HALK BAHRINDA YEŞEREN ÇİÇEK
Çarçella doruklarında yeni doğmakta olan güneşin ilk ışıkları bulutlar içinde serpil vadisine damlıyordu. Cilo dağının doruklarında şimşekler çakarken, hafiften yağmur çiseliyordu. Islanmış toprak kokusu lavanta gibi her yeri kasıp kavuruyordu. Madeni siyah taşlar her zaman olduğundan daha siyah gösteriyor ve parlıyordu. Küçücük bir bulutun gazabını uğramış yerde sararmış otlar hafiften esen meltem rüzgârına kapılıp yerlerde sürükleniyorlardı. Rüzgâr yürekleri okşarcasına bedeni sarıyordu. Zağroslar da dört mevsimi bir arada yaşadığımız günlerden bir tanesine tanık oluyorduk. Cilo dağının doruklarından tipi kar yağarken, aşağıdan bahar yağmurları yağıyordu, güneyinde ise kavurucu sıcaklıklar bir ana sığmıştı.
Yanı başımızda bir dağı anımsatan (kevya pir) buz dağından kopan buz parçalarının çıkardığı ses patlayan havan gülerlerini andırıyor ve tüyleri ürpertiyordu. Çok geçmeden dinen yağmurlar ise son baharın tadı tuzuydu. Yağmurların arkasına saklanmış olan gökkuşağın ihtişamlı güzelliği ufuklarda görünür olmuştu. Arkadaşlar renk seçimini çağlayan su sesi ile yaparlarken, bir kadeh çayla içimizi ısıtıp akşam göreve gitmenin planlamasını yapıyorduk. Çok zor şartlarda kış üstlenmesini yapma uğraşısı içindeydik. Dişimizi tırnağımıza tıkıp harıl harıl çalışmaktaydık. Sarp dağların, yolları aşa aşa bunu yapıyorduk. Kış mevsiminin yakınlaşması yağmurların yağması işimizi daha çok zorlaştırıyordu. Çalışmalar ertelenmeye gelmez, zaman altın değerindeydi. Karlar yağmadan alandan ayrılmak zorundaydık. Bir gurup arkadaş çalışmaları örgütlemek, getireceğimiz erzakı hazırlamak için önden gitmişlerdi.
Bizler ise akşama doğru yük hayvanlarımızı toplayıp yola koyulduk. Karvana boğazı vuracağımız ilk yükseltiydi. Boğaza vardığımızda kuzey rüzgârlarını göğüsledik ve saçlarımızı onunla taradık. Zar zor yürüyorduk, bir yandan boğazı geçmek istiyorduk ve rüzgârı yarmak hayli zor geliyordu. Elbiseler bedenimize yapışık kalmıştı, yerlerden kalkan tozlar rüzgâr ile savrulup arkadan gelenlerin suratına tokat gibi çarpıyordu. Gözler yumulmuş, kollar ise kalkan olarak öne uzatılmıştı. Boğaz bir girdap gibi kendine çekiyor ve yürümeyi daha da zorlaştırıyordu. Aşağıya doğru inildikçe rüzgâr şiddetini kaybediyor ve yumuşuyordu. Hemen altımızda Sergele gölü mavimsi görüntüsüyle bir harikaydı. Hafiften dalgaları güneş ışınları ile birleşmesi oluşan yakamozlar gözleri kamaştırıyordu. Parıldayan suyun yüzeyinden yeşil ördekler yüzüyordu.
Arkadaşlar ince patikadan inerlerken bende kestirme yoldan peskovilerin (dağ keçilerin) bile gidemeyeceği bir yoldan gidiyordum. Giderek kayalıklar içinde ilerleyerek göle yakınlaşıyordum. Bunu gören ördek sürüsü kanat çırparak, mavi gölün yüzeyinden gökyüzüne doğru havalanarak uzaklaşmaya çalıştılar. Karşıda ki yamaçlardan gölgeleri görünür olmuştu. Patika ilerledikçe daralıyor, kimi zaman kaybolur gibi oluyordu. Patikayla fazla zaman harcamamak için yoldan saparak direk araziye vurdum. Çok geçmeden kar kıyısından göle doğru şelale biçiminde akan suyun başına vardım. Soğuk sudan tada bilmek için iki taşa dirsek dayayıp üzerine eğildim ve kana kana içmeye başlamıştım ki, birden dudağımın aşırı soğuk su karşısın da uyuştuğunu hisseder oldum. May hoş bir ferahlık vermişti yorgun argın bedenime ve başımda gelir geçici hafif bir ağrı belirlenmişti. Yaylalardan akan bu soğuk sulardan içmek en büyük şansımdı. Ellerimle dizlerimi silkeyerek, yoluma devam ediyordum, önümdeki hafif yokuşa vurup başka bir düzlüğe vardım.
Düzlükte diğerine nazaran daha küçük ve sıcak bir gölün kıyısında yürüdüm. Tenha bir günün içinde esen serin rüzgârlarla adım adım ilerlerken, yapa yalnız, yüreğimin derinliklerinden ve dudağımın ucundan bir name gibi inen bir şarkının sözlerini fısıldıyordum. Farkında olmadan şarkının sözlerine kendimi kaptırmış bir halde, düzlüğü bitirmiş, kayalık bir yamaçtan aşağıya doğru iniyordum. Romatizmalı bacaklarımda beli belirsiz bir ağrının acısıyla irkildim. İnişlerde ayağımı dirsekten kırmadan dik atarak, bazen de tek ayak üzerinde sıçrayarak yürümek zorunda kalıyordum. İstemesem de yıllardır bunun acısını hep çektim. Havaların soğumasıyla beraber romatizma azıtmış, beni büsbütün zorluyordu. Ayaklarımı dinlendirmek için bir taşın üstüne oturdum. Bir yandan ayaklarımı dirsekten ovarken, diğer yandan da elimi tütün tabakasına atmıştım. Kalınca bir sigara tütünden sarmış içip içime çekiyordum. Aynı şekilde de dışarıya savuruyordum.
Yılların bilinmeyen labirentlerin de kaybettiğim bir arkadaşın siluetiydi gelen.
Hemen altımda üzerine gölge düşmüş, mavi siyah karışımlı rengiyle her yönüyle kendisini gösteren, Cilo’nun en büyük üçüncü gölü durmaktaydı. Uçsuz bucaksız bu dağların ortasında bir abide gibi duruyordu. Bir terazinin iki kefesi gibi duran bu göller ortasında küçücük bir gölü barındırıyordu. Sergergele ve zeytinli göl göze hoş gelen turistlik bir yerdi. Yüksek dağlardan kopan büyük kaya parçaları içinde birer adacıktı. Etrafında yeşermiş yabanı sarımsak otu soframızın lezzetiydi. Kar kıyılarının çekildiği yerlerde ters laleler kardelenler yeşermiş, her yanı renge renk olmuştu.
Kış aylarıyla tamamıyla donan göl yazın ortalarında ancak açıla biliniyordu. Gölün üstünde bir takım insanların dolaştığını görünce, dürbünle bakarak arkadaşların olduğunu anladım. Taşa dayadığım silahımı elime alarak seke seke yoluma devam ettim. Yanlarına yakınlaştıkça erzak hazırlamak için gönderdiğimiz arkadaşlar olduğunu gördüm. Yanlarında da tanımadığım bazı kadın arkadaşlarında durduğunu gördüm.
Tuhaftı, arkadaşlar erzak yerinde olmamalıydılar, hele yanlarında duran kadın arkadaşlar da kimdi, neyin nesiydiler, burada işleri neydi? Düşüncesi birer soru olarak beynimi kurcaladı. Ziyaret etmek için mi gelmişlerdi. Olsa olsa ancak ziyaret için gele bilirlerdi buraya. Onlardan biraz daha ötede bir şeylerle uğraşan kadın arkadaşın dışında herkes beni fark etmiş, geldiğim yöne bakınıp duruyorlardı. Bu bakışlar benim üzerimde ister istemez bir baskı oluşturuyordu. Düz yürümek istiyordum, ama utançtan düşecek gibi oluyordum. Yanlarına vardığımda nefes nefese kalmıştım. Kendi kendime dünyanın en zor işi olsa gerek bir kalabalığın karşısında yürümek, sanki bütün gözler senden ve her hareketin adım adım izlenip takip ediliyormuş gibi bir hisse kapılırsın. Zayıflık çıkmasın diye her yönüyle hareketlerime dikkat edeyim derken düşecek gibi oluyordum. Arkadaşlarla merhabalaştığımda onlardan bazılarını tanımıştım o esnada kalabalığın çıkardığı sesi fark eden Rojbin arkadaş arkasını dönerek, olup bitenleri anlamak istedi. Ellerini birbirine sürütüp temizlemek için gölün başına gitti, iyicene yıkadıktan sonra tekrar geri dönüp yavaş adımlarla bize doğru yürüdü. Bu sima çok yabancı olmadığını tanıdık bir sima gibi geldi bana. Yakınlaştıkça yüreğim sıkışıyor, nefesim daralıyor içten içe bir heyecan dalgası bedenime hükmediyordu. Duygular ise aklın önüne geçip hafif bir tebessüm düştü yüzüme. Gözlerim iyicene büyümüş, yakınlaştıkça ağırlaşan bir hastalık gibi utangaçlık çöktü üstüme. Bir yandan da engin okyanuslar gibi tenhaydı, yürek saflığım ve giderek tebessümlü bakışlar içinde yakınlaşıyordu. Yılların bilinmeyen labirentlerin de kaybettiğim bir arkadaşın siluetiydi gelen.
ÖZGÜR DENİZ /Devam edecek
PAJK.ORG
YORUM GÖNDER