; soyut eşitlik yaklaşımı, farklı olan grupları mağdur eder.
İkinci dalga feminizmin kökleri 1960’larda oluşan Yeni Sol’da durur. Sol siyasetlerde mücadele eden kadınların kendi örgütlerinde cinsel ayrımcılığa maruz kalmaları erkek egemen yapıları sorgulamalarına ve “eşitlik” anlayışını aşarak “özgürleşme”, “kurtuluş” gibi kavramları feminist harekete taşımalarına yol açar. İşte bu nokta tam feminist hareketten güçlü bir şekilde söz edilebilecek bir noktadır. Kadın artık kendi politikalarını oluşturmaya, eleştirel bir bakışla toplumu ve toplumsal yapıları sorgulamaya başlar. Kültürel inşayı sorgulayarak, egemen kültür anlayışının karşısında konumlanan kadın hareketi karşı kültürel yönelimi, hedefleri ve gelecek tasarımlarıyla radikal yelpazede güçlü bir hareket olarak tarihteki yerini alır. Rodnitzky’nin de belirttiği gibi “60’ların radikalizminin geri çekildiği 1970’lerde feminizm ironik olarak tek güçlü hareket olarak varlığını sürdürdü.”1 Birinci dalga temel yaklaşım olarak var olan felsefi birikimin üzerinden kendini ifade ederken, ikinci dalga erkek merkezli olduğunu savladığı geleneksel felsefeyle bir hesaplaşmaya girerek kendi felsefi yaklaşımlarını üretti ya da en azından gömülü olan erkek bakışını görünür kılmaya çalıştı. Bilimin de cinsiyetçi olduğu iddiasında olan ikinci dalga, feminist bilgi oluşturmak için kolları sıvar. Kadınların baskıdan kurtulmaları için üretilen feminist yeni bilgi anti-entellektüeldir ve akıl duygu karşıtlığını yadsır, erkek egemen toplumu dönüştürmeyi hedefler. “Feminist bilgi üretimi açıkça yıkıcı bir etkinliktir. Varolan bilgi birikimini eleştirerek erkek-egemen bilginin temellerini sarsmaktadır; yıkıcı bir etkinliğe giriştiği için de açıkça duygu yüklüdür ve karşılığında da duygusal tepkileri harekete geçirmektedir.”2 Feminizm, yapısı itibariyle de disiplinler arası bir bilgidir. Farklı disiplinlerle yoğun bir iletişime giren ikinci dalga feminizmler, psikanaliz ve varoluşçulukla disiplinler arası ilişki bağlamını aşacak derinlikte bir ilişki kurar.
İkinci Dalga’nın farklı ülkelerdeki tezahürlerinden de kısaca bahsetmek gerekiyor. İkinci Dalga’nın ortaya çıkışında ülkelere bağlı olarak birkaç farklı kaynak var: Amerika’da İnsan Hakları Hareketi ve Siyah Eşitlik Hareketi en temel itici güç iken, Fransa’da ise bu itici güç, 68 Hareketi, daha doğrusu 68’in yarattığı hayal kırıklığı oluyor. Çünkü bu dönemde kadınlar sosyalizmle kurtulamadıkları gibi bilakis hayal kırıklığına uğruyorlar. Bu örgütlenmeler içindeki kadınlar, “biz burada da konuşamıyoruz”, “burada da kahveyi biz yapıyoruz” demeye başlamışlar. Yani İkinci Dalga, sol hareketin içinden çıkıyor. Fransa’da ise önemli bir tartışma yürütülmüştür: İkinci Dalga Fransa’da ünlü “ben de kürtaj oldum” hareketiyle başlıyor. Simone da bu hareketin içinde yer alıyor. Kürtaj ve doğum kontrol talebi, kadınların bedenleri üzerinde en azından bakirelik meselesinin aşılması, evlenmeden ilişkiye girebilmesi açısından çok önemli ve çok belirleyici oluyor. Fransa’nın ünlü meçhul asker anıtı var, duymuşsunuzdur. Bu anıtın önünde yaklaşık 16 kadın üzerinde “meçhul askerden de meçhulü var: karısı” yazılı bir pankart açıyorlar. Meçhul Asker, Fransa’da çok önemli, dokunulmaz bir simge. Ona karısının hizmet ettiğini hatırlatıyorlar, dikkat edin milliyetçiliği eleştirmiyorlar, en yüce Meçhul Asker’in de bir karısı olduğunu söylüyorlar. Dünyada öncülük diye bir şey varsa, hakikaten bu eylem çok iyi bir örneğidir. Eylemden sonra Fransa birbirine giriyor ve basın bu kadınlara ismi koyuyor: Kadın Kurtuluş Hareketi. Eylem yapan kadınların bu şekilde adlandırılması dönemin etkin olan politik hareketleri ile bağlantılı. Çünkü o dönemde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi var, dünyanın birçok yerinde kurtuluş hareketleri var. Bu adlandırmanın ardından eylem yapan kadınlar kendilerini birden bir hareketin içinde olarak buluyorlar. Fransa’daki ikinci önemli şey de tabii ki, erkeklerle mi örgütlenelim, erkeksiz mi örgütlenelim tartışmaları. Bu tartışmalar sonucunda erkeklerin elinden büyük bir hak, kadın hareketinin parçası olma hakkı alınıyor. O dönemde de kadın meselesi, cinsel özgürlük meselesi gibi konular 68 özgürlük hareketi içinde tartışılıyor. Fakat İkinci Dalga emeği de sorgulamaya başlıyor: “Peki bulaşıkları kim yıkayacak, çocuklara kim bakacak?” diye soruyorlar. Bu dalganın başlıca önemli özellikleri şunlardır: Diğer sosyal hareketlere, sivil ayaklanmaların da dahil olduğu, daha sansasyonel eylem biçimleri yön vermektedir.
Çin ve Vietnam’dan alınarak başlatılan ‘Consciousness Raising’ (Bilinç Yükselmesi) isimli feminist hareket bu döneme dâhildir. ‘Bağır Herkes Duysun!’ ve ‘Özel olan politiktir’ sloganlarıyla yola çıkan bu hareket; kadınların tek tek özel alanlarında yaşadıkları deneyimlerin aslında kişisel sorunlar olmadığı, bütünlüklü toplumsal bir egemenlik sisteminin parçası olduğu tespitidir. Burada mücadele ederken geçmişteki hatalardan dersler çıkararak ve kazanımlardan geriye düşmeyerek ilerlemek önemlidir. Bedene sahip çıkma bir yanıyla da kurban ve mağdur psikolojisinden sıyrılıp kendi bedenlerine yabancılaşmadan kurtuluşu ve özgürleşmeyi güçlenmeyi hedeflemektir. Mücadele içinde kadının güçlenerek çıkması her şeyden daha önemlidir. Bu anlamda, özel olanın politikasını yapabilmek, yaşanan durumların tek bir kadının deneyimi değil, her kadının günlük deneyimi olduğunu bilince çıkarmaktan, kadın dayanışmasını yükseltmekten ve patriyarkanın teşhirini yapabilmekten geçer. Erkek egemenliği ve ayrımcılık gibi haksızlıkların sorgulandığı dönemdir. ‘Bedenimiz Bizimdir!’ görüşü hâkimdir. Kürtaj, cinsellik ve istismar gibi konuların temel alındığı dönemdir.
Kadın Özgürlük Kurulu 1968 yılında, kadınların problemlerindeki azalmayı eleştirmiş ve ‘Yeni Sol’ tarafından bile dile getirilmeyen cinsiyet ayrımcılığı, kadın ezilmişliği üzerinde durmuştur. Kurul, kısa bir süre için bu bağlamdaki kadın hareketlerine öncülük etmiştir ve böylece ‘Bağımsız Kadın Hareketleri’ ortaya çıkmıştır. Burada kullanılan ‘Özerklik, Bağımsızlık’ kavramı, anarşist hareketlerdeki kullanımıyla özdeş değildir. Kavramın buradaki anlamı; tüm geleneksel dayatmalar (Almanya ve kapatılan Kadın Sosyalist Enternasyonal) ve Yeni Sol politikasından, sistemin ürünü düşüncelerden bağımsızlıktır. Vurgulanması gereken önemli bir nokta da ikinci dalganın itici gücünün radikal feminizmin olduğudur. İlk dalga, karşıt düşünceleri içinde barındırmakla birlikte nasıl liberal feminizme bitişikse, ikinci dalga da aynı biçimde radikal feminist kurama bitişiktir. Gelecek kuşakları kurtarma politikasını terk ederek anı değiştirmeye yönelen radikal feminizm, ataerkinin yeniden üretildiği bir alan olan aileyi ve evlilik kurumunu radikal olarak sorunlaştırır. Ataerki kadını ve emeğini denetleyen bütün toplumsal yapılara yaygındır, ancak heteroseksüel erkek üstünlükçü aile kuşkusuz en önemlilerinden biridir.
Radikal feminizm, 1970'lerde kadın hareketlerinin en güçlü olduğu dönemlerde en çok sözü geçen iki akımdan biri. Kadın sorununun temeline inmeye çalışmışlar, sorunu patriyarka yani ataerkillik olarak tanımlamışlardır. Radikal feminizm, toplumda temel kötülüğün toplumun üzerinde şekillendiği kadına yönelik baskı (veya ataerkillik) olduğu ve düzenlenmeye karşı çıkmanın temelini tüm standart cinsiyet rolleri ve erkek hakimiyetine karşı çıkmakta gören feminizmin bir koludur. Radikal feminist kuram kadına vurgu yaparak onu güçlendirmeye çalışırken farklılık politikasına tutunur. Kadın ve erkek arasında bir farklılık tanımlarken, kadınları ortak bir payda olarak alır. Sınıf ve kültür gibi ayrımlara çok fazla itibar edilmeyince evrensel ataerkinin karşısına özsellikle tanımlanan bir evrensel kadınlık doğası konur. Ataerkiye karşı kısa vadeli bir tepki olarak verilen ayrımcılık, radikal feminist kurama yapışarak karakteristik özelliğine dönüşür ve bu tepkisel yaklaşım radikal feminizm tarafından aşılmadan ardından gelen feminizmler tarafından eleştirilerek aşılır. Kuşkusuz farklılık politikası ayrımcılıkla birleştiğinde ataerkil sistemin üzerinde durduğu düalist yapıyı destekleyerek tersine cinsiyetçilik üretmek gibi bir açmaza saplanmıştır. Diyalojik olmayan ötekileştirici bu yapıyı Amerikan feminizminin orta sınıf karakteri üzerinden eleştiren hooks, tam da bu nedenle feminizmin devrimci ve kuşatıcı bir eylemliliğe dönüşemediğini savlar. “Her ne kadar kendilerinin ‘radikal feministler’ olduklarını varsaysalar da tepkileri gericiydi. Temelde bütün erkeklerin bütün kadınlara düşman olduklarını ileri sürdüler ve bu sorunun çözümünü ütopik kadın ulusunda, ayrımcı birliklerde… buldular.”1 Oysa hooks’a göre feminizm, cinsiyetçi ezilmeyi sona erdirmek için verilen bir savaştır ve cinsiyetler arasındaki savaşı sona erdirebilir.
ÜÇÜNCÜ DALGA
Brezilyalı kadınlara göre feminizm 'Avrupa-merkezci'dir; yani, feminizmin kendilerinin yerel sorunları konusunda söyleyecek hiçbir şeyi yoktur: ırksal şiddet ve sağlık sorunları, ayrıca kadınların iş ararken karşılaşabilecekleri zorluklar. Aslında, bazı Latin Amerikalı kadınlar 'feminizm' sözcüğünü reddetmektedir. Ayrıca, gitgide daha fazla sayıda insanın farkına vardığı gibi, Batılı feministler cinsiyet ayrımına, toplumsal ve politik eşitsizliklere karşı mücadele ettiyse de, 'Üçüncü Dünya'daki kadınların daha fazla ve hatta daha çetrefilli sorunlarla uğraşması gerekmektedir. Bu kadınlar genellikle sınıf, kast, din ve etnik önyargılarla ilintili olan, kökü derinlere uzanan yerel inançlar ve uygulamalar biçimindeki cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele etmek zorundadır. Bazı ülkelerde, kadınların bu mücadeleleri demokratik bir yönetimin kurulması ve en temel özgürlüklerin elde edilmesi için verilen mücadeleyle birleşir ya da bu mücadele tarafından daha da karmaşık bir hale getirilir. Fakat Latin Amerika, Afrika ve ayrıca Asya ile Ortadoğu'nun bazı bölgelerinde kadınların sürdükleri yaşam lar kalıcı bir biçimde sömürgecilik ve yeni sömürgecilik akımlarından etkilenmiştir. 17. yüzyılda Britanya ve Avrupa'nın geri kalanı ile başlayıp 19. yüzyıldan itibaren Birleşik Devletler'in de katıldığı 'Birinci Dünya' ülkeleri dünyada çok geniş bölgeleri egemenlikleri altına aldı, yerel halkları politik ve ekonomik açılardan boyun eğmeye zorladı. Ve 21. yüzyılın başlangıcında da Birleşik Devletler askeri, ekonomik ve kültürel gücüne güvenerek dünyanın büyük bölümünde 'rasgele bir sömürgeleştirme' uygulamakta.
Feminizm ataerkillik, toplumsal cinsiyetçilik tanımları ile kadının yaşadığı durumu açığa çıkarmada çok önemli gelişmeler yarattı. Yaşamın her alanında toplumsal cinsiyetçiliği çözümleme temelindeki bakış bir çok teori ve değerlendirmenin, yöntemin yanlışlıklarını açığa çıkardı. Özne-nesne ayrımına dayalı, doğaya işkence ederek ondan bilgi koparmaya dayalı eril bilim anlayışı deşifre oldu. Sosyal bilimlerin kadın konusundaki iki yüzlülüğü açığa çıktı. Tarihin ne kadar tek yanlı ve yalan olduğu ortaya çıktı. Ancak ortaya saçılmış bu kadar şeye rağmen feminizmin yaşadığı parçalanma ve günümüzde de postmodernizmin yarattığı kafa karışıklığı nedeniyle ürettiği bilgileri ve birikimin kadın özgürlüğü ve kadın sorunlarının çözümünde rol oynayamadığını görüyoruz. Diğer yandan batı merkezli bakış açısını aşamamış olması başta yaşadığımız Ortadoğu gerçekliği olmak üzere tüm kadınları kapsama gücünü gösteremedi. Bizim feminizmi gerçek anlamda radikalleştirecek, sistem karşısında bir güç haline getirecek alternatifi yaratmamız gerekiyor. bunu sadece feminizmi kurtarmak için değil, o potansiyeli ve gücü sevk edebilme açısından belirtiyoruz. Tüm kadınlar adına yada geleceğe dair her şeye temkinli ve iktidarcı yaftalamasıyla yaklaşıyorlar. Feminizm mevcut haliyle ütopyaya sahip değil. Yani bir gelecek ve alternatif sistem arayışı yok. Feminist ütopya kapsamında ismi geçenler de bunu sadece edebiyat alanında yapmışlaradır. Ursula le guin, C. Perkinson gillman gibi erkeklerin olmadığı yada toplumsal cinsiyetçiliğin altüst edildiği kadın ülkeleri hayal edilmiştir. Biz geleceğe dair de değil günümüzden başlayan bir kadın ütopyasına sahibiz. Bir çok arkadaşın hayali de tıpkı o ütopik feministlerde olduğu gibi kadın şehirleri kurmak. Oysa biz onlardan çok daha yakınız hatta farkında değiliz ama bir çok şeyi gerçekleştirmiş durumdayız. Geçenlerde nazan Üstündağ “biz kediyiz onlar kaplan, onlar insansa biz embriyoyuz” diye bir cümle kullandı.
Tıkanma noktaları: batı eksenli olma, pozitivist-oryantalist etkiler, tüm kadınları kapsayamama, modernist alışkanlıklarla liberalleşen mücadele anlayışı, teorideki parçalılık ve post modernist etkilerin yarattığı sonuçlar. Bunları aşacak bir yaklaşım oluşabilir mi? Kadın sorunu sadece bir cins sorunu değilse feminizm bunu aşacak bir ufuktan yoksun durumdadır. Mevcut durumda akademik alanda kadın bilimi adına yapılan çalışmalar var ama bunların kadın özgürlüğüne katkıları ne düzeyde?
DERLEME 13. BÖLÜM
YORUM GÖNDER