BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (19.BÖLÜM)
AYNANIN SİMLİ YÜZÜ
Dilşah Ana Diyarbakır
Görüşme Tarihi: Ocak 2013
Mefaik: Şahadeti Ağustos 1992
Amed: Şahadeti 10 Mart 1999
Dilşah Ana’nın eşi: 15 yıldır kayıp Aynı sülalede sekiz kişi hayatını kaybetmiş.
“Aynaların içi insanlarla dolu. Görünmez insanlar, bizi görürler. Unutulmuşlar bizi hatırlarlar. Biz aslında onları görürüz. Görürken de kendimizi. Peki, gidince, onlar da mı giderler. (Eduardo Galeano)
Diyarbakır, Kulp İlçesi… Köyü’nden. Yirmi yıl önce göç etmişler. Üç kez evlerini yıkmış devlet. Üç kez de evlerini yeniden yapmışlar. En son evin içine el bombası atıldığında köylerini terk etmek zorunda kalmışlar. Aile, ekonomik olarak iyi durumda olan bir aile. Ailenin Diyarbakır’da epeyce dairesi ve dükkânı var. Dilşah Ana, kayınlarıyla birlikte sekiz kişinin bu olaylarda yaşamını yitirdiğini söylüyor.
Resmi tarih söylemi; Kürt sorununu her zaman, aş, iş, ekmek kavramlarıyla açıklayan tezinin aksine bu sorunların kaynağının hiç de sanıldığı gibi olmadığını anlatıyor görüştüğümüz aileler. 1806 ’da Baban Aşiretiyle başlayan 1843 yılında Bedirhani’lerden günümüze otuz sekiz tane isyandan söz ediliyor. Fransa’dan başlayarak dünyayı kan gölüne çeviren mikro milliyetçilik, tek millet ideolojisiyle dünyayı, kasap dükkânına çevirdiğini söylersek tarihsel bir yanlışlığa düşer miyiz acaba? Dersim İsyan’ı, bu yargımızı açıklamaya yardımcı olabilir belki. Dersim İsyanı ile ilgili devlet arşivlerinde, başkaldırının olmadığı bir bölgenin, tehlikeli görüldüğü için önlem olarak bu katliamın başlatıldığı bilgisine yer verilir. Kendisinden olmayana karşı tehlike refleksleriyle idare edilen devlet mantalitesi geçen iki yüz yıllık zaman diliminde, bir kuşağın diğerine devrettiği kanlı mirasını sürdürüyor. Ötekileştirme ideolojisi, 2013 yılının Türkiye’sinde de yakıcılığını sürdürüyor. Aslında bu tarih algısı sadece Kürtleri kapsayan bir algı değildir. Çingeneler; dilenmesi hak kabul edilen aşağı bir tabakadır, atasözlerimizdeki gibi “Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü, Ermeni dölü, gâvur, kafasız Laz vb.” Zihinlerimize kazınmış diğer ötekilerdir. Görüştüğümüz ailelerin büyük bir kısmı PKK olgusunun nasıl hayatlarına girdiğine dair sorularımıza neredeyse benzer yanıtları verdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda biz de vardık, Kurtuluş Savaş’ında da, Osmanlı – İran savaşlarının asli unsuru Kürtlerdi, vergi verdik, çocuklarımızı askere gönderdik ama her yerde de aşağılanan biz olduk diyorlar. (bunu kendi cümleleriyle ifade ediyorlar). Kendilerini her zaman devlet gözünde güvenlik sorunu teşkil eden ve yok edilmesi gereken halklar olarak görüyorlar. Bu yargılarını da kendilerine yapılan haksızlıkları sıralayarak açıklıyorlar. Dilşah Ana, bu annelerden sadece biri. O da bize hikâyesinin aşla, ekmekle değil, tarihin ve ideolojilerin insanı körleştirdiği bir vicdanı o’ da kendi dilinden anlatıyor…
1975 yılında başlayarak dünyayı saran sol dalga Türkiye’yi de etkilemişti doğal olarak. Şiddeti bir yöntem olarak seçen dönemin hükümetleri, yakın tarihimizde sorunu ya darbeyle çözdü ya da adaletsiz uygulamalarıyla bastırma yoluna gitti. İnsan hakları raporlarına bakarsanız bugün bile insan hakkı ihlallerinde Türkiye’nin hatırı sayılır bir sırada olduğu görülür. Batı, sol tandanstan bir mücadele profili çizerken, Doğu” Ulusalcı kavramlar üstüne kendini inşa etti. Ama ne gariptir ki, devlet zor ve şiddeti derinleştirdikçe PKK’ ye katılım en zirve dönemini yaşadı. Yöneticiler, her zaman nefret söylemlerini geliştirerek bu sorunların üstesinden gelmeyi tercih etti. Bugün yaşananlar bir sonuç mudur, bir olgu mudur? Bugünün siyasetçilerinin ve insanların sorması gereken soru bu olmalıdır. Klişe bir laftır “Savaşın kazananı olmaz” bu savaşta en büyük acıyı analar yaşarlar. Bir yandan asker oğlunu, diğer yandan gerilla oğlunun mezarını ziyaret eden bir anne en çok hangisine ağlar. Yaptığımız bu çalışmada Kürt annelerini kutsamak değil elbette niyetimiz.
Ama ‘ötekileri’ birileri yazmalıydı. Onlar bu güne böyle gelmediler. Onların çocukları öldüğünde medya, ya leş dedi, ya cani dedi. Onlar anne. Onlar, kimin haksız olup kimin haklı olduklarına bakmazlar. Onlar ölen oğullarının acısını yaşarlar. Doğdukları günden başlayarak, emekledikleri, okula gittikleri, askere gönderdikleri, evlendirdikleri günlere kadar yüreklerinde yaşatırlar anılarını çocuklarının. Bu bir asker annesi için de böyledir, bir gerilla annesi için de. Neden bir taraf olmak zorundadır. Neden aslolan insan değildir. Biz bir tarafı kutsadıkça, öteki tarafı da yaratmış olmuyor muyuz? Bütün bu sorunların sadece bize özgü olmadığını, dünyada da benzer şeylerin hep var olduğunu görmezden geliyoruz. Sorunun kaynağını sorgulamak yerine şiddeti bir yöntem olarak seçenlere söyleyecek bir sözümüz yok. Ölüm karşısında merhametimiz neden körleşti. İnsan ölmesin diye neden söyleyecek bir çift lafımız olmaz. Dilşah Ana çocuklarının PKK’ye ilgisini anlatırken bu tarihsel geçmişin izinden yürüyerek anlatıyor bu güne nasıl gelindiğini. Dilşah Ana Anlatıyor “Biz köydeyken, arkadaşım (eşini arkadaşım diye betimliyor Dilşah Ana) köy muhtarıydı. Yaklaşık otuz beş yıl muhtarlık yaptı. Kürt meselesi ile ilgili az çok bilgimiz vardı fakat doğrudan bu meselenin içinde değildik.
1990’lı yıllarda bizim oralarda neler yaşandığını bilirsiniz. Çatışmaların en yoğun yaşandığı yerlerden biriydi. Koruculuk sistemi yaygınlaştırılıyordu. O dönemlerde PKK’liler bizim bulunduğumuz köye yakın yerlerde kalıyorlardı. Bizler iki ateş arasında kalmıştık, deyim yerindeyse. Arkadaşım (eşim) koruculuk gelirse PKK ve koruculuğun buranın huzurunu bozacağını düşünüyordu. Koruculuğu istemiyordu. Devlet şiddeti, köylülerin koruculuğa zorlanması, baskılara neden oluyordu. Bizim oraların alışık yöntemiydi; kaba dayak, tehdit ve gözaltılar. Bu yaşananlar, zamanla hepimizin doğal karşıladığı bir durum haline geldi. Çocuklarım bu durumdan etkilendikleri gibi lise yıllarında da çeşitli gençlik hareketleri içinde yer almışlardı. Bunu sonradan öğrendim. Çocukların odasına her girdiğimde kitap okuduklarını görüyordum. Oğlum niye uyumuyorsunuz dediğimde “yazılımız var ders çalışıyoruz” diyorlardı. Ben de inanıyordum. Meğer okudukları kitapların siyasi kitaplar olduğunu sonradan öğrendim. Bazı kitapları halının altına saklıyorlardı. Niye yapıyorsunuz böyle diye sorduğumda “burada kalsın” diyorlardı. Bu şüphe uyandırmıştı ama üstünde durmadım. Altı tane çocuğum var. PKK meselesi ailemizde, çocuklarımla başladı. O zamanın Kürt gençlerinin genel durumu buydu zaten. Devlet baskısı gören her genç PKK’ ye yanaşıyordu. Dağa giden ilk oğlum Mefaik’ti. Lise mezunuydu. Diyarbakır’da muhasebecilik yapıyordu. Askere gitmişti, rahatsızlığı nedeniyle çürük raporu vermişlerdi. Nişanlıydı. Hayatıyla ilgili bu planlamaları yapan biri niye dağa gitsindi. İnanç herkeste var, ama bu dağın yolunu her inanana göstermiyordu. Diyarbakır’da her gün birileri faili meçhule kurban gidiyordu. Oğlum da takip ediliyordu. Artık Diyarbakır’da kalacak durumu kalmamıştı. O da dağa gitmeyi seçti. Ardından Türkiye’ye döndü.
1992 yılının Haziran ayıydı. İstanbul, Bayrampaşa’da helikopter destekli özel tim operasyonuyla yaralı olarak ele geçirildi. Yakalandıktan sonra yaralı haliyle işkence yapılmıştı. Her tarafı kan revan içindeydi. Televizyonda da gösterdiler. Yüzü tanınmaz haldeydi. Parmağında bir yara izi vardı oradan tanıdım Mefaik olduğunu. Hastane öncesinde konuşturmaya çalıştırmışlar. Kimsenin ismini vermemiş tabi. Kardeşi Amed’de dağdaydı. Kendi derdini unutmuş onun durumunu soruyordu. Arkadaşlarından haber almaya çalışıyordu. Tabi biz bilmiyorduk. Sadece rahatlaması için iyi olduklarından bahsediyorduk. Derdim o kadar çok ki hangi birini anlatayım. Hastaneye getirildikten sonra üç defa ameliyat edildi. Oğlumu görmeye gittiğimizde elleri ayakları kelepçeyle ranzaya bağlanmıştı. Kızım, “kıpırdayamayacak durumda, ameliyatlı birine bu eziyet yapılır mı” diye bağırmıştı. Tabi bir sonuç alamadık. Mefaik iki ay kaldı hastanede. Ziyaretine gittiğimizde özel bir bölümde tutuluyordu. Yedi sekiz kişi tarafından korunuyor, ziyarete giderken en az üç dört kapıdan geçilerek gidiliyordu. İki ayın sonunda şehit oldu. Oğlumu bile bile öldürdüklerini düşünüyorum. O zaman köyde oturuyorduk. Cenazeyi alıp köye götürmek istedik. Özel tim yolu tutmuştu. Cenazeyi defnetmemize izin vermiyorlardı. Yalvar yakar ancak razı edebildik. Ölümü bir yana rahat uyuyacağı bir mezarı bile bize çok görüyorlardı. Siz olsanız sizlere bunu yapanlara karşı öfkeniz olmaz mı? Oğlum dağa gitmeden önce evlenmişti. Mefaik ve gelinim severek evlenmişlerdi. Bir birlerine öylesine tutkunlardı ki anlatamam. Oğlumdan sonra gelinim ancak üç ay dayanabildi.
1992 yılının Ağustos ayında Mefaik, Kasım ayında da gelinim üzüntüsünden vefat etti. Bu olaydan sonra köy baskınlarının ardı arkası kesilmedi. Üç kez evimizi yıktılar. En son evin içine el bombası attılar. Artık köyde duramazdık. Kızım Diyarbakır’da ev tuttu. Bizde gelip yerleştik. Ekonomik durumumuz iyi maddi imkânımız vardı. Beladan kaçtık ama bela peşimizi bırakmadı. Diğer oğlum Amed’de dağa çıkmıştı. Daha onun derdindeyken babası 28 Şubat 1998 yılında kaçırıldı JİTEM tarafından. Yaklaşık on beş yıldır kayıp. Küçük oğlum Amed, eyalet komutanıydı. Babası kaçırıldığı sırada JİTEM oğluma bir şekliyle haber gönderiyor. Babasının ellerinde olduğunu, eğer gelip teslim olursa babasını serbest bırakacaklarını söylüyorlar. Oğlum kabul etmiyor tabi. “Ben bu davaya babam için katılmadım. İnandığım bir amaç için buradayım. Sizlere teslim olmayacağım” diyor. Diyarbakır’a gelmiştik fakat arada bir gidip geliyorduk köye. Oğlum o sıralarda oradaydı. Bu olayı oğlumun ağzından dinledim. Amed, 10 Mart 1999 yılında şehit oldu. Mezarı nerededir bilmiyorum. Ailemiz bu dava uğruna kayınım dâhil sekiz kişiyi verdi. Ömrümüz talan edildi anlayacağınız. Bu kadar acının içinde bir insan nasıl yaşarsa biz de öyle yaşamaya çalışıyoruz. Barış annesiyim ben. Her gün televizyonlarda kin ve nefret kusan bu insanlara ne diyebilirim. Siz bir yaşadıysanız biz on yaşadık. Yine de kinimiz yok. Biz zulmün her türlüsünü yaşadık, hiç değilse geride kalanlar huzur bulsun istiyoruz. Bu yaşımıza gelmişiz hala sokaklarda barış barış diye bağırıyoruz. Seksene varmış kadınlar ne yapabilir. Devleti mi yıkacağız. Barış barış dediğimiz için birçok annenin onlarca davası var mahkemelerde. Çoluk çocuk, dışarıda adam bırakmadılar nerdeyse. Bir barış olsun bir huzur gelsin istiyoruz…
Ocak 2013 Diyarbakır
MüRSEL YILDIZ& iBRAHiM ALP
YORUM GÖNDER