AİLE SORUNU VE AİLENİN DEMOKRATİKLEŞMESİNİN ÖNEMİ
Aile sorunu, toplumsal değişimi hedefleyen her devrimci hareketin önünde duran ve ivedilikle çözülmeyi bekleyen bir konudur. Bu nedenle tarihten günümüze toplumsal değişimi hedefleyen her hareket, benimsediği ideoloji referansıyla aileye bir yaklaşım geliştirmiştir. Aile nedir? Aile nasıl temel bir sorun haline geldi? Ailenin aşılması veya demokratikleşmesi mümkün mü? Yazımızın çerçevesinin elverdiği oranda tarihsel süreç boyunca aile olgusunun gelişimini kısaca ele alarak bu sorulara cevaplar oluşturmaya çalışalım.
Toplumsal örgütlenme formu olarak aile
Aileyi en geniş anlamıyla kan bağına dayalı bireylerin birlikte yaşadığı, en küçük toplumsal örgütlenme birimidir. Bu anlamda ailenin tarihi çok eskilere dayanır. Kadın etrafında toplumsallığın başladığı, toplumsal örgütlenmelerin geliştiği dönemlere kadar uzanır. Ancak günümüzde aile, hem kavramsal hem form olarak farklı anlamlar yüklenmiştir. İnsanların özgürce birlikte eyleyip, yaşadığı alanlar olmaktan öte kadın- erkek ilişkilerinin eşitsizlik temelinde derinleştiği, iktidar ve hiyerarşinin deneyimlendiği bir alana dönüşmüştür. Daha özlü bir ifadeyle belirtmek gerekirse, devlet örgütlenmesinin bir minyatürü konumuna gelmiştir. Aile içinde erkeğin kadın üzerindeki hiyerarşik, iktidarcı, sömürgeci ilişkisi tüm toplumsal ilişkilere yedirilmiş durumdadır. Kadının köleliği ile başlayan süreç zamanla toplumsal köleliğin geliştirilmesine kaynaklık etmiştir. “Toplumun karılaştırılması” olarak da tabir edilen bu durumun deneyimlendiği ve normalleştirildiği alan aile kurumu olmaktadır.
Bu bağlamda ele aldığımızda tarihsel süreç boyunca aile kurumunun her zaman hem koyu savunucuları hem karşıtları olmuştur. Muhafazakar ideolojiler öncelikle aile ideolojisine dayanarak kendini sürdürmeye çalışırlar. Yani geleneksel aile ilişkilerini kuruyarak, kadın ve erkeğe biçilen toplumsal rolleri koruyarak kendini sürdürme eğilimindedirler. Bu nedenle milliyetçi, dinci, cinsiyetçi gibi muhafazakar ideolojilerde aile son derece önemli bir kurum olup, savunulması, korunması, değişimine müsaade edilmemesi gereken bir alandır. Diğer yandan anarşistler, sosyalistler, feministler gibi toplumsal özgürlüğü savunan hareketler mevcut aile yapılanmasının, aile içindeki kadın- erkek ilişkilerinin toplumsal özgürlüğe engel oluşturduğu düşüncesiyle reddeder, karşı dururlar. Mevcut formun aşılması gerektiğini ileri sürüp, bu temelde önermelerde bulunurlar.
Ataerkil aile, tıpkı devlet gibi toplumsal olan ile iktidarı iç içe geçirdiğinden kendisini toplum nezdinde vazgeçilmez olarak sunar. Aile toplumsal birim olma özelliğiyle, insanın barınma, korunma, dayanışma, beslenme, soy sürdürme gibi yaşamın devamını gerektiren temel işlevleri de üstlenir. Sadece maddi anlamda yaşamın sürdürülmesini değil aynı zamanda manevi paylaşımların yapıldığı bir alanı da oluşturmaktadır. Bilinmez olanın korkutuculuğu, tanıdık olanın güven duygusu aileyi tüm olumsuz yanlarına rağmen vazgeçilmez kılar. Mevcut ataerkil aile yapılanmasında kadın- erkek ilişkisi darbelenmiş, özgürlük değerlerinden büyük oranda uzaklaşıp, anlam yitimine uğramış olsa da insanların toplumsallık ihtiyacını karşılayan daha gelişkin ve ikna edici örgütlenme formları geliştirilmeden ailenin vazgeçilmezliği her daim temel bir gündem olmaya devam edecektir.
Ailenin gelişimi
Kadın etrafında gelişen toplumsallığın ilk örgütlenme biçimi olan klan, bir anlamda ilk aile örgütlenmesidir. Kadın ve erkeklerin aynı toplumsal birim içinde yaşadığı beslenme, barınma, dayanışma, birlikte eyleme, soy sürdürme gibi temel işlevleri gerçekleştirdiği toplumsal örgütlenmedir. Klan toplumsal değerlerin üretim alanı olduğu gibi bunun yeni kuşaklara aktarıldığı ve sürekliliğinin sağlandığı yaşam alanıdır da. Yapılan arkeolojik kazılarda açığa çıkan verilerden ve günümüze kadar gelen mitolojik anlatımlardan neolitik dönemde toplumsallığın kadın etrafında geliştiği klan formundaki bu örgütlenmede kadın ve erkek arasında mülkiyet ve iktidar ilişkilerine rastlanmaz. Döneme damgasını vuran ana tanrıçalık kültürü, kadını toplumsal yaşamda başat hale getirirken, toplumsal ilişkiler özgürlük temelinde inşa edilir. Bu sadece tarihin bir döneminde yaşanıp, bitmiş bir yaşam biçimi değildir. Günümüzde de dünyanın farklı yerlerinde bunun örneklerine rastlanmakta. Değişik ülkelerde yaşamını sürdüren pek çok ana soylu topluluk var. Çin’de Tibet- Birman halklarından olan Mosuo, Endonezya’da yaşayan Minangkabau, Nijerya ve Mali sınırında yaşayan Tuareg toplulukları bunlardan sadece bir kaçıdır.
Günümüzde yaşayan bu doğal toplumlarda da klan örgütlenmesi ana soyluluk temelindedir. Ataerkil ailenin temel bir bileşeni olan evlilik kurumu bu topluluklarda yoktur yada ataerkil sistemden çok farklı şekilde kadın ve erkeğin kısa süreliğine bir araya gelmesi biçiminde yaşanır. Kadın birlikte olacağı kişiyi kendisi seçer, bunun için bir duyuru veya merasim yapmasına gerek duyulmaz. Anlaşmadıklarında ise bu ilişkiye son verip, başka biriyle birlikte olabilirler. Bu topluluklarda cinselliği paylaştığı erkekle aynı çatı altında yaşamamak temel bir kuraldır. Erkek kendi annesinin kılanında yaşar. Doğan çocuklar ise annenin yanında, klanında kalır. Yani baba kavramı çok belirgin bir kavram değildir. Bu nedenle “koca” kavramı yerine dostluk anlamına gelen kavramlar kullanılır. Cinsellik iki cins arasında mülkiyet ve iktidar ilişkisine zemin sunmaz. Eşler tercihlerinde, yaşamlarına dair alacakları kararlarda özgürdür.
Mitolojik anlatımlarda, kutsal evlilik törenlerini anlatan mitlerde de benzer bir durumu görüyoruz. Kutsal evlilik, doğal toplumda yılda bir baharın gelişini, doğanın uyanışını simgelemek için tanrıça ve tanrının birleşmesini temsil eden kutlama ritüelidir. Yılda bir yapılan bu ritüellerden sonra genelde eşler bir daha bir araya gelmezler. Yani aile kurumu ile evlilik henüz iç içe geçmemiş, evlilik kurumu gelişmemiştir. Kadın ve erkek arasında yaşanan cinsel ilişki biçimi, belli kuralları olan özgür birlikteliklerdir. Elimizdeki mevcut bilgiler ışığında tarihte bu geleneğe ilk karşı çıkanın Gılgameş olduğunu görüyoruz. Tanrıça İştar’ın kutsal evlilik teklifine karşı çıkan Gılgameş, büyük bir öfkeyle, İştar’ı red eder, ‘sen daha önceki sevgililerinin başına ne getirdiysen benim başıma da onu getireceksin’ minvalinden sarf ettiği sözlerle, bu gelenekten koptuğunu ifade eder. Gılgameş destanında ana soylu topluluklar yerine ataerkil aile kurumuna geçildiğinin izlerine de rastlıyoruz. Gılgameş, tapınaktan aldığı bir rahibe ile evlenerek kendisinin belirleyici olduğu, kadının ev ve çocukla sınırlı kaldığı ataerkil aileyi kurar. Ana soylu klan geleneğinden kopuş, ataerkil aile kurumu ve devlet aynı dönemde gelişir. Tanrıçanın güçten düşmesiyle (yani kadının güçsüzleşmesiyle) başlayan ataerkil aile yapılanmasında tanrı-erkek imgesi giderek güç kazanır. Kadın-erkek ilişkileri kadın ve toplum aleyhine bozulmaya başlar, aile iktidarın geliştiği zemine dönüşür.
Ataerkil aile
İlk ataerkil aile formu hanedanlık tarzında gelişir. İktidarın, hiyerarşinin, evliliğin aile kurumunun merkezine konulduğu, erkeğin hükmedici cins olduğu, soyun babadan sürdürüldüğü geniş aileyle yeni bir dönem başlar. Önderlik, aileyi hanedanlık ideolojisinin işlevselleştiği kurum olarak tanımlar. ” Her erkek ailede bir hanlığın sahibi olarak kendisini algılar. Ailenin çok önemli bir gerçeklik olarak algılanmasının altında bu hanedanlık ideolojisi çok etkindir. Ailenin ne kadar çok kadın ve çocuğu olursa, erkek o denli güvence ve onur kazanır.” Hanedanlıkla birlikte kadın erkeğin iktidarının gelişmesinin basit bir aracına dönüştürülür. Erkeğin hizmetini ve soyunu sürdüren, iradesi elinden alınmış bir köle gibidir. Bu aile modelinde mülkiyet ilişkisi insan ilişkilerinde yansımasını bulup, erkek çocuk ve kadınlarda dahil olmak üzere her şeyin sahibidir. Kapitalist sistemin geliştiği 18. yüzyıla kadar hanedanlık ve geniş aile temel form olmaya devam eder.
Kapitalist sistem, sömürüyü derinleştirmek için özgürlük sloganına başvurur. Topluma hükmedebilmek için bireyciliği öne çıkarır, çekirdek aileyi modernleşmenin temel formu olarak ortaya koyar. Bu durum kadın- erkek arasında gelişen egemenlik ilişkisini aşmak bir yana sömürüyü daha fazla derinleştirir. Kadın hem ev içinde ataerkil sistem ve dolayısıyla kapitalizmin sömürüsüne hem de kamusal alanda en ucuz işgücü olarak kapitalizmin sömürüsüne tabi olur. Aile sorunu derinleşerek devam eder. Çünkü sorunun kaynağında yer alan iktidar ve sömürü konusunu aşmak bir yana kulağa hoşgelen ama sömürüyü perdeleyen sloganlarla ve politikalarla bu durumu derinleştirirler. Kadın hiçbir dönemde kapitalist sistemde olduğu kadar metalaştırılmamış, derin sömürüye tabi tutulmamıştır. Kapitalist sistemin vardığı nihayi nokta ailenin dağılması, bireyciliğin derinleşmesi, toplumsallığın parçalanması tarzında olur.
Aile sorununa alternatif arayışlar
Tarihsel süreç boyunca ailenin kaotik, boğucu, özgürlük önünde engel oluşturan yanlarına karşı alternatif arayışlar da olmuştur. Bu konuda 11. yy da Avrupa’da yaygın bir örgütleme sağlayan Beginler, kan bağına dayalı, cinselliği içine alan aile örgütlenmesi yerine kadınların kendi iradesini açığa çıkarabileceği bir örgütlenme biçimi geliştirirler. Kadınların birlikte yaşayıp, eylediği bu komün hareketleri ataerkil aile yapılanması dışında kadınlar için bir yaşam alanı olur. Manastırlardaki kadınların yaşamı da aynı tarzda değerlendirebiliriz. Erkeğin denetim alanı dışında kadınların bir arada yaşadığı yaşam alanlarıdır.
Bu konuda 5. yy sonlarında ortaya çıkan Mazdeizm daha özgürlükçü bir yaklaşıma sahiptir. Her tür mülkiyet ilişkisini reddeden bu komünal harekette kadınlar özgür seçimlerde bulunur. Aile kurmak ve evlilik ilişkisi özgür tercihlere dayalıdır. Kadının bu toplulukta ne kadar etkin olduğunu yüzlerce yıla damgasını vuran Hürremizm hareketi ortaya koymaktadır. Mazdek’in hem eşi hem yoldaşı olan Hürremin geliştirdiği hareket toplum tarafından benimsenip, geniş bir alana yayılır. Aynı coğrafyada gelişen Karmatilerde de mülkiyet ilişkisi olmadığı gibi kadın- erkek ilişkisi özgürlük temelidir.
1863 yılında Rusya’da yayımlanan Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı romanında ataerkil aile yapılanması karşısında kadın- erkek ilişkilerinde mülkiyet ilişkisinin ortadan kaldırılmasına dair arayışlar konu edilir. Bu konuda ikili ilişkilerin sahiplenme, mülkiyet ve kontrol etme duygusunu uyandırdığı bu nedenle üçlü ilişkilerle bunun aşılabileceği yönlü düşünceler ileri sürülür. Romanda Vera Pavlovna’nın kendisi ve geleneksel aileyle verdiği mücadele ve alternatif arayışlar derinlikli işlenir. Kitapta, küçük burjuva ahlak anlayışı, ataerkil-feodal evlilik ve aile anlayışı eleştirilir. Devrimci alternatif yaşam biçimlerinin nasıl olabileceği sorgulanır.
Sosyalizm, özünde özgür bir toplumsallığı oluşturma amacıyla aile sorununu ele almıştır. F. Engels’in ‘Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’ kitabında kadın ve erkek arasında yaşanan uzlaşmaz çelişkiden bahsedilir. Bu kitapta, erkeğin kadın üzerinde geliştirdiği mülkiyet ilişkisinin ilk mülkiyet olduğunu ortaya koyar. Bu ilişki özgürlük temelinde yeniden geliştirilmeden toplumsal sorunları sosyalist bir perspektifle aşma imkanı olmadığı tespiti yapılır.
Sosyalizmin pratikleştiği Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında da aile yapısının değişimine dair önemli adımlar atılır. Evlilik olmadan cinselliğin yaşanmasının suç olmaktan çıkarılması, boşanma ve kürtaj hakkının tanınması, toplumsal cinsiyet farklılığını ortadan kaldırmaya yönelik önemli adımlar atılır. Kadın işi olarak görülen ev içi işler kamusal alana taşınır. Bu amaçla ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, kreşler, bakımevleri açılır. Bu politikalarla kadının toplumsal alanda etkili ve belirleyici olması hedeflenir.
Bu politikalar geleneksel aile biçiminin hızla çözülmesini sağladı. Ancak aynı oranda özgür temelinde ilişkiler geliştirilemedi. Güç yitimine uğrayan ataerkil sistem bu durumu bir tehlike olarak görüp, devrimin ilk on yılı dolmadan geri adım atarak, kadını tekrar geleneksel aile ilişkilerine çekmeye çalıştı. Bu durum sosyalizmden geri adım atıp, kadın üzerinde erkek sömürgeciliğinin devamından yana tavır almak demekti. 1930’lu yıllardan itibaren Reel Sosyalizmin gerilemeye başlamasının en temel sebeplerinden birinin geleneksel aile ilişkilerine geri dönüş olduğunu belirtebiliriz.
Bu konuda köklü arayışları olan hareketlerden biri de Feminizmdir. Feminist hareketler, erkeğin kadın üzerinde geliştirdiği mülkiyet ilişkisinin sömürgeciliğin ilk halkasını oluşturduğu tespitiyle değişik önermelerde bulunurlar. Aileyi hatta erkeği bir bütün reddeden akımlar olduğu gibi, toplumsal işbölümünü ortadan kaldırmayla bu sorunun aşılacağını önerenler de olur. Feminizmin, ataerkil sistem tanımlaması, kadın- erkek arasındaki sömürü ilişkisini analiz etmesi, bu alandaki sömürüyü, iktidarı, mülkiyetçiliği görünür kılması bakımından son derece önemlidir. Bu güçlü tespitlere rağmen sorunun aşılması temelinde güçlü önermelerde bulunmaması zayıf yanını oluşturur.
Özgürlük perspektifinden aile sorununu tanımlamak: nasıl yaşamalı?
Aile sorunu çözülmeden toplumsal özgürlükte yol alınamayacağını Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin daha ilk yıllarında fark eden Önderlik, 1987 yılında kadın ve aile çözümlemelerine başlar. Toplumsal özgürlüğün kadın özgürlüğünden geçtiği temel tespitiyle, aile çözümlemelerine ağırlık veren Önderlik, özgür kadın ve erkeği yaratmayı özgürlük mücadelesinin merkezine yerleştirir. Kadını sosyolojinin temel birimi olarak ele almak gerektiğini belirtir. “Kadını sosyal ilişki yoğunluğu olarak incelemek, bu nedenle sadece anlamlı değil, toplumsal kördüğümleri aşmak (çözümlemek) açısından da büyük önem taşır “ der. Kadın çözümlenebildiği oranda toplumsal ilişkiler dolayısıyla erkek ve aile çözümlenebilir.
Tüm eşitsizliklerin, köleliklerin, despotlukların, faşizmin ve militarizmin beslendiği ana kaynağın kadın- erkek arasında yaşanan eşit olmayan ilişki biçimi olduğunu belirten Önderlik; “Eşitlik, özgürlük, demokrasi, sosyalizm gibi adı çok geçen sözcüklere hayal kırıklığı yaratmayacak geçerlilikler yüklemek istiyorsak, kadın etrafında örülen ve toplum-doğa ilişkisi kadar eski olan ilişkiler ağını çözmek ve parçalamak gerekir. Bunun dışında gerçek özgürlüğe, eşitliğe (farklılıklara uygun), demokrasiye ve ikiyüzlü olmayan bir ahlaka gidecek başka bir yol yoktur.” der. Kadın- erkek arasındaki ilişkiler özgürleştirilmeden hiç bir toplumsal sistemin başarı şansının olmadığını vurgular. Devrim çalışmasına cinsler arasında bozulan bu ilişkilerin özgürleştirilmesini merkezine alan bir perspektifle yaklaşmanın gerekliliğini ortaya koyar. Kırk yılı aşan mücadele boyunca kavramsal- kuramsal- örgütsel çalışmalar bu perspektifle geliştirilir. Aile sorunu devrimin çözümlemesi gereken temel sorunlardan biri olarak ele alınır.
Ancak 2019 yılında Önderlik bir kez daha aile üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini vurgulayıp, Jineolojinin bu konuya eğilmesini belirtti. Kırk yılı aşan özgürlük mücadelesi ve kadın kazanımlarına rağmen aile sorununun halen temel sorun olmaya devam ettiğini, bu konuda daha somut adımların atılması gerektiğine dikkat çekti. Aile sorununu özgürlük temelinde çözmeden hiçbir kazanımın kalıcı olma şansı olmadığı gibi devrim yapma şansımızın olmadığı da aşikar.
Peki kadının özgürlüğü tek başına ailenin değişmesi yada aşılması için yeterli bir durum olabilir mi? Kadın özgürlüğü toplumsal özgürlüğün temel ilkesi olmakla birlikte tek başına yeterli olmadığı aşikardır. Denilebilir ki özgürleşen kadının yanı başında yer alan geleneksel bir erkek en büyük tehlikedir. Başka bir ifade ile erkeğin özgürleşmediği bir toplumsallıkta kadının özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmaz. Kadının özgürleşme sorunu olduğu kadar erkeğinde egemenlik ilişkisinden kendini özgürleştirme sorunu vardır. Mevcut aile ilişkisi erkeğin iktidarı, kadının köleliği üzerine kurulmuştur. Aile, kadın erkek ilişkisinden öteye kurumsallaşması, zihniyeti, değer yargıları, kültürü ve hukukuyla birlikte bir bütünü ifade etmektedir. Bu yapılanmalar ataerkil değer yargılarıyla şekillenen yapılanmalardır. Ailenin kısa ve orta vadede aşılması ve yerine farklı bir formun konulması zor bir ihtimal gibi. En azından mevcut durumda bu böyle. Çünkü aile aynı zamanda toplumsal işlevinde üstlenmiş durumda. Bu işlevi ve sorumluluğu üstlenecek bir yapılanma oluşturulmadan ve toplum tarafından benimsenmeden aileyi ortadan kaldırmak daha derin sorunlara yol açabilir. Bu konuda Önderliğimiz temel model olarak özgür eş yaşamı önermekle birlikte, ailenin de demokratikleştirilmesi gerektiğini vurgular. Özgür eş yaşam cinsler arasında bozulan ilişkileri düzeltmek için uzun vadede yerine getirilebilecek bir perspektiftir.
Oysa aile kaynaklı sorunları tüm aciliyetiyle çözülmeyi beklemektedir. Her gün yüzlerce kadın aile içi şiddetle katledilmekte, ataerkil sistem aile kurumunda yeniden üretilmekte, toplumsal kriz derinleşerek devam etmektedir. Bu nedenle sorunun çözümlenmesini sağlayacak bir perspektifle konuyu ele almak durumundayız. Bu da ailenin demokratikleşmesidir. Aileye karşıtlık temelinde bir yaklaşım sorunun çözümüne katkı sunmaz. Aile içinde kadın- erkek ilişkilerinin özgürleşmesine yoğunlaşan bir yaklaşım ilk etapta sorunların bir bütün aşılmasını sağlayamazsa bile zamanla azalmasına yol açabilir.
Ailenin demokratikleşmesini nasıl sağlayabiliriz? Aile, pratikleşmesi de olan bir ideoloji olarak zihniyet, kültür ve kurumsallaşması ile oldukça güçlü bir yapıdır. Ailenin demokratikleşmesi her şeyden önce zihniyet değişimini gerektirir. Kadın- erkek arasında kurulan iktidarcı, geri, geleneksel ilişkilerin her iki cins açısından yaşamı zorlaştırdığı ve cehenneme dönüştürdüğü kavratılır, saygın ve zengin ilişki biçimlerinin mümkün olduğu bilinci açığa çıkarılırsa değişim yaşanabilir. Sanatı, eğitimi ve medyayı ailenin demokratikleştirilmesi bilincini geliştirmek amacıyla değerlendirmek son derece önemlidir. Bir konu diğer önemli bir çalışma kadını erkeğe muhtaç kılan ilişki biçiminin aşılması için kurumsallaşmanın ihtiyaçlar doğrultusunda yaygınlaştırılmasıdır. Kadınların savunmasından, eğitimine, ekonomisinden siyasete yaşamın her alanında güçlendirip, irade olabilmesini sağlayan örgütlenme ağının geliştirilmesi son derece önemlidir. Kısacası kadın ve erkeğin yaşamın her alanında eşit temelde katılım sağladığı yeni bir kültür oluşturmak durumundayız. Bunu başarabildiğimiz oranda ailenin demokratikleşmesi mümkün olabilir. Devrimci çalışmaların toplumsal yaşamda kalıcılaşmasına ve özgürlük temelinde gelişmesine yol açabiliriz.
ÖZGÜR UMUT
YORUM GÖNDER