DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK 5.BÖLÜM
Ahlak İçin Öncelikle İnanç Gerekir;
Biz bunu biraz daha somut anlaşılması için şöyle de ifade edebiliriz: Nasıl ki insanın organları arasında iş ve işleyiş itibariyle farklılıklar varsa, her organın iş yapabilmesi için de oksijene, besine ve kana ihtiyacı varsa ve bunlar da damarlar temelinde birbirlerine aktarılıyorsa, ahlak da toplum içerisinde böyle bir rol oynuyor. Her organın iş yapabilmesi için, diğer organdan ihtiyaç duyduğu şeyleri alması gerekiyor. Toplum içerisinde ahlak böyle bir bütünsellik sağlıyor. Bir anlamda ahlak toplumun çimentosu ya da harcı oluyor. Nasıl ki bir duvar yapıldığında taş üzerine taş, kerpiç üzerine kerpiç konulduğunda sağlamlaşması için harca, yapıştırıcı bir şeye ihtiyaç varsa, insanların da bir fiziki bütünsellikten çıkıp duygusal, düşünsel, yaratıcı bir olguya dönüşmesini sağlayacak o harç, o yapıştırıcı şey ahlaktır. Ahlak olmazsa, insanlar vahşi olur. Herkes kendi başına ne bilirse, ne yaparsa, ne alırsa onu esas alır. Böyle olursa zaten toplum olmaz. Sürü olur, kurt kanunu hâkim olur. Ya da günümüzde kapitalist sistemde çok net ortaya çıktığı gibi kim güçlüyse onun diğeri üzerinde egemenlik kurmasına yol açar. Yaratıcı toplumsal yapının eşitlik, özgürlük ve adalet gibi erdemler temelinde bir yaşamı gerçekleştirmek için gereksinim duyacağı temel şey insandaki ahlaki boyuttur. Ahlak böyle bir vasıf ve böyle bir işleve sahiptir. Ahlakın toplum ya da insan yaşamı içerisindeki önemi, toplumsal kuruluşun ilk aşamalarında temel bir duygusal bağlanım olarak ortaya çıkmasında yatıyor. Ahlakilik açısından bilgiden, bilinçten, tasarıdan öte gerekli olan temel şart inanç olgusudur. Bu anlamda ahlaki olabilmek için insanların önce bir şeylere inanması gerekir. Bilgi erdem yaratabilir, kültür erdem yaratabilir, çok zengin değerler ve ürünler ortaya çıkarabilir. Ama bilgi, kültür, zengin ürün, değerler ortaya çıkarmak, yaratmak insanın ahlaklı olduğu anlamına gelmez. Çok şey bilebilirsin, ama ahlaklı olmayabilirsin. Maddi olarak çok zengin olabilirsin, ama ahlaklı olmayabilirsin. Birçok toplumsal sorunu giderebilecek araçlar ve ürünlere sahip olabilirsin, ama ahlaklı olmayabilirsin. Dolayısıyla biz ahlakı kültür içinde değerlendirirken merkezine, temeline toplumsal inancı koyuyoruz. Yani ahlak için önce inanç gerekiyor. Tabii burada şunu vurgulamalıyız: İnanç derken bugün anladığımız biçimde bir din inancından, bir tanrı inancından bahsetmiyoruz. Bahsedilen inanç olgusunun ne olduğunu Önder APO’nun Bir Halkı Savunmak eserinde vurguladığı şu alıntıyı yapalım: “Klan bilincinin sembolü totemdir. Totem belki de ilk soyut kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak da değerlendirilen bu düzen ilk kutsallığı, tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemin simgesel değerinde kendini kutsamaktadır. İlk ahlak kavramına da bu yoldan ulaşmaktadır. Çok iyi bilincindedir ki, klan topluluğu olmazsa yaşam sürdürülemez. O halde toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirilip tapınılmalıdır. Din inancının gücü de bu kaynaktan gelmektedir. Din ilk toplumsal bilinç formu oluyor. Ahlakla bütünlüklüdür. Bilinçten giderek katı bir inanca dönüşüyor. Artık toplum bilinci din formunun geliştirilmesi biçiminde olacaktır. Din bu özelliğiyle toplumun ilk temel hafızası, köklü geleneği ve ahlakın kaynağıdır. Klan toplumu pratiğiyle ne kadar bilinç geliştirse bunu hep toteme, dolayısıyla kendi yeteneğine bağlamış oluyor. Simgesel olarak totem gerçeğinde ise, insan topluluğunun giderek başarılı olması sürekli kutsamayı da beraberinde getiriyor. Kutsama kutsalın, kutsallık ise toplumun gücü oluyor.” Önderlik belirlemesinde ortaya çıktığı gibi, bahsedilen inanç insanın ilk toplumsal gücünün farkına varmasıdır. Din bu düşüncenin katı kurallara bağlanmasıdır. Yani ilk inanç ile vurguladığımız şey, insanın kendisine, bir bitkiye, bir hayvana, yanı başındaki bir insana inanması, ona güven getirmesi gibi olgulardır. Bu varlıklar da toplumsal yaşama olan katkılarından hareketle seçiliyorlar. Zaten inanç temelinde ilk şekillenmenin bu temelde geliştiği tespitlidir. Kültür olarak yarattığı değerler insanın kimliğini ifade ediyorsa, bütün bunları bir harç gibi bir arada tutan olgu insanın ahlaki örgüsüdür. Yani ahlakilik olmazsa, insan kendisine ve yaptıklarına inanmazsa, orada toplumsal yaşam gelişmez. Çünkü yaptığına güvenmez ve bağlılık göstermezse, insan yaşamının bir anlamı olmaz. Yaptığına karşı inançsızlık, güvensizlik ve değer vermeme olursa, yaptığına bağlanma olmazsa, toplumsal değerler kalıcılaşmaz. Bu durumda birikim sağlanmaz. Günübirlik bir yaşam ortaya çıkar. Ama biz toplumdan, kültürleşmeden bahsederken, kalıcılıktan ve değişmeyen değerlerden bahsettik. İşte ahlak bu anlamda insanlarda kalıcılaşmayı ve toplumsal olgunun bir arada tutulmasını sağlayan en temel insan özelliğidir; insanlık değeridir. Önder APO, “İlk düşünce, ilk bilme, bilinçlenme formu inançtır” dedi. İnsan aklı ilk olarak inanç biçiminde düşünüyor. Bu da insan davranışları, topluma katılımları ve diğer insanlara yaklaşımlarının ilk sürecinin tümüyle ahlaki olmasına yol açıyor. Çünkü çevresinde olup bitenleri inançla algılıyor. Bilmiyor, inanıyor. Dolayısıyla bugün zihniyet olarak ele aldığımız bütün düşünce kalıpları, bütün düşünsel süreçler kökenini insanların ahlaki yapısından alıyor. Yani o ilk inanç formu üzerinden gelişiyor. Nedeni de şudur: Dediğimiz gibi, inanç ve ahlak olmazsa toplum bir arada olmaz. Çünkü bu değerler toplumun harcıdır, vicdanıdır. Günümüzde de kötü insanların vicdansız, kötü davranışlar sergileyen insanların ahlaksız biçiminde tanımlanmasının nedeni budur. Nasıl ki insana kültürel bir varlıktır demek bir tanımlama biçimiyse, aynı zamanda insana ahlaki bir varlıktır demek de bir tanımlamadır. Çünkü ahlak olgusu da direkt insanla bağlantılıdır; toplumsal yaşamın gelişmesiyle birlikte başlayan, süreçle değişen ve derinleşen bir manevi olgudur. Bu konuda Önder APO’dan bir alıntıyla tanımımızı daha net olarak ifade edelim. “Ahlak bir toplumun çimentosu gibidir. Ahlakı olmayan hiçbir toplum yoktur. Ahlak insan toplumunun ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zekâ ile duygusal zekânın toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline getirileceği ile ilgilidir. Tüm topluma eşit düzeyde ama farklılıkların rolünü, hakkını da gözeterek davranır. Başlangıçta toplumun kolektif vicdanını temsil eder. “Toplum ancak özgür bir yargılama olarak ahlakla düzenlenebilir. Ahlak insanın seçim kabiliyetiyle ilgi olduğundan ötürü özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlak, özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas olarak ahlakı ile özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu, ahlakıyla bağlantısını kopartmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması ahlak kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitli ideolojiler ve politik felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise, ancak mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir. Ahlakın teorisi olarak etik veya ahlakiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlakı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevini doğru ortaya koymak kadar, temel yaşam ilkesi haline gelene kadar önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır.” Ahlak olgusunda özellikle şunu vurgulamak gerekiyor: Ahlakın insan yaşamı içerisindeki yerini anlayabilmek için kesinlikle günümüzdeki modernist paradigma denilen kapitalist düşünce kalıplarının çok dışında düşünmek gerekiyor. Din düşüncesiyle, köleci yaşam değerleriyle bir noktaya kadar ahlak tanımlanabilir. Ama modernist paradigmayla ahlak kesinlikle tanımlanamaz. Toplum ve ahlak ya da yaşam ve ahlak, toplumun vicdanı olarak ahlak, inanç olarak ahlak olgularının günümüzün düşünceleriyle izahı kesinlikle mümkün değildir. Çünkü günümüzün temel sorunlarından bir tanesi de ahlakiliğin olmamasıdır. Bunu belirtirken, hemen şunu de eklemek gerekiyor: Özellikle günümüzde ahlakiliği savunmak, ahlaki olmak, topluma tekrardan bir ahlak dayatmasında bulunmak devrimcilik gerektirir. O yüzden de günümüzde devrimcileşebilmek, toplumsal kaosu aşabilmek, günümüzdeki imkânları insanların hizmetinde kullanabilmek için öncelikle gerekli olan ilk şey ahlak sahibi olmaktır. Onun için şunu çok rahatlıkla belirtebiliriz: Günümüzde her şey vardır, sorunları giderebilmek için her imkân vardır. Günümüzün çelişki ve çatışmalarını barışçıl bir yöntemle çözebilmek içinde imkânlar mevcuttur. Ama olmayan temel şey ahlaktır. Bunun tek sorumlusu kapitalist sistem ya da modernist paradigmadır. Belki Sosyal Silimler dersinde izah edilmiştir. Özellikle modernist paradigmayla birlikte duygu ve düşüncenin birbirinden kopartılması, düşünceyle maddi üretimin birbirinden kopartılması, birey ve toplumun birbirinden kopartılması, kadın ile erkek arasında yaşanan çelişkinin derinleştirilmesi bizim inanç, toplumsal harç, yapıştırıcı dediğimiz olguyu toplum içerisinden kovmuştur. Günümüzde toplumsal düşünme ve davranmanın ‘ahmaklık ve kerizlikle’ eşdeğer tutulması boşuna değildir. Bugün biri toplumcu olsa, diğer bütün insanları kendisi gibi düşünse, empatik, mütevazı ve paylaşımcı olsa, günümüz toplumu içinde nasıl değerlendirilir? Bu insan hakkında ‘saf, ahmak’ değerlendirmesine gidilir. İnsanlığın bunu hangi düzeyde kötülük olarak değerlendirdiğini bilemeyiz, ama bu durum özellikle sosyal bilimin en çok üzerinde durması gereken olgudur. Çünkü sorunların temelinde kesinlikle toplumun ahlaki örgüsünün dağıtılması yatar. Kültür adına yaratılan şeylerin insani olmasını, yaratılan şeylerin insanların hizmetinde olmasını sağlayan, buna biçim verip yönlendiren temel husus kesinlikle ahlaki değerdir.
Ahlakın İlk Biçimi Toplumu İnşa Etme Ahlakıdır;
Tabii süreçle diğer tüm insani değerler gibi ahlak da saptırılıyor, değişime uğratılıyor. Nasıl ki komünal demokratik yaşam süreç içinde devletçi toplum biçiminde saptırılıp dönüştürülüyor ve bu da toplumsal sorunlara neden oluyorsa, aynı şekilde ahlak da saptırılıyor. “Ahlaktaki ‘iyi’-‘kötü’ ayrımı uygar toplumdaki temel sosyal bölünmeyle bağlantılıdır. Çıkar grupları arasındaki mesafeyi bir yönüyle açıklar. Genelde ise, iyi ve kötü toplum ayrımını ifade eder. Özü toplumculuktur. Topluma bağlılık iyi ahlakı ifade ederken, toplumdan uzaklık, onun değerleriyle çelişme kötülüğü ifade eder. Toplumsal kuruluş başlangıçtan itibaren ahlaki karakterlidir. Yani düzenleniş kurallarına gönüllü ve kutsallık temelinde bağlanır. Toplumun ‘ilk anayasası’ ahlak kurallarıdır. Toplumun özünde ahlak vardır. Ahlaki temelini yitiren toplum dağılmaktan kurtulamaz. Toplumsal kurallar ise özünde toplumun kimliğine, tanrısal varlığına, diline, diğer üyelerine sanki tek bir canmışçasına bağlılık ve gerektiğinde onlar için ölümü göze almaktır. Zaten toplumun dışına atılmak ölümle eştir. “Hiyerarşi ve siyasi erkin devlet olarak kurumlaşması, ahlaki topluma ilk darbeyi indirir. Sınıf bölünmesi ahlaki bölünmenin de temelini hazırlar. Ahlaki problem böyle başlar. Siyasi elit bu problemi hukukla çözmeye çalışırken, rahipler dinselleştirerek yanıt bulmaya çalışırlar. Hem hukuk hem din bu açıdan ahlakı kaynak olarak alır. Nasıl ki siyasetin, siyasi gücün kalıcı kurallı ve kurumlu mekanizmaları hukuku teşkil ediyorsa, din inşacıları da aynı işlevi ahlak kaynaklı kalıcı kurallı ve kurumlu başka bir inşayla, yani dinle ahlaki krizi çözmek isterler. Aralarındaki fark hukukun yaptırım gücünün olması, dinin ise bu niteliği olmayıp vicdan ve tanrı korkusunu esas almasıdır.” (Önder APO) Egemen devletçi sitemlerin kendi mekanizmalarının işlevselliğine göre ahlakı ele almaları tüm kötülüklerin kaynağıdır. Her devletçi toplum biçimi ayrı bir tarzla kendi ahlak anlayışını hakim hale getiriyor. Sistemlerin egemenliği aynı zamanda ahlaki egemenlikleri anlamına gelir. Bu sapmayla birlikte insan kendi çevresine, ürünlerine ve emeğine yabancılaştırılarak, bu değerlere el konulup köleci toplumda ziggurata, rahibe ve tanrılara bağlanıyor. İlk kural olarak “Ne kadar çok ahlakiysen, o kadar çok insan olursun” ilkesi, bir yaşam kanunu olarak, devletçi toplumda egemenlere hizmet biçiminde devlete bağlanıyor. İlk dönemlerde özellikle komünal toplum açısından değerlendirildiğinde, insanlar arasında ahlakilik noktasında bir yarış vardır denilebilir. Bu dönemde kişi ne kadar çok çalışır, komünal ve paylaşımcı olursa, toplum içerisinde en iyi insanın o olduğu düşüncesi temel düşüncedir. Çünkü toplumun ahlakı bunun üzerine oturmuştur. Bu, insanların topluma müthiş bir şekilde bağlanmasını getiriyor. Toplumsallığın ilk süreçlerinde ahlakın bu denli esas olması, insanların birbirlerine sıkı sıkıya bağlanarak yaşayabileceklerine olan inancın fark ediliyor olmasındandır. Böylece insan olmanın temel bir özelliği de çok doğal olarak yaşamda yer edinmiş oluyor. İnsan böyle öğrendiği için, bu ilke yaşamın temel bir ilkesi oluyor. Zihniyete böyle oturmuş bu gerçeklik devletçi topluma geçişle birlikte saptırılıyor. Bu temel mantalite şöyle değiştiriliyor: “Rahibe, ziggurata, çamurdan yapılmış o putlara ne kadar çok hizmet edersen, rahiplerin mitolojik söylencelerine ne kadar çok inanırsan o kadar iyi bir insansın” kuralı insanlara kabul ettiriliyor. Ahlak, insanın toplumun bir üyesi olarak yaşamasını sağlayan duygu ve vicdandır. Ahlakın ilk biçimi toplumu inşa etme ahlakıdır. İkinci aşamada ahlakilik toplumu devlete bağlayarak egemenlere hizmet etmesi için ele alınıyor. Egemeni büyütmenin aracı haline getiriliyor. Kölecilikte en iyi köle olmada başlangıçta bir yarış vardır.
Feodalizmde de en iyi kul olmak övgü konusudur. Kapitalizmde işçi olmada bir yarış vardır. Kölecilikte kişi rahibe, ziggurata ne kadar iyi hizmet ederse, köleci toplumda o kadar iyi bir insandır. Köleci devletin, köleci yaşamın öngördüğü emek ve ilişki tarzını ne kadar çok derinleştirirse, onun için ne kadar çok mücadele ederse, toplumun o kadar güçlü bir üyesiymiş mantığı egemen kılınır. Tek tanrılı dinlerde de, insan tek tanrılı dinlerin emirlerine göre ne kadar kuralcı bir yaşamı yaşar, geliştirir, yayar ve insanlara kabul ettirirse, o kadar iyi bir mümin olmuş olur. Dinlerin kuralları vardır. Nasıl konuşacağı, nasıl oturup kalkacağı, nasıl giyineceği gibi yaşamda insanın düşüncesini yansıtan davranış ölçüleri belirlenmiştir. Örneğin son dönemlerde Türkiye’de yapılan türban tartışması, dini kültürün kapitalist kültürle bir mücadelesidir. Müslüman kadın başını örtmek durumundadır. Türban İslam kültürünün bir gereği olarak sunulur. Kapitalist modern yaşamda da kadın özellikle dekolte kıyafetler giymesi yönünde eğitilmiştir. Aynı biçim erkek kıyafetlerinde de izlenebilir. Güncel bir durum olduğu için bu örnekleri verdik. Bu, yaşamın her alanında görülen bir kültür çatışmasıdır. Günümüzde özgürlük ve demokrasi değerlerinin insanlığın vazgeçilmezleri olmasından dolayı bu çatışma bu jargonla ifade ediliyor. Özünde bu çatışma dini kültürle modernist kapitalist kültürün çatışmasıdır; iki devletçi sistemin çıkar ve iktidar çatışmasıdır. Kapitalizmde de işçi patronu için ne kadar çok çalışırsa, ne kadar iyi hizmet eder ve ne kadar çok emek sarf ederse, o kadar iyi bir işçi olur. Bu devletçi yaklaşımın kölecilikteki karşılığı, zigguratın zevk ve sefasından pay almaktır. Dinlerdeki cennetin kapitalizmdeki karşılığı ise iyi bir paradır, dolgun ücrettir. Unutmayalım ki, bu sapmanın insanlara kabul ettirilmesi kolay olmamıştır. Kendi çıkarı için toplumsal öz saptırılarak, insanlık kandırılarak bu sağlanmıştır.
İnsanın yaptığı her işte komünal bir öz vardır. Çünkü her iş aslında başkaları için yapılır. Hiçbir emekte tek bir bireye hizmet etme özelliği yoktur. Her emek diğer insanlar içindir, diğer insanlara hizmet içindir. Bu, var oluşun temel özü ve temel ilkesidir. İnsan kendisi için bir şey yapmaz. “Ben kendim için bir şey yapıyorum” diye bir durum yoktur. “Ben kendim için yapıyorum” dendiği noktada bile, birey özünde toplum içinde kendini kabullendirmek için emek veriyor. Bu bir kuraldır. Kimse bunun dışına çıkamaz. Bu öyle bir ilkedir ki, insan kötü bir şey yaptığında bile, o kötülüğü başkalarına zarar vermek için yapıyor. Bu çalışma ahlakı, iş ahlakıdır; insan emeğinin içerisinde gizlidir. Elbiseyi kendin için alıyorsun, ama özünde çıplaklığın yüzünden toplumda yadırganmamak için giyiyorsun. Kendini hastalıktan korumalısın ki çalışabilesin; çalışıp karnını doyurasın, aileni doyurasın, diğer insanlar tarafından dışlanmayasın. Oluşumun özünde bu vardır. Egemen sistemler bu ahlakı saptırmış, bu özü kendine bağlamıştır. Oysa insanın yaptığı her işte, sarf ettiği emeğinin özünde var olan, toplumsal bir varlık olduğumuz için komünalliktir. İnsan toplumsal bir varlık ise, yaptığı her şeyin toplumsal bir karakter taşıması gereklidir. Çünkü toplum yaptığı iş temelinde var olan bir varlıktır. Bu, iş ve emek ahlakıdır. Ama adamlar almışlar, bunu da kendi sistemlerine bağlamışlardır. Onun için egemen sisteme göre ahlak kendilerine hizmet etmedir. Ne kadar sorgusuz sualsiz kendilerine hizmet edersen, yaptıkların topluma değil de egemenlere kazanç sağlarsa, o kadar iyi ve ahlaki bir insan oluyorsun. Ama bu sapma derinleştikçe şöyle bir şey gelişiyor: İnsan çalıştığı halde karnını bile doyuramıyor, yaşayamıyor. Örneğin köle hiçbir kaygıya kapılmadan hizmet ettiği halde, bir insan olarak yaşayabilecek bir durumu yakalayamıyor, böylesi bir duruşu ortaya çıkaramıyor. Kuldur, Allah’a sonuna kadar hizmet ettiği halde, dini bir kavram kullanırsak, doğadaki nimetlerden bir insan gibi faydalanamıyor. İşçidir, saatlerce çalışıyor, ama mevcut koşullar içerisinde kabul edilebilir bir yaşamı bir türlü tutturamıyor. Neden? Çünkü ahlakta bir bozulma vardır. Çalışıyor, ama birileri için çalışıyor. Çalışıyor, ama yarattığı üründen birileri faydalanıyor. Faydalanan, egemen sınıf ve egemen sistemdir. Her şeye rağmen insan toplum için çalışıyor, ama bu toplum egemen toplumdur. Bütün toplum içinde bu egemenler çok az bir kesimi oluşturur; bir avuç kadar olan egemenlerdir. Ahlaki örgü bozuldukça, bu bozulma derinleştikçe, insanlar tekniği geliştirdikleri ve imkânlar ortaya çıkarttıkları halde, çalışma kabiliyeti çok düşmüştür. Bugün çalışkanlık değil, tembellik geçer akçe olmuştur. Beleş yaşamak akıllı olmanın, işini bilmenin ölçüsü olmuştur. Yine imkânlardan ötürü bütün insanların bir şekilde çalışmaya sevk edilmeleri olanak dahilindeyken, işsizlik toplumda temel sorundur. İş ve emek insanlaşmayı sağlayan kültürel değerlerdir. Çalışmak, emek sarf etmek insan olmanın bir gereğidir. İşsizlik, toplumsallığını yitirmek, insan olma yolundan ayrılmak, yolunu kaybetmek ve bu yol yürüyüşünde arkada kalmaktır. Tekniğin yaratmış olduğu imkânlarla az bir sürede çok zengin ürünler ortaya çıkartmak mümkünken, bir türlü toplumsal sorunlar çözülemiyor. Açlık ve barınma sorunu ortadan kaldırılamıyor. Sağlık sorunları çözülemiyor. Kuşkusuz toplumun bütün sorunları ortadan kaldırabilir gibi bir iddiamız yoktur. Ama mevcut düzeyde yaşanan sorunların da kapitalist ahlaksızlıkla bağı vardır. Her değerin parayla alınıp satıldığı, bunun hâkim kültür olduğu bir sistem içinde başka bir sonucun ortaya çıkacağını beklemek saflıktır. Çünkü değerin değer ölçüsü paradır. Örneğin hastasın, iyileşmek ve yaşamak insan olduğun için hakkındır, ama paran varsa bu hakkı kullanabilirsin. En çok değer atfedilen, en çok satılandır. En güzel olan, en çok satılandır. Değerde ölçü satmaktır. Satmak ve satıştan para elde etmek, kapitalist kültürün mayasıdır. Tüm üretim alanlarında yaşanan sorunların nedeni bu satma kültürüdür. Ancak insan bu düzeyde sorun yaşayacak kadar da çaresiz değildir. Biz bunu söylüyoruz.
CİHAN EREN 5.BÖLÜM
YORUM GÖNDER