İLK BİNEVŞ'İ TANIDIM… (10.BÖLÜM)
Beni Bağışlayın...
Ayva Satıcısı içimdeki aceleci çocuk neden bir an olsun durmuyorsun… Nereye götürüp bırakacaksın, hangi uçurumdan fırlatıp atacaksın beni… Bırak da bir soluk alayım, paramparça olmadan önce doyasıya içeyim şu çeşmenin suyundan. Bırak da kana kana güleyim, ağlayayım… Bu dördüncü kız kardeştir peşinden koştuğum, ruhum dayansa da, bedenim yetmeyecektir bu dört ömre. Hayatlarının en güzel yıllarını yaşayan bu dört güzel kıza kalbim bir kez daha kapılmaya, gözlerim bir kez daha vurulduklarını görmeye güç getirmeyecektir. Bu kız kardeşlere üç kez cesaret ile baktım ve bunu neden yaptığımın çok iyi farkındaydım. Şimdi, dördüncü kez aynı cesaret ile bakabilecek miyim, bunu ben de bilmiyorum. Arkadaşların hepsi gitti, haydi biz de gidelim, sözleriyle sıyrıldım düşüncelerimden. Ferman gencecik duruşuyla başımda dikilmiş gülümsüyor. Şimdi nereden bilecek aklımdan neler geçtiğini, Kanireşe isimli bu çeşmenin başında neden beklediğimi… Sessizce yüzüne bakıyorum. Yoruldun değil mi… diye soruyor on altı yaşındaki bedenine güvenerek, Kanireşe’nin kayalarında, yosunlarında nelerin saklı olduğunu bilmeden. Bir an önce gidelim, hava kararırsa yolu bulamayız… Yol konusunda tereddütlü olduğunu hissediyorum. Ne de olsa kılavuz olarak kalmış yanımda ama bu yolları benim ne kadar iyi bildiğimi bilmiyor Ferman… Ama ben Kanireşe de biraz daha oturmak, bu buz gibi suyun içinde akan ve bir tek benim görebildiğim, karanlık gecelerde buradan su içmiş, bu çeşmenin başında doyasıya gülmüş ve geçtikten sonra bir daha dönmemiş, bir daha bu çeşmeye uğramamış, kahkahalarını burada bırakmış ama bir kez olsun onları anlatacak sözleri bulamadığım neşe ve heyecan dolu yüzleri bir kez daha hissetmek istiyorum.
İlk Binevş’i tanıdım… Uzun ince, fidan gibi bir kızdı. Ve en büyük ablaydı. Bamernê eylemine gelirken bu çeşmeye birlikte uğradık. Taşıdığı o ağır silahın altında kan ter içinde kalmıştı ama kana kana su içtiğimiz o çeşmede eşsiz gülüşünü nakşetti kalbime… Bir fotoğrafını çektim o zaman ve milyonluk gülüş ismini verdim. Bir zarfa koydum her ikisini bir kuryeye teslim ettim. Uzaklarda bir yerlere, kaybolmayacak o mekana, Kürt halkının yüreğine taşısın istedim. Ve o kuryenin vurulduğunu, milyonluk gülüşün hiçbir yere ulaşmadığını çok sonraları öğrendim… Yolda ayvalar da var. Bu Metina da bir tek ayva ağacı var. Onun yerini de bir tek ben biliyorum, şimdi gidersek ona da uğrarız., ne dersin… Beni kandırıp götürmeye kararlı, ama ayva mevsiminin henüz gelmediğini bilmiyor. Gün batmadan noktaya ulaşmayı planladığını iyi biliyorum. Beni bir an önce bu çeşmenin başından kaldırmak istiyor ama zorlayamıyor da… Bir de karanlıkta yolu kaybedip usta kılavuzluğuna helâl getirmek de var işin içinde… Onlarla hep aynı yaşta karşılaştım. Ve fotoğrafladığım an, onlar hep aynı yaşta, o kayalar, bu akan soğuk su, bu yemyeşil yosunlar hep aynı yerde kaldılar. Kanireşe’nin serin suyunda gülüşlerini dinlemeye her gelişimde sanırım bir tek ben değiştim…
Şimdi dördüncü kız kardeşin de bazı günler buraya geldiğini ve Kanireşe’nin kara sularından içtiğini öğrendim. Buradayım, o gülüşlerini yakaladığım üç kız kardeşin su içtiği çeşmenin başındayım. Dördüncü kız kardeşin de buraya geleceğini söylüyorlar. Bu defa nedenini bilmeden bekliyorum… Fotoğraf makineni unuttun mu? diye soruyor bu defa Ferman. Bu akşam ondan bana rahat yok. Bırakmıyor şurada gönlümce hüzünleneyim. Daha kendisi hüzünle tanışmamış ki… Nereden bilsin bu defa fotoğraf makinemi isteyerek getirmediğimi, bilerek yanıma almadığımı. Bu sefer fotoğraflamamak için geldiğimi ve belki de ilk defa kendimi unutmadığımı… Ben o kız kardeşleri hiçbir zaman aynı kadraja sığdıramadım. O kadar dağılmışlardı ki bu coğrafyaya ve bu zamana, hep sadece birisiyle ve farklı zamanlarda karşılaştım. Aynı zamanda ve aynı mekânda bir kez olsun yakalayamadım onları… Fotoğraflarım hep tek tek çekildi ve belki ilk defa bu yazıda bir araya gelecekler… Ferman da bir açıklamayı hak ediyor biliyorum. Geç kalıyoruz, yola çıkacağımıza oturmuş bu çeşmenin sularına bakıyoruz. Su içtik, tamam. Biraz da dinlendik, o da tamam… Daha ne bekliyoruz. Ona anlatayım diyorum. Ama bu gencecik yüzüne, yüzündeki sevimli kıvrımlara sonbahar yakışmıyor… Hüzün bana kalsın bu akşam… Sonra Sakine’yi tanıdım. Bu ailenin üçüncü kızıydı. Ufacık bir kızdı. Ve şuan yanı başımda oturan ferman kadar boyu vardı ancak. Bundan tam on yıl önce bir akşamüstü hareketli taburun sevinç ile gülen çocuklarını kameram ile kaydediyordum. Kadraj içinde gün batımının kızıllığında gerillaların yüzlerini almaya çalışırken, çerçevenin sol köşesine yakın bir yerde tertemiz bir yüzün bana baktığını fark ettim. Bütün tabur geçerken o durmuş gün batımındaki kameramanı seyrediyordu. Bütün tabur geçip gittikten sonra o da geçip gitti. O benim hayatımda gördüğüm en saf yüzdü… Onun vurulduğuna hiçbir zaman inanmadım. Boy aynasına gizlenmiş hayalini hep içimde taşıdım. Ne onun için yazdığım yazılar, ne de yaptığımı filmler hissettiklerimi dile getirmeye yetmedi. Ferman bu sefer flütünü çıkardı ve az öteye oturdu.
İşte bunu beklemiyordum. Anlaşılan umudu kesti benden. Artık güneş de son ışınlarını gönderiyor. Flütünü okuldan getirmiş. Geçen yıl İstanbul dan ayrılıp dağa gelirken yanına aldığı tek şey buymuş. Flütü bana işaret edip zerdayı çalmaya başlıyor yanı başımda. Şimdi Kanireşe’nin sularından geçen yüzleri nasıl da tamamlıyor bu ezgi… Sonra Denizi tanıdım… Faraşin yaylalarının o deniz yeşilinin orta yerinde buldum onu. O ortanca kızdı ve Botan’ın asi gerillalarının en güzellerindendi. Hep Binevş ve Sakine den dinlemiştim onu. Ama bir gün gidip bulacağımı ve Faraşin yaylalarında bir fotoğrafını çekeceğimi hiçbir zaman düşünmemiştim. Kürt gerillalarının İmralı adasındaki o büyük insanın çağrısına uyup Güneye çekildikleri o günlerde birlikte yolculuk yaptık. O fırtınanın içinde yürüdüğümüz günlerde hep neşesine tanık oldum. Binevş’i ve Sakine’yi bu defa da ondan duydum. Çocukluk anılarını bir kez olsun bölmeden, bir kez olsun onların vurulduğunu söylemeden ondan dinledim. Güneye doğru heyecanla yürürken yıllar sonra onlarla nasıl kucaklaşacağını, nasıl sarılıp birlikte yatacaklarını bir bir anlattı durdu. Ama ben o anı hiçbir zaman fotoğraflayamayacağımı çok iyi biliyordum. Sadece sustum ve dinledim. Ferman bildiği üç şarkıyı arka arkaya çaldı. Sonunda flütünü cebine koydu ve gözlüklerini çıkardı ve temizledi. Karşımızdaki karakolların ışıklarını gösterip biraz da korkutmaya çalıştı. Şurada bir yıllık bir savaş tecrübesi vardı ve benim gibi bir aceminin duygusallığı yüzünden başı derde giremezdi. Artık iyice sabırsızlandığını anlıyordum. Sonunda dayanamadı ve ne arıyorsun yahu dedi… Binevş’i… diye karşılık verdim. Beklemiyordu. Biraz düşündü, sonra buldu. Tanıyordu… Binevş kız kardeşlerin dördüncüsü ve en ufağıydı. Onun ablalarının ardından geldiğini çok sonraları öğrenmiştim. Bu gün buraya, bu siyah çeşmeye, Kanireşe’ ye gelişimin de tek nedeni oydu. Onu görmek için geldim buraya ve ilk görüşte tanıyacağımı da adım gibi biliyorum. Bu defa ablalarını gördüğüm o ilk anda yaptığım gibi onu fotoğraflamak için acele etmeyeceğim.
ŞEHİT HALİL DAĞ
YORUM GÖNDER