GÖÇ, GÖÇ...
Her halk uyansın, bu güzel bir şey...
Evet, büyük bir savrulmanın, diasporanın yaşandığı bir gerçektir. Kürt halkı da, günümüzde en çok savrulan bir halktır. Bizim kendi hareketimizin bütün zorluklarına rağmen, çok kısa bir süre sonra hicreti, büyük bir dönüş hareketine çevirmemizin de nedeni budur.
Şunun farkındaydık: 12 Eylül faşizmi, Kürt halkına ikinci bir Ermeni katliamıyla, mevcut Kürdistan’dan boşalmayı planlamıştır. Bunu hepinizin bilmesinde, halkımızın bilmesinde büyük yararlar vardır. 12 Eylül, Kürt halkının Kürdistan’dan boşaltılmasını amaçlayan bir faşist darbedir. Ve amansız bir biçimde, onyedinci yılında da bu sürdürülecektir. Buna karşı, çok fazla uzağa gitmeyen bir hicret hareketi düzenledim. Ve ilk andan itibaren, hatta daha çıkmadan da muazzam bir ülkeye dönüşü, yalnız fiziki anlamda değil, düşünce ve duyguda da gerçekleştirdim. İşte buradayım; eğer Kürdistan’da olsaydım bu kadar gelişmeyi, bu büyük dönüş hareketini gerçekleştirebileceğimi sanmıyorum.
Düşüncede büyük dönüş, duygularda büyük dönüş, yurtseverlik duygusunun ve bilincinin gelişmesinde büyük bir dönüş... Ve özellikle onun savaşla bağlantısı, “savaşla dönüş”, benim için olağanüstü önemliydi, çekiciydi. Ve hiç kimsenin duymadığı, düşünmediği ve kendini vermediği kadar kendimi bu çalışmaya verdim.
Her şey kaçırtıcıydı bu yıllarda. Bu yıllar, Ermeni hicretinden çok daha zor bir tehcir, göç ettirme yıllarıydı. Bir Dersim katliamından sonra yaşanan beyaz terörün, hicretin, iskan kanunlarının yüz katı daha üstünde bir mecburi iskan, göç ettirme yıllarıydı. Birçok halk, Rumlar vs. göç ettirildi, bunlardan da daha tehlikeli bir göçettirme hareketiydi. Büyük bir ordu gücüyle ve çok büyük, beyinde ve ruhta bir yabancılaşma geliştirmeyi planlamıştı. Radyo, tv kanallarını da devreye sokarak, inanılmaz bir fiziki, ruhi, düşünsel, politik, kültürel, ekonomik göçettirme dayatıldı. Bu iyi bilinmelidir ve umarım ki düşünürler, biraz da bu konuları şimdi daha sağlıklı yazarlar. Ve bizim özellikle bu göç ettirmeye, köksüzleştirmeye karşı eylemimizin, nasıl müthiş bir direnme olduğunu anlarlar.
Fiziki savrulmayı fazla önemsemiyorum, hatta bazı yönleriyle faydalı da olabilir. Ama şu ruhlardaki çoraklık, benim nazarımda hepinizi o kadar acınacak duruma getiriyor ki, yine bu düşünsel sistemsizlik, dağınıklık, fiziki göçlerden çok daha tehlikeli. Kendi ülkesi konusunda bu kadar duygusuzluk, kendi insan gerçeği karşısında bu kadar dağınıklık, sistemsizlik, benim için akıl almaz büyük öfke kaynağıdır. Ben bu noktada hayvanlar alemine bakıyorum: Onlar bile yuvalarını böyle kolay terketmezler. Ne kurtlar, ne çakallar, ne yılanlar, ne çıyanlar; zor terkederler yuvalarını, ancak öldürürsen alırsın oralardan. Ve bizim halk da yıllardır bu topraklardaydı, atalarının toprakları, etle-tırnak gibi birleştikleri topraklar... Nasıl oldu da bu büyük felaketi gönül rahatlığıyla karşıladılar? Elbette bu bir özel savaş hilesidir. Çok ustaca geliştirilmiş bir göçettirme planıdır.
Görmüyor değilim. Örneğin bir Dersim’in göç ettirilmesinin Dersim katliamı ile bağlantısını, bir Pazarcık-Maraş göçünün Maraş katliamıyla ilişkisini ve en önemlisi de “beyaz terör”ün, özel savaş kurumlarının devreye girişi, benim için netleşmiştir. Ve her il’e, her Kürdistan bölgesine bunun nasıl sistemli, çok ustaca, binbir hileyle ve baskıcı politikalarla dayatıldığını da biliyorum. Buradaki kastım, halkı ucuz suçlamak değildir, ama buna rağmen bu oyun nasıl yutuldu, bu özel savaşın oyununa böyle kendiliğinden, hatta kendinden kaçarcasına nasıl gelindi?
Dikkat edin, halk doğduğu ana topraklarından bu kadar rahatlıkla kaçmaz. Ama bizde, kaçarcasına bir ruhsal, bir düşünsel süreç içine girilmiştir. Kendinden kaçıyor, her şey gözüne bir yılan gibi geliyor, kaçıyor, diken gibi geliyor, kaçıyor... Daha doğrusu psikolojik savaş bu durumu yaratmıştır.
Gidiyor metropole, metropol yetmedi Avrupa, Avrupa yetmedi Moskova, Moskova yetmedi Amerika, London ve sanırım Kuzey kutbu da dense, orada da birinci sırada yer alırız. Bu kadar kaçırtılan bir halk durumuna gelmişiz. Bunun üzerine çok durulması gerekiyor. Bu göçettirme sürecine ilişkin değerlendirmeler çok kısırdır, fazla bilimsel boyutta değildir ve edebiyat da işini bu boyutta yapmamıştır. Yine sanat bu konuda duyarsızdır.
Bütün bunların bilincinde olmakla kalmıyorum. Demin de söylediğim gibi tek başına yönlendirdiğim savaşlar var. İşte, bu savaşlardan en önemlisi “ruhsal dönüş”, “ülkeyi sevme” savaşı, “insanlarımızın değerli olduklarını ispatlama” savaşıdır. Buna benzer olağanüstü çabalar vardır ve bunlar en değme savaşlardan daha önemlidir. Çünkü düşmanın göç ettirmesini düşünürsek buna karşı ortaya çıkan düşünce gücümüz ve benim şu anda heyecan veren kişiliğimin kendisi ortadadır.
Benim varlığım her gün ülkeye çağrıdır, büyük bir ulusal haykırıştır.
Bunu yüzbinler kendileri yapıyor, bunlar büyük savaşlardır.
Cephede on savaş verseydim (ki isyanların çoğunda görülmüştür ve sonuç yenilgi, azmin kırılması, bir daha doğduğuna ve doğacağına da pişman olma, davadan vazgeçme olmuştur), bu sonuçlara ulaşamazdım. Ama şimdi öyle midir? Şimdi benim aldığım tedbirlerle, bütün çabalarımla “bu ülke de güzel olabilir, biz çok güzel yaşayabiliriz...” umudu verilmiştir. Bunun birliği, bunun heyecanı doruk noktasındadır.
İşte, bunlar savaştır. Öyle kendiliğinden olmamıştır.
Ben bazı akıl fukaralarına, duygu fukaralarına bu konudaki gerçeklerin sanıldığı gibi olmadığını söylüyorum. Bütün isyanlara bakın, neden kısa bir süre sonra moralleri o kadar bozulmuştur, neden herkes kaçış haline sinmiştir? Avrupa yaşamı iyiydi ve emperyalizm bu konuda epey tatminkar yaşam koşulları sunmuştu da neden şimdi herkes bunu bırakmak istiyor, “ah vatan!” diyor. Neden daha yüce duygular peşindedir? Bunlar gerçek savaşlardır da ondan. Biz de büyük mesafe almışız.
Ve önemlisi de dağların dondurucu soğuğu ile yakıcı sıcaklığında gerilla, belki cebinde bir kuru soğan-ekmeği olmadığı halde yüzbinlerce orduya direniyor. Bu ruh, bu cesaret nereden verildi?
İşte, en büyük savaş dediğim olay budur. Yüreksizler neden bir türlü anlamak istemiyorlar?
O çok iyi yazar-çizerlere söylüyorum, edebiyat yaptıklarını, şiir yazdıklarını sananlara söylüyorum: Sen nasıl bir şair, nasıl bir yazarsın ki, Afrikalı için yazarsın, dünyanın en sıradan direnişçileri için yazarsın da, kuru ekmeği bile olmayıp da müthiş direnenleri hiç anlamak istemezsin? Bunu artık anlamak gerek! Bunu anlamayanlar Kürtçülük, Kürt yurtseverliği yapamazlar. Bunlar yüreksizdirler ve yüreksizler de ancak zalimlere teslim olurlar ve ancak bu halkın bu duruma gelmesinde rolü olanların kapısında memurluk ararlar.
Ve memurlar ve yüreksizler hiçbir zaman yürekli halk savaşçıları, halk aydınları, halk sanatkarları olamazlar.
Bunu söylerken, kişi ayrımı yapmıyorum, şunu veya bunu teşhir etmek istemiyorum. Bir ulusal kurtuluş gerçekliğinin doğru anlaşılmasını istiyorum. Eğer varsa bazı yetenekleri, onları kendi ülkeleri ve kendi halklarının çıkarlarına, ister PKK eliyle olur, ister PKK’siz olur, doğru sunmalılar. Bunun için önce doğru anlamalılar, doğru bir yüreğe, bir etiğe, morale sahip olmaları gerekir diyorum. Bu, onların ruhunu, bilincini geliştirecektir. Ve bu da kesin ülkeye dönüşü gerçekleştirecek, köksüzlüğü çok sağlam köklere dönüştürecektir.
Umarım ki, şimdi yazarlarımız bir “köksüzler”, bir de “kökleşme” adı altında iki roman yazsınlar. Köksüzlük müthiştir ve her şey koparılırcasına sökülüp atılıyor. Bunun sürecini güzel yazsınlar, çok ciddi bir konu. Hem de teorik incelemesini yapsınlar.
Köylerin yakılması bir köksüzleştirmedir, insanların her düzeyde kaçırtılması bir köksüzleştirmedir.
Ama bir de kökleşme var. Mümkünse bunun da edebiyatını, sanatını yapsınlar. Yeniden kökleşme çok heyecanlı. Beni inanılmaz ölçüde heyecanlandırıyor. Ve büyük tutkularım var. Vatanseverlik varsa bunlarda, bunu neden duymuyorlar?
Kürdistan’ın dağlarına, vadilerine ekilmekten daha değerli bir şey olabilir mi?
Mezopotamya, Zağros vadileri, ilk ekinin, ilk evcilleştirmenin, ilk yuvanın, insan iskanlarının, insan uygarlığının geliştirilmesinin alanları değil miydi? Ve hâlâ bu, bütün insanlara heyecan vermiyor mu? Peki neden bu tarih görülmüyor, neden bu tarihe göre yeniden, Mezopotamya’da, Zağros vadilerindeki bu büyük diriliş öyküsüne katmıyorlar kendilerini? Onun romanını, onun sanatını, heyecanını neden duymuyorlar? Bitmiş tükenmiş Avrupa, metropol varoşlarında neden kendilerini tüketiyorlar? Ve hatta Kürdistan’da bile neden kendilerini kurutuyorlar? Neden yaşam delisi, neden kendi ülkesinin hastasını ve açık zindanını yaşıyorlar diye soruyorum! Ve bu yakışmaz diyorum.
İşte, burada benim kazandığım savaşlar var. Çok rahatım, çok heyecanlıyım ve bu beni muazzam sürüklüyor, bana her şeyi düşündürtüyor ve bana her şeyi başartıyor. Başarmak istiyorsanız, işte bu “kökleşme işçileri” gibi bilim proleterleri olun, büyük heyecan duyun. Arkası çorap söküğü gibi gelir, enerjisi gelir, usta savaşçılığı gelir, -gelir ve her gün yeni bir icat yaparsınız. Ve yenilgi de olmaz.
Benim büyüklüğüm şurada: Ben savrulmaya karşı büyük direndim; ruhta direndim, öyle kaba silahla direnmedim. Düşüncede direndim, kişilikte direndim. Bu çok önemlidir, buna benzer süreçleri hatırlıyalım: Direnç ruhta, moralde, düşüncede ve özellikle (dar bir çerçevede de olsa) örgütlenmede ne kadar şiddetle savunulursa; büyük bir karşı koyma hareketine, kendini yeniden düzenlemeye ve yeni bir topluma yol açar. Biz tam da bu süreçteyiz. Aslında bunun gelişimini iyi incelemek gerekiyor. Bu nedenle aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına söyleyeceğim; artık bu diasporayı, büyük altüst oluşu, savrulmayı mutlaka incelemelidirler. İşler öyle gazetelerde yazıldığı gibi değil, öyle sandığınız gibi de değil, çok derin, çok tehlikeli ve çok amansızca yapılmaktadır. Teslim olmamış, muhtemelen yurtsever olabilecek her bir köylünün katledilmesi, korkunç bir olay! O faili meçhul denilen olaylar... Alıyorlar insanları, çok vahşice katlediyorlar. Şimdi bunların hikayesini kim yazacak? Binlercesi böyle katledildi. Bunların hiçbirisinin örgütü filan yok, PKK’yle ilişkili de değiller. Özel savaşçılar, kontralar diyor ki, “Bu, yakında onların safına gider.” Teslim alamamış, çözememiş oldukları için, “potansiyel tehlikedir” diyor ve kökünü kurutuyor. Bu süreci kimse incelemedi.
Yalnız işte, “şu kadar cinayet var, faili meçhuller nerede..?” deyip yetiniyorlar. Bu bir şey değil! Faili meçhuller mezarda da olsa, sana da verilse, bu hiçbir şey ifade etmez. Bunlar nasıl içeri alındı, kimleri hangi amaçla aldılar, nasıl vahşice işkenceler uygulandı? Burası çok önemli, bunun peşine düşmek gerekir.
Ben, bazılarının, insan hakları ve barış arayıcılarının çabalarını yetersiz buluyorum. Ve birçok şeyi de gizliyorlar. Hatta bazıları hakkında kuşkuluyum. Asıl suçluyu, onların asıl niyetini, devletle bağlantısını, vahşi yüzlerini, yol açtıkları müthiş insanlık dışı acıları dile getirmiyorlar. Takmışlar bir at gözlüğünü veya bir gerçeği göstermez dürbünü; uzağı daha uzak gösterir, yakını daha anlaşılmaz yakına getirir ve gerçek görüntüyü siler. Böyle araştırmacılar var. Bu olup bitenleri görmek zor değil. Yıkılan köyler, fazla dürbüne, araştırmaya ihtiyaç göstermez. Bu insanların acılarını, yüzüne bakarsan anında anlarsın. Kalemle, bilmem neyle tırmıklıyor da gerçekleri bulacakmış, bu utanmazlıktır. Bu dehşeti iliklerine kadar hissetmeyenler, insan hakları savunucuları, barış arayıcıları olamazlar. Türkiye’de bu konuda çok sığ bir durum var, aşılması gerekir. Bu da yetmez, bu insanların bir de dönüşüne ilgi duymak gerekiyor.
Kendimi ahım-şahım ele almıyorum, ama bu yıllara iyi dayandım, ruhumu satmadım. Benim büyüklüğüm burada. İğne ucu kadar imkanlar elime geçtiğinde, direniş için, düşüncede ve pratikte değerlendirdim. Bazı hayırlı şeyler ortaya çıktı. Bu anlaşılsın veya bundan herkes yararlansın, bu da yeter. Bunun yapılması gerekiyor. Bu halkın güzel bazı değerleri bir daha gözükmemecesine yerin dibinde gömülmüştür. Düşman boşuna “elli yıldır mezara gömdük, üzerini de betonladık” dememiştir. Bu, doğru bir değerlendirmedir.
Ben o mezarı deldim. Nasıl?
O da aydınların, yazarların, edebiyatçıların işidir, araştırsınlar. Ben şimdi yaşıyorum. Kürt adına yaşıyorum, Kürt özgürlüğü adına, Kürdistan halklarının özgürlüğü adına yaşıyorum. Ermeni’yi de, Asur'u da mezardan çıkarmak istiyorum, -ne kadar kültür varsa hepsini mezardan çıkarmak istiyorum. Bundan büyük heyecan ve kıvanç duyuyorum. İşte, bunu araştırmak lazım. Bunlar az mı önemli savaşlardır? Hangi zalimler bunları, bu mezarlaşmayı ve bu betonlaşmayı yaptılar? Bunu neden yazmayacaksınız?
Ve en önemlisi, bu nasıl çatlattırıldı? Düşünün, elli yıldır kendi deyişleridir, “beton bir mezarın içindesiniz.” Döve döve o betonu çatlatıyorsun ve bir filiz gibi boy atıyorsun. Halklar için, onların kültürleri için bundan daha heyecan verici bir şey düşünülebilir mi? Gerçekçi bir yazarımızın yüreğine bak, bilincine bak, bunun tanımını bile yapamıyor. Bu büyük bir zavallılıktır. Gerçekleşen önemlidir. Bir halkın ne kadar ince ağrılı da olsa kendi sesini tekrar ortaya çıkarması, “ben varım” demesi heyecan vericidir. Nitekim bazıları “Ermenileri de, Asurluları da uyandırdın” diyor.
Her halk uyansın, bu güzel bir şey.
Her kültür gelişsin, bu da güzel bir şey.
O dar milliyetçilikler ayrı bir sorun, ayrı bir bela. Onların üstesinden gelinebilir, ama gelişen insanlık, gelişen kültürler, yaşamın ta kendisidir. Bunu görüp, heyecanlanmamak mümkün mü? Savaşın, halk savaşının özü de böyle olursa sürükleyicidir ve yaratıcıdır, dolayısıyla başarılı sonuçlara götürebilir.
Yani bir anlamda kitapların özünü yaşıyorum gibi bir noktadayım. Eskiden çok ihtiyaç duyardım, gözüme her kestirdiğimi okurdum. Şimdi ilgi düzeyim zayıflamış. Zayıflaması, düşünceye ihtiyaç duyulmamasından dolayı değil. Şiddetle düşünüyorum. Kitaplar artık bana dar geliyor. Kitapların satırlarına düşüncemi sıkıştırmak beni sıkıyor. Tam tersine kafamda bir patlama var. Felsefi, moral, bütün toplumu ve doğayı ilgilendiren konularda düşünebiliyorum ve bu beni idare edebiliyor. Bu açıdan kitaplara fazla ilgi duymuyorum. Bir yerde yaşadığımı tekrar kitaplardan öğrenmenin fazla gereği yok. Daha çok, kitaplar yaşanılanı nasıl doğruluyor gibi incelemelerim oluyor. Ama yine de mütevazice okuyorum. Ama özellikle Kürt aydınlarına önerim, yaşanılanı görerek kitapları okurlarsa, daha çarpıcı sonuçlara ve muazzam bir aydınlanmaya ulaşacaklardır. Yalnız kitaplarda gerçeği aramak yetmiyor. Yaşanılanda da gerçeği aramak imkan dahiline girmiştir. Teorik birikimlerini yaşananı değerlendirme ile birleştirirlerse, gerçek bir aydın düşüncesine yol açabilirler.
HALKLAR ÖNDERİ
YORUM GÖNDER