SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (19.BÖLÜM)
1- Tek Tanrılı Dinlerin Doğuşu Ve Uygarlıktaki Yeri:
Tek tanrılı dinlerin doğuşu, insanlığın zihniyet ve ahlak-moral yapısında devrim anlamına sahiptir. Konunun “Tanrı var mı, yok mu?” tartışmasına indirgenmesi tam bir saptırmadır. Sorunun bu konuluş tarzı onun özünü örtbas etmekte ve çok önemli rolünü karanlıkta bırakmaktadır. Halen tek tanrılı din bilimcileri ve mensuplarının yaptıkları, kendilerini kuru bir savunmadan öteye gitmemektedir. Bu dinsel doğuşların derin sosyal analizi kadar, ondan da daha önemli olan insanın zihinsel gelişmesi, mantık yapısı, hatta felsefi düşünceyle bilimlerin ortaya çıkışındaki rolü yeterince ortaya konulmaktan çok uzaktır. Toplumsal gelişmenin en önemli bunalım süreçlerin_de ortaya çıkmaları devrimci karakterlerini yansıtırken, neyin aşılması gerektiği ve yeni olan hangi zihniyet ve kurumlaşmalara imkân hazırladığı, cevaplandırılması gereken en temel hususlardır. Sınıflaşma ve siyasallaşmadaki özgünlükleri daha da önem kazanmaktadır. Konuya bundan önceki kısımlarda yer yer değinmiştik. Sonraki bölümlerde yeri geldiğinde daha derinlikli yaklaşılmaya çalışılacaktır. Bu kısımda köleci sınıflı toplum ve uygarlıksal gelişmedeki rolünün tanımlanması yapılacaktır.
A-Uygarlık kurumlarının en temel olanlarının Sümer uygarlığından kaynaklandıkları, son dönem bilim saptamalarının ortak noktasıdır. İlk peygamber olarak düşünülen Âdem (boşluktan veya ilk ortaya çıkan) meselesini Sümer mitolojisi çarpıcı bir biçimde aydınlatmaktadır. Hatta Havva’nın kaburga kemiğinden yaratılması, Sümerlerdeki her özelliğin bir tanrısı olduğundan, hastalananın, yaratıcı tanrı Enki’den bir iyileştirici olarak nasıl doğurtulduğu belgesel olarak aydınlatılmış bulunmaktadır. Daha da önemli olan “cennetten kovulma” söylencesi de Sümer mitolojisinde çarpıcı bir şiirsel anlatıma sahiptir. Kavram olarak cennet çok yönlü bir çözümlemeyi gerektirmektedir. Ama bunun özce halk için zor ve şiddet olaylarının pek olmadığı, insanın doğanın bir dostu ve parçası olarak yaşadığı, ilişkilerde genel bir eşitliğin hüküm sürdüğü neolitik çağlardaki dönemlerin zihinsel izdüşümü ve özlemiyle bağlantılı geliştirildiği inkâr edilemez. Yeni yükselen efendi sınıf için ise cennetin, zorunlu çalışmadan kurtuldukları, emirlerinde çok sayıda insanı hizmetçi olarak kullandıkları bir dünya, bir toplumsal farklılık anlamına geldiği de çok açıktır. Cennet, Sümer sınıflı toplumu yükselirken, altta kalanın hayal ettiğini, üste çıkanın ise çarpıcı olarak yaşadığını birleştiren bir kavram olarak doğuyor. İlk toplumsal sınıf farklılaşmasının rolü mitolojik doğumda çok canlı ve şiirsel olarak anlatılmaktadır.
Basra Körfezi’ndeki adalarla, Fırat ve Dicle’nin kıyılarında kurulan saraylar ve tapınakların bunda esin kaynağı oldukları kesindir. Dört yaratıcı tanrının (An, Enlil, Ninhursag, Enki) rol oynadığı ve çoğu çözülmüş olan tabletlerden okunan birçok hususun tek tanrılı dinsel gelişmelerin kaynağını oluşturdukları rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dilmun olarak adlandırılan cennete ilişkin anlatımlar, daha sonraki cennet tasvirlerinin en temel kavramlarını şiirsel bir dille anlatmaktadır. Enki’nin Eridu kentindeki Abzu adlı sarayı (havuz kelimesinin kaynağı ve havuzlu sarayın ilk örneği) bu hayalin somutlaşmış biçimini ifade etmektedir. Daha sonraki Babil Asma Bahçeleri ve tüm gelişkin saray ve park kültürleri bu ilkel modelden esinleneceklerdir. Sümer mitolojik anlatımında Ninhursag ve daha sonra İnanna rolünü en başta oynayan tanrıçalar uygarlık tarihi boyunca önemlerini yitirecekler, İsa’nın Meryem Ana’sına kadar indirgeneceklerdir. Havva’nın şahsında bu yitim bir hayli gelişmiştir. Enki’nin hasta kaburga kemiğinden yaratılması, olduğu gibi “Âdem-Havva” efsanesine dönüştürülmüştür. Halbuki Ninhursag, Zagros dağ bölgesinin tanrıçasıyken, Enki’nin üstünde bir konuma sahiptir (Sümerce Nin=Tanrıça ünvanı, Hur=dağ-tepe, Sag=parça anlamına gelmektedir). Bu mitolojik anlatım, tarım devrimi döneminde kadının başta gelen rolünü ve henüz Fırat-Dicle ovalarına inmeden önceki Aryen dil yapısında adı “Star” (sonradan Akadça İştar) olan tanrıça temsilinin Sümer mitolojisinin kaynağındaki tarihi gerçekliğini çarpıcı olarak ortaya koymaktadır.
Tanrıça kültürünün neolitik tarım devriminin ürünü olarak gücünü ve Sümerce nasıl dönüşüme uğratıldığını netçe dile getirmektedir. Sümer tanrılar kurulunun (Grekçe Phanteon olarak anlam dönüşümüne uğramıştır) insanları çamurdan yaratma süreçleri de çok çarpıcıdır. Tanrıların nasıl çalışmaktan yoruldukları ve artık hizmetçilere ihtiyaçları olduğu, ilgili mitoloji bölümlerinde yine tam bir şiirsel ve kutsal dille anlatılmaktadır. Tanrılar hizmetçilerinin özelliklerini bile kararlaştırmaktadır. Dört dörtlük “tanrısal bir kul düzenini’’ planlayıp yarattıkları çok açıktır. Şu husus da çok nettir: Bu süreç Sümer rahip, siyaset, askeri ve bürokratik üst kesiminin oluşumunu dile getirmektedir. Rahipler ve diğer aydın kesimler ideoloji üretip yayarken, elbette insanlara “gelin, sizi hizmetçi yapacağız” diyerek bu işi başaramayacaklarını çok iyi bilmektedirler. Zorla birlik yerine, esas olarak insanlığın o zamanki zihniyet ve ruh yapıları üzerinde kuracakları kesin egemenlikle bu işin üstesinden geleceklerini de çok iyi bilmektedirler. Mitolojik ve dini tasarım onların en temel işidir. Bunu başarmaları, herhalde günümüz Avrupa ve ABD üniversitelerinde yapılan hakimiyet kurma savaşından az önemli değildir. Tersine döneme göre daha kalıcı, bilimsel ve başarılıdır. Bir egemen sınıf, tabaka veya elit yükselmek isterken, ilk yapacağı iş olarak ilgilileri inandırmak ve bilinçlendirmek zorundadır. Bu başarılmadan, sadece zorbalık ve yalanlarla yürütülmek istenirse, gelişme sağlanamayacağı sayısız denemelerden bilinmektedir. Önce inanç ve bilinç savaşı yaratılarak verilmelidir. Burada var olan ideolojik inanç ve hazır bilimi kastetmiyoruz. Bu basit bir eğitim sorunudur.
Sümer örneği gibi, uygarlığı, yani yeni sınıflı toplumun tüm alt ve üstyapısını kurma gereği, zorunlu bir ihtiyaç olarak kendini dayatan, o döneme göre yaratıcı büyük bir mitolojik doğumdur. Sümerli rahipler bu tarihi büyük işle uğraşmaktadır ve tüm uygarlık tarihini etkileyecek denli başarılıdır. Başarıyı sadece önlerinde yükselen egemen sömürücü sınıf için sağlamıyorlar. Tüm sınıflı toplumu, diğer bir deyişle uygarlığı temsil eden güçler adına doğurmaktalar. Önemleri buradadır. Benim burada bu işi nasıl yaptıklarını belgelere dayandırarak anlatmam zor olmaz. Ama yeri burası değildir. Fakat özellikle Ortadoğu tarihini dogmaların etkisinden arındırarak anlatmak açısından çok önemli ve ilginç bir konuyu oluşturdukları da yadsınamaz. Adem’in çamurdan yaratılması bütün kutsal din kitaplarında vardır. Fakat bu anlatımın da ana kaynağı Sümer mitolojisidir. Hem de bu çamuru hangi uçurumun kenarında ve hangi tanrının doğurduğunu şiirsel anlatımlarında vermektedir. Tabii insanı hizmetçi olarak düşündüklerinden, bir nevi dışkılarından yaratıyorlarmış gibi bir aşağılama ifadesi de anlatımdan rahatlıkla çıkarılmaktadır. Tek tük bazı gözde hizmetçilerini zaman zaman kendi birliklerine dahil ettiklerine de tanık olmaktayız. Bu hususun sınıf değiştirmenin ilk tanrısal yazılı anlatımı olduğuna dikkat etmeliyiz. Kendileri gökten, aydan, güneşten, ateşten, havadan yaratılırken, insan kendilerinin dışkı çamurundan yaratılmaktadır. Egemen sömürücü sınıf kendi farkını ancak bu kadar akıl dane ve çarpıcı ortaya koyabilir. Yine tüm kutsal kitaplarda yer alan “cennetten kovulma” kavramı da rahatlıkla çözümlenebilir.
Sümer sınıflı toplumundaki ayrışmalarla yakından bağlantılıdır. Bu bir yandan ayrışan üst sınıfın kendini eskiden soy birliği halindeki akranlarından koparışını, diğer yandan hizmetçi kullar durumuna düşen kesimin üst sınıf etkinliğinden kalın perdelerle düşürülüşünü ifade etmektedir. “Günah meyvesi” kavramı, saraylarındaki sofrada kendilerine artık yer olamayacağı gerçeğine karşı suçlayıcı bir iddia olarak, bir başka ideolojik saldırıyla bağlantılıdır. Yani kendileri gibi ve kendilerinin yaşadıkları cennet gibi yerlerde hizmetçi insana yer olamaz. Bu kavram, üst sınıfın kendi sınıf farkının gerekçesini tüm uygarlık tarihi boyunca kırmızı bir çizgi, kalın bir perde ve yıkılmaz bir duvar gibi örmesini yansıtmakta ve temsil etmektedir. Nuh peygamber efsanesi, yani Tufan olayı da tüm kutsal kitaplarda yer aldığı gibi, başta Gılgameş Destanı olmak üzere birçok Sümer destanında işlenmiştir. M.Ö 3000’lerde okyanus yüzeyinde yükselmeler olduğu bilimsel olarak tespit edilmektedir. Sümer döneminde Basra denizinin toprak düzlemine yakın seviyede oluşu bu yıllarda birçok taşmaya yol açmış, yerleşim yerlerini su basmıştır. Efsanenin böyle bir maddi zeminle ve zamanlamayla çakışması vardır. Bu durum, Sümer yerleşim yerlerinin giderek kuzeye taşınmalarının da bir nedenidir. Bu taşmanın nedenlerinin tanrıların insanları lanetlemelerine bağlanması kadar, artan nüfusa bir tepki olarak mitolojiye taşımaları da olasıdır. Bir cezalandırma eylemi olarak ideolojik kılıf giydirilmiş olmaktadır. Tufandan kurtulmak için her cinsten bir çiftin bindiği geminin konduğu dağ Cudi’dir. Zaten Cudi’nin Aşağı Mezopotamya’ya en yakın ve yüksekten bakan dağ konumunda olması da bunu doğrular. Halen yörede Nuh efsanesinin yeri olarak anlatılmaktadır. Nuh ve Cudi kelimeleri bugünkü Kürtçe’de “yeni” ve “yer gördü” anlamına gelmektedir (Nuh=yeni, cu=yer, di=gördü). Etimolojik kökleri çok eski olan bu üç kelime, Hint-Avrupa dillerinin tümünün kök kelimesidir. New, geovedeus kökleri bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Bu kökler aynı zamanda M.Ö 10000 yıllarında oluştuğu tahmin edilen neolitik tarım dili Aryen dilinin bu yöreden gerçekleşen devrimle bağlantılı olma gerçeğinin de ciddi bir kanıtıdır. Hint’ten Avrupa’ya kadar birçok kök kelime kavramının Verimli Hilal kaynaklı olması bu savı genel olarak doğrulamaktadır. Aryen kök üzerinde yüzlerce dilli halk grubunun gelişim göstermesi, neolitik çağın büyüklüğünün, zaman bakımından uzaklığının, dolayısıyla gücünün de kanıtıdır. Eyüp peygamber efsanesi de Sümer toplumundaki büyük acıların ve umutsuzluğun boy verdiği bunalım dönemlerinin ürünüdür. Büyük bir acılı ve umutsuz yaşam gerçeğiyle yüz yüze gelen insanlığın yalvarmalarına tanrıların, yani egemen sınıfın yanıt veremediği bu bunalım yılları, M.Ö 2000 yıllarına doğru artış göstermektedir. Urfa’da halen türbesi bulunan Eyüp peygamberin Sümer kökenliliği açıktır (Ur’lu tüm kelimeler Sümerce’dir, “tepelik yere kurulan yerleşim yeri” anlamına gelmektedir; Ur, Uruk gibi). Peygamberler şehri olarak onurlanan Urfa ve yöresi, M.Ö 2000 yıllarına yakın Sümer kolonilerinin yaygın kurulduğu bir yerdir. Aynı zamanda iki tarihi kültürün, Semitik kökenli göçebe çoban Amorit gruplarla (sürekli Arabistan çöllerinden kuzeye, Mezopotamya’ya akın etmektedirler) Aryen kökenli kuzeyli tarımcı Hurrilerin karşı karşıya geldikleri, çatıştıkları ve daha çok da Sümer kolonilerinde ticarete alıştıkları tarihin kaynak bir yöresi oluyor. Sümer sistemine karşı muhalefetin çok kolay gelişmesi bu maddi gerçeğiyle bağlantılıdır. Çok kültür, çok zihniyet demektir. Uç noktalarından olduğu için, denetim çok güçlü olamaz. En önemlisi, yerleşik zihniyetlerin tapınmaları da varlıklarını inatla sürdürmek durumundadır. Urfa Nemrut’una (Nemrut=Sümerce kral unvanı) karşı genel bunalım dönemlerinde başkaldırının artacağı Hz. İbrahim efsanesinden de belli olmaktadır. Urfa’da daha birçok peygamber yeri ve efsanesi mevcuttur.
Öyle anlaşılıyor ki, hem dıştan emperyalist Sümer koloniciliği ve onu temsil eden Nemrut hikayeleri, hem de ilk muhalifler olan peygamberlere ilişkin efsaneler, Urfa’nın uzun süren bir mücadele alanı olarak rol oynamak durumunda kaldığına işaret etmektedir. Urfa’nın coğrafyası, toprağının verimliliği, iklimi, kültürel kimliği ve tarihsel gelişimi bu olasılığı güçlendirmektedir. Buna birazdan değineceğiz. Kudüs bölgesi benzer bir rol oynayacaktır. Urfa daha çok Sümer emperyalizmine karşı bu rolü oynarken, Kudüs daha çok Mısır köleci emperyalizmine karşı rol oynayacaktır. Her iki yer de peygamber yatağıdır. Bunlar bir nevi muhalefet merkezleridir. M.Ö 2000’li yıllardan itibaren bu kent ve yörelerin tarih sahnesinde tek tanrılı dinlerin merkezi olarak öne çıkmaları da bu konumlarından ileri gelmektedir. Hz. İbrahim’in Kudüs’e doğru hicretinden tutalım, İsa’nın başkaldırısına kadar bu böyledir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER