TÜRKİYE'DE ULUS-DEVLET VE DEMOKRATİK ULUSLAŞMA SÜRECİ -2-
Türk uluslaşması milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa dayanarak ilerledi Feodal Osmanlıdan cumhuriyete, katı üniter bir ulus-devletle geçilmesi, imparatorluğun dağılmasının önlenmesi kaygıları, canlı bir pazar ekonomisi zemininin hiç oluşmamış olması Türk uluslaşmasının hadikapları olarak belirdi. İktidar, İttihat ve Terakki ile merkezileştirilmeye çalışılırken, sermaye gücü Almanya'nın da etkisiyle azınlık malvarlıklarından devşirilmeye çalışıldı. Türk uluslaşması başlarken, milliyetçiliğe ve hatta ırkçılığa dayanarak gelişmeye başladı. Türk uluslaşmasındaki bu etki, cumhuriyet dönemine tek dil, tek ulus ve tek devlet anlayışıyla derinleştirilerek taşırıldı. Fransız devletinin Jakobenist üniter yapısı da örnek alınınca, milliyetçilik Türkiye'de çok güçlü bir resmi ideoloji haline gelmiş oldu. Atatürk milliyetçiliğinin yurtseverlik ve kültüre dayalı özü bile bir süre sonra devletin güçlü resmi görüşü içinde kitle uyuşturma aracı haline dönüştürüldü. 1950 sonrası Türkiye'de artan sınıf ve tabakalaşmaya karşı yeniden canlandırılan ülkücü milliyetçilik, 1980 sonrası eklenen Sünni İslam öğeler milliyetçiliğin değişimden ziyade derinleşerek devam etmesini sağladı. Avrupa'daki komünal, konfederalist özyönetim deneyimlerini hiç yaşamayan Türkiye uluslaşması, uluslaşmanın doğal bir yönetim biçimiymiş gibi ulus-devleti benimsemiş oldu. İşe antidemokratiklikle başlanması Türkiye'de devlet-toplum-ulus içindeki farklılıklar çelişkisini sürekli canlı tutacaktı. Devletin sorunlu oluşumu, ulusu da sürekli kriz halinde tutuyordu. Devletle ulusun bu kısmen gayri meşru birleşmesi hem tüm toplumsal sorunların çözümü olarak görülüyor hem de ne yazık ki yaşamın çeşitliliği bu çözümü kaldırmayıp farklılık üretmeye devam ediyordu. Ulusun devlet çözümü tüm sorunların kaynağı haline gelmeye başlamıştı. Türkiye'de başta Kürt sorunu olmak üzere, birçok sorunun kaynağında milliyetçi, merkezci bakış açısı vardır. Hiçbir farklılığa izin vermeyen, devlete hakim toplumsallaşmanın çıkarını içte ve dışta hep birincil kılmaya çalışan uluslaşma anlayışı sorun üretmektedir. Kerkük'e, Bulgaristan'a, Orta Asya'ya, Güneydoğu Anadolu'ya, kısaca ilgili her yere antidemokratik ulusçu gözüyle bakılmaktadır. Devlet çıkarlarıyla ulus çıkarları o kadar özdeş görülmektedir ki toplumun devlet söylemeden birşey istemesi tehlikeli görülmektedir. Demokrasi, yani toplumun kendisi için bir şey istemesi, eğer devlet vermemişse en büyük tehlike olmaktadır. Devlet büyüklerinin dediği gibi komünizm getirilecekse, faydalıysa toplum için onu en iyi devlet bilir ve getirirdi. Bir ulusu birçok sınıf, zümre, mezhep, etnik yapı oluşturmasına rağmen, bu cumhuriyetin milliyetçilik etkisindeki devlet-toplum yapısı sınıfsızlık, zümresizlik üzerine bindirildi. Hiçbir zaman sınıfsızlığı yaratacak kadar demokrasi uygulanmadan...Kürt halkı başta olmak üzere, Arap, Çerkez, Laz, Arnavut, Boşnak, Rum, Ermeni etnik-ulusal toplumlar antidemokratik ulus anlayışı gereği, ama esasında da devletin merkezi çıkarları gereği merkezi ulus içinde eritilmeye çalışıldı. Çünkü farklılıklara dayalı ulusal çeşitliliği ulusal devlet yönetemediği gibi, merkezi ulusal kar sistemine de katamazdı. Kültürel, mezhepsel erimeler de işin cabasıydı. Türk uluslaşması yeniden tanımlanmalı Bu tarzdaki Türk uluslaşmasının ve etrafındaki kurumlaşmanın krizde olduğu açıktır. En başta, toplum, kendisini nasıl tanımlayacağı konusunda çelişkidedir. 20. yüzyıl ulusal yapıları dağıldıkça ulusal devlet, ulusal çıkar vb. birçok kavram yeniden tanımlanma ihtiyacı duyuldukça, toplum kimliğini de yeniden tanımlama ihtiyacı duyuluyor. Devletle aynı krizlere sürüklenmek zorunda mıyız diye sorgulamalar gelişiyor. Devletin çıkarının tüm ulusun çıkarı olmadığı, 70-80 yıllık cumhuriyet sınıflaşması sonucunda iyice açığa çıkmış durumda. İç ve dış ulusal güvenlik kavramları tartışılıyor. Türkiye, 70 yıldır iç ulusal güvenlik konseptleri oluşturan tek ülkedir. Kırmızı çizgiler tartışılıyor. ABD'nin dışarıya karşı geliştirdiği saldırganlık eleştirilirken, Türkiye milliyetçiliğinin dış hevesleri da toplumca sorgulanır durumda. AB sürecine giderken, Kürtler ve Alevilerin tüm kültürel haklarıyla kabulü tartışılıyor. Saydığımız bu gibi verilerin hepsi, Türk uluslaşmasının yeniden tanımlanması ihtiyacına işaret ediyor. Devletin, artık ulusa dar gelmeye başladığını gösteriyor. Uluslaşma odaklı siyasal partiler krizde. Çünkü ulusal denilenden devlet odaklı olma anlaşıldı. Devletin kendisini ve ulusu antidemokratikleştirdiği çerçevede partiler de bunun uygulayıcıları oldular. Hiçbir parti toplumsal çeşitliliğe ve farklılığa denk bir siyaset yürütemedi. Partilerin geldiği sonuç, ya ulus içinde en kabul edilebilir farklılıklara -müslüman kesim- açılım oluyor ya da küreselleşme karşısında direnişe geçen ulus-devlet milliyetçiliğinin daha da gericileşmesine sarılma ve marjinalleşme -CHP-oluyor. Dünyadaki milliyetçiliğin ırkçılaşması, doğaya hakim olma olgusunun ekolojik felakete dönüşmesi, kar olgusunun muazzam işsizliği doğurması şeklindeki kapitalist kendini yeme gerçeği Türkiye'de ulusal çöküntü, toplumsal yozlaşma, kadın intiharları, yeniyetme kar olgusunun makrolaşması ve Kürt odaklı yeni milliyetçi dalgalanma şeklinde yansıyor. Çözüm demokratik uluslaşmadır; Türkiye uluslaşmasının önünde temelde iki yol var. Ulusüstü sermayeyle gidilen uluslararası siyasal yapılanmalara eklemlenerek yaşanacak olan kozmopolit uluslaşma, birinci seçenek olabilir. Küresel şirketlerin amacı ulusların gerçeğine ve çıkarına saygı olmayacaktır. İktidar, ekonomik ve sistemsel çıkarları gereği insanların beyin ve duygularına kadar indirgenmektedir. İnsan ve toplumlar eritilip eklemlenerek yönetilmektedir. Küresel şirketler çıkarları gereği ulus-devleti bile 'gözyaşı'na bakmadan aşma kararlığındayken uluslara daha iyisinin düşmeyeceği açıktır. Ulusal erime, yoğun değer yitimi, ulusun iç ve dış etnik-ulusal çatışmalara çekilmesi, yönetime daha çok bağlama ama daha az demokrasi, daha az eşitlik, daha az özgürlük sahibi kılma uluslar için şimdiden yaşanan süreçtir. Dünyada bazı güçler küresel siyasal yapılanmalara gidebilmişlerdir. Bazıları da kısmen bağımsızlığını koruyup sistem içinde yaşayabilmektedirler. Türkiye ise, ne ulus-devletten vazgeçebilmekte ne de ulusüstü siyasal yapılanmaya girebilmektedir. Ulusüstü antidemokratik yapılanmaların bir şey kazandırmayacağı göz önüne getirilirse, Türkiye'nin sürekli kaybettiren bu arada kalma konumunda daha fazla kalamayacağı söylenebilir. İkinci seçenek, demokratik uluslaşma olabilir. Demokratik ulus bilinci, en başta ulusun devletin değil, toplumun bir formu olduğu bilincine dayanır. Ulusun, devletleştirilmiş ve böylece saptırılmış bütün oluşumları dışındaki değerlerini kabul eder ve tabanı sayar. Aslında tüm ulusların, merkezi devlet yapıları tarafından ele geçirilmelerinden sonra da ulusal şekillenişleri evrimini devam ettirmiştir. Dil, kültür, siyasal formlar, ekonomik faaliyetler ulus içinde değişik renkler taşıyarak sürmüştür. Çoğu zaman bu değerler, devlet değerleriyle çatışır pozisyona gelebilmiştir. 1848-1871 dönemi yenilgisinden sonra da, ulusun komünal demokratik özyönetim çabaları bitmemiş, sınıfsal, ulusal savaşlar ve süreklileşen demokratik çevreci, feminist mücadeleler şeklinde varlığını sürdürmüştür. Devletin krize girdiği ve ulusun yeni yönetim biçimlerini aradığı bir dönemde ulusun küresel şirketler yönetimi yerine, özyönetim arayışı yeniden canlılık kazanma fırsatı bulmuştur. Ulusun devletten ayrışma zamanı gelmiştir. Bu devletin hakimiyetinden kurtulma anlamına gelir. Dilin, kültürün, mezhebin, dinsel inanışların, ekonomik üretim ve hatta pazarın gelişmesi için devlete ihtiyacı zannettiğimizden çok daha azdır. Ortaçağın sonlarında da bu değerler, karma bir ekonomi, çok canlı dil ve kültür çeşitliliği, dini inanış özgürlüğü şeklinde olmak üzere, birçok yerde özyönetimler altında yaşanabilmekteydi. 16. ve 17. yüzyıllarda ulusun eşit ve özgür, demokratik yapılarla daha fazla gelişebileceği inanışı hakimdi. Demekki günümüzde ulusu devlet yönetimine terk etmek yerine, demokrasi sistemiyle anmak, daha yerinde olabilir. Ulus-devlet yerine demokratik ulus kavramı, ulusun oluşum tarihine daha uygundur. Yukarıda da belirtildiği gibi, ulusla devlet ancak 18. ve 19. yüzyılda bir araya gelebilmişlerdir. Alttan alta ulusun farklılıkları korunarak bu birleşme sağlanmıştır. Halbuki demokrasi toplumun tarihi kadar eskidir. Kendi özyönetim ilkesi olarak demokrasi sistemi, klan, kabile, kavim, millet, ulus tarafından tüm devletli sistemlerden daha fazla uygulanagelmiştir. Ulusun daha 12. yüzyıldan itibaren oluşmaya başladığını düşünürsek, 18. yüzyılın sonuna kadar monarşiden, kapitalist kent ve devlet yönetimlerinden ziyade, demokrasi yönetimiyle daha fazla haşır neşir olduğunu görürüz. Ulusu devletin kategori alanından bütünüyle çıkartıp yerli yerine oturtmamız ve kendi özyönetimine bağlamamız, devletle hiçbir ilişkilenmesinin olmayacağı anlamına gelmez. Devletin demokratikleştirilmesi için ulusun demokratikleştirilmesi şarttır. Bu cumhuriyetin içine demokrasiyi yerleştirmeye benzer. Sonuçta çatışmadan ziyade, ulusun devletle sınırlı bir uzlaşmayı yaşayacağı anlamına gelir. Bir de demokratik ulus gerçeğine rağmen birçok yerde devletin ulusu gerçeği de olacaktır. Bu ikili durum, çatışılarak ortadan kaldırılamaz. Bu anlayış bile demokratik ulus anlayışına ters düşer. Fakat ulus demokratikleşip özyönetime kavuştukça devletçi uluslaşmaya karşı kendisini bir seçenek ve dönüştürücü güç olarak tutabilecektir. Ayrıca devletin toplumsallaşmak üzere dayandığı altyapı olarak toplum, sayısal ve kurumsal olarak sınırlandırılmış olacaktır. Devletin meşruiyetini kabul ettirerek yürüdüğü kitle de aydınlanarak, bu meşruiyet perdesini yırtacak ve devleti gereken sınırlarına çekilmek zorunda bırakacaktır. Uluslaşma toplum formunun en üst aşamasıysa en karmaşıklaşmış sınıf, tabaka da; siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, medyatik, akademik, dini vb. kesimsel haldedir. Homojenleştirme, tekleştirme ve merkezi yönetim hedef alınamaz. Çeşitlilik, farklılık ve katılımın istikrar yaratıcı ve özgürlük getirici etkisine inanılır. Tüm farklılıkların zenginlik içerisinde bir aradalığını koruyarak, daha yaratıcı formlara dönüşebileceğini, bütünleyicilik, çok bağımlılık içinde özgürlük ve özgürlük içinde hem kendisinin gelişmesini hem de katkı sunduklarının gelişmesini benimser. Sınıfsal, cinsiyetçi, mezhepsel, etnik farklılıklar çatışma yerine, demokrasi paydası üzerinde birleşirler. Sınıf, cins, etnik ve kültürel tahakküme dayalı ulus gerçeği yerine, halkların komünal demokratik değerlerini tanıyan, cins özgürlüğüne açılmış etnik-ulusal baskıyı aşmış, kültürel dayanışmayı esas almış, demokratik ulus bilinciyle hareket edilir. Zaten demokratik ulus demek, ulusun hemen hemen her ferdinin örgütleşmesi demektir. Devletin kendisi yerine örgütlendiği ve politika yaptığı bir 'moment'ten, ulusun her farklılığının kendi çıkarına göre örgütlendiği ve politika yaptığı bir duruma geçiş yaşanır. MAHİR DENİZ (ATAKAN MAHİR)
|
YORUM GÖNDER