ÖZGÜRLÜĞÜ SAĞLAMA ZAMANI ! (1.BÖLÜM)
Tarih boyu ekonomik, toplumsal, kültürel gelişmeler temelinde eski dengelerin anlamsızlaşmashamlı, yıkılması sonrası bölgesel ya da dünya savaşlarıyla siyasal dengeler yeniden kurulur. Bu kuşkusuz göreceli bir dengedir. Göreceli bir denge olsa da her zaman bu göreceli denge içinde de değişiklikler olabilir. Kapitalizmin gelişmesiyle artık dünyada bölgelerin birbirinden kopuk değil de birbirini etkileyen temelde olması, yeni dengelerin kurulması savaşlarının bölgesel olmaktan çıkıp dünya çapında olmasını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle emperyalizm çağının başlamasıyla birlikte büyük savaşlara dünya savaşları denmiştir. Emperyalizm çağı denmesi, dünyanın bütün alanlarının çeşitli güçler tarafından paylaşılmasını ifade etmektedir. Böyle olunca yeni bir paylaşım da, dünyadaki bu büyük askeri, siyasi güçlerin savaş içine girmesiyle gerçekleşmektedir. Kapitalizmin önceki aşamaları, kapitalist ülkelerin kamplaşarak, kutuplaşarak birbirlerine karşı şiddetli cephe savaşları vermesini beraberinde getirmişti.
20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başıyla birlikte kapitalizmde önemli düzeyde değişiklikler yaşanmıştır. Özü ve karakteri değişmemiştir. Sömürücülüğü, azami kâr yasası ve rekabet doğasında hakimdir. Bilimsel teknik devriminin de hızlanmasıyla birlikte küreselleşen kapitalizm dünyada sınırların birbirine kapalı olmasını kabul etmeyen bir özellik kazanmıştır. Kapitalizmin doğasına ve gelişimine zarar veren bir etken olması nedeniyle eski dönemlerde olduğu gibi dünyanın belirli yerlerinin paylaşılması, bazı güçlerin hegemonyası temelinde diğer güçlere kapatılmasına tüm kapitalist güçlerin karşı olduğunu görmekteyiz. Bu yönüyle küresel tüketim toplumu denilen bugünkü aşamasında kapitalist ülkelerin artık keskin kamplara bölünme ve cepheden savaşlar içine girmeleri söz konusu olmamaktadır. Kamplara bölünmeden ama sistem içi mücadelenin de süreklileştiği yeni bir mücadele dönemine girilmiştir. Önder Apo bu durumu, kapitalist güçlerin piramit biçiminde basamak basamak yer almaları ve kendi iç mücadeleleri sonucu basamakların yer değiştirmesi biçiminde ifade etmiştir. Bu yönüyle Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz günümüz dünya savaşı, kapitalizmin bu yeni özelliklerinin geldiği aşamanın da yansıması olmaktadır.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezi Ortadoğu olmuştur;
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte eski dengeler dağıldığından, yeni göreceli dengelerin oluşması gerekiyordu. Zaten eski dengelerde var olan kimi güçlerin bu dengelerde yerini kaybetmesi, güçsüzleşmesi sonucu doğal olarak başka güçlerin bu güçlerin etki alanlarına girmesi, oraya yerleşmesi mücadelesini ortaya çıkaracaktı. Nitekim Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bugüne bu yeni dengelerin oluşması mücadelesi sürmektedir. Ancak kapitalizmin yeni aşamasının özelliklerinden dolayı Birinci ve İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi cepheden savaşıp 3-4 yılda sonuçlanma gerçekleşmemektedir. Yeni dengelerin oluşması, geçen yüzyılda olduğundan farklı olarak daha uzun süren bir savaş sürecinden sonra belirlenecektir. 1991’deki Körfez Savaşı’ndan beri böyle bir savaş gerçeği vardır. Bu dünya savaşı niye bu kadar uzamaktadır sorusunun cevabı; kapitalizmin, emperyalizmin yeni özelliklerinde aranmalıdır. Bu özellikler anlaşıldığında, neden 30 yıldır böyle bir dünya savaşın sürdüğü de anlaşılır.
Bugün Ortadoğu merkezli Üçüncü Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Kuşkusuz dünya dengelerinin oluşması açısından başka önemli coğrafyalar da vardır. Örneğin; Uzak Doğu’nun yeni dünya dengelerinin oluşmasındaki rolünden söz ediliyor. Ancak yine de Ortadoğu ve çevresi yeni dünya dengelerinin oluşmasında belirleyici öneme sahiptir. Bu yönüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezi Ortadoğu olmuştur. Sorunu sadece petrol kaynaklarının sömürülmesinde görmek de yetersizdir. Petrolün olmadığı dönemde de Ortadoğu her zaman dünya dengelerinin kurulmasında önemli rol oynamıştır. Yine Ortadoğu’ya yakın olan, Ortadoğu’daki toplumsal, kültürel gelişmelerden doğrudan etkilenen Avrupa’nın da dünya dengelerinin kurulmasında yeri bilinmektedir. Bu açıdan bu coğrafyanın dünya dengelerinin kurulmasında dün olduğu gibi bugün de önemli yer tutacağı açıktır. Ana kıta olan Avrasya’nın merkezinde de aslında Ortadoğu bulunmaktadır. Afrika’nın da 21. yüzyılla birlikte önemli bir ekonomik, toplumsal, kültürel güce ulaştığı dikkate alınınca Ortadoğu’nun önemi daha da iyi anlaşılır.
Bugün Doğu Akdeniz’deki mücadeleyi sadece bir petrol, doğal gaz kaynaklarına indirgemek de yanlış olur. Ortadoğu’nun Avrupa ve Afrika’yla birleştiği alandır. Rekabet ve mücadele denizler üzerinde sürse de böyle bir rolü vardır. Artık denizler eskisi gibi sadece sularla anılmamaktadır. Bugün kıta sahanlığı denen her ülkenin kendi kıyılarıyla ilgili, deniz alanlarıyla ilgili hassas olması denizlerin kara coğrafyaların bir parçası gibi ele alınmasındandır. Doğu Akdeniz’i bu kadar önemli hale getiren Ortadoğu gerçeğidir. Üçüncü Dünya Savaşı sürerken Ortadoğu ülkeleriyle ilişki, Ortadoğu ülkelerinin konumu ve tutumu dengelerin nasıl şekilleneceğini gösterecektir. Bugün Ortadoğu’da gerçekleşen yeni ittifaklar, Doğu Akdeniz üzerinde gerçekleşen ittifaklar, İsrail’le Arap dünyası arasındaki ilişkilerin gelişmesi, Türkiye’yle komşularının yaşadığı sorunlar tamamıyla Ortadoğu’nun Üçüncü Dünya Savaşı’nda da dünya dengelerinin oluşmasındaki belirleyici rolüyle ilgilidir.
Soğuk savaş döneminde bile Ortadoğu’da dengelerin bozulması çok hassas bir konuydu. Bırakalım sınırların değişmesini, Ortadoğu ülkelerinin iç siyasi sistemlerinin değişmesi bile çok önemli gerilimler ve çatışmalar ortaya çıkarabilirdi. Bu açıdan iki kutuplu dünyanın sürdüğü 20. yüzyılda her iki kutup da Ortadoğu politikalarını sürdürürken çok dikkatli davranıyorlardı. Çünkü buradaki herhangi sert bir çatışma çok büyük çatışmalara yol açardı. Başka yerde gerilim yüksek tutulabilirdi ancak Ortadoğu’da gerilimin yükseltilmesinin ağır sonuçları olabilirdi. Bugün de aynı gerçekliği görüyoruz. Dünyanın herhangi bir yerinde şiddetli olarak karşı karşıya gelen, birbirlerini olabildiğince zorlayan güçler sıra Ortadoğu’ya gelince çok dikkatli davranmaktadırlar. Bunun en somut örneği ABD ve Rusya’nın Ortadoğu’da birbirlerine çok dikkatli yaklaşmaları, birbirlerinin durumunu gözetlemeleridir.
ABD hegemonyasında tek kutuplu bir dünya gerçekleşmedi;
Suriye’de bunu en açık biçimde görmekteyiz. Suriye’de hem ABD hem de Rusya var. Yan yanalar, yakınlar. Öyle ki savaş uçaklarını kaldırdıklarında birbirlerine haber veriyorlar. Birileri bir yere hareket ederken diğerlerinin konumunu dikkate alıyor. Bu, Ortadoğu’daki dengelerin, siyasal ve askeri mücadelenin ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. Dünyanın başka bir yerinde olsa herhalde herhangi bir siyasi gücü tümüyle devre dışı bırakan, gerileten bir zorlama içine girebilirlerdi. Kuşkusuz artık günümüzde kapitalist sistem içi güçlerin birbirlerine karşı cepheden savaşmalarını beklememek gerekiyor. Küreselleşen kapitalizmden söz ediliyor. Önceleri ABD, diğer ülkelerin, sermayenin serbest ve güvenli dolaşımına, tüketim maddelerinin güvenli dolaşımına yönelik engellerine şiddetle karşı çıkarken, bu engelleri ortadan kaldırmayı kapitalizmin en büyük gücü olarak kendisine görev bilirken, bugün ABD’den sonra kapitalizmin en fazla gelişme gösterdiği ülkelerin başında gelen Çin de sermayenin ve metaların serbest ve güvenli dolaşımını istemektedir. Öyle ki ABD, Çin’deki bu hızlı gelişme nedeniyle geçmişte en hararetle savunduğu, hatta bunun için kavgalar, savaşlar içine girdiği sermayenin ve tüketim maddelerinin serbest ve güvenli dolaşımını sınırlayan tutumlar almaya yönelmiştir. Kuşkusuz ABD hala sermayenin ve metaların serbest ve güvenli dolaşımını savunmaktadır. Bu gerçeklik gösteriyor ki, küreselleşen bir kapitalizm vardır. Cepheden kamplaşmalarla belirli alanların diğer ülkelere kapatılması hiçbir kapitalist ülkenin, uluslararası şirketlerin çıkarına değildir. Bu yönüyle de savaşların, mücadelelerin yeni karakterleri, kapitalizmin bu özelliklerine göre yürütülmektedir. Nitekim Üçüncü Dünya Savaşı denen Ortadoğu merkezli savaşta, bu yeni dünya savaş gerçeğinin karakterinin en somut halini görmekteyiz.
Kapitalizmin bu aşamasında, önceleri söylenildiği gibi ABD’nin hegemonyasında tek kutuplu bir dünyanın gerçekleşmediğini görmekteyiz. Kuşkusuz ABD birçok gelişmede etkisini ağırlığını ortaya koymaktadır. Ancak bu kapitalist sistemin tek kutuplu olduğunu göstermiyor. Evet, kapitalizm küreseldir. Bu yönüyle kapitalizmin karşısında farklı bir ekonomik, toplumsal, siyasal, askeri güç bulunmuyor. Kapitalist sistem dışında reel sosyalizm döneminde olduğu gibi ayrı bir sistem gerçeği bulunmamaktadır. Bu ayrı bir konudur, sistem içinde tek bir gücün hakimiyetinin var olduğunu söylemek ayrı bir konudur. Yaşananlardan görüyoruz ki, kapitalist sistem içinde tek bir gücün hakimiyeti ya da tek kutuplu siyasal durum yoktur. İttifakların, ilişkilerin hızla değiştiği, kaygan olduğu, çok farklı güç odaklarının bulunduğu bir dünya gerçeğinden söz edebiliriz. Buna çok kutupluluk denir mi, denmez mi ayrı bir tartışma konusudur. Ama çok farklı gruplaşmaların, ittifakların, ilişkilerin bulunduğu bir gerçektir. Ama bunlar da kendi içinde sürekli değişiklik arz etmektedir. Bu yönüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nı değerlendirirken bu yeni özelliklerine, karakterine göre değerlendirmek gerekiyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşına göre değerlendirilirse o zaman yanılgılara, yanlış değerlendirmelere gidilir.
Bugün Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezileştiği Ortadoğu’da ABD ve Rusya’nın bir mücadelesi vardır. Öte yandan Çin de Avrupa Birliği de Ortadoğu’da kendi etkinliklerini göstermeye çalışmaktadırlar. Avrupa Birliği ABD’nin konumundan, Çin ise Rusya’nın konumundan yararlanıp bu bölgede etkin olmak istemektedir. Ancak bunun Birinci ve İkinci Dünya Savaşındaki gibi kamplaşma biçiminde olmadığı açıktır. Şu gerçek görülmektedir; Ortadoğu’da süren Üçüncü Dünya Savaşı bir dönem daha devam edecektir. Sonunda bir gücün diğer güçleri tümden dıştaladığı değil de bir gücün diğer güçlerden daha etkin olduğu bir denge oluşacaktır. Diğer güçlerin konumunun, dengelerde ne kadar yer alacağı ise önümüzdeki yıllardaki mücadele sonucu belirlenecektir. Ne Rusya ne Çin ne de Avrupa Birliği tümden dıştalanacaktır. Ama ekonomik açıdan Çin’in de Japonya’nın da Rusya’nın da bu alanda bulunacağı öngörülmektedir. Bu ülkeler siyasi açıdan da bölgede belli düzeyde varlıklarını hissettireceklerdir. Rusya’nın Suriye’de daha fazla etkin olması gereceği de ortaya çıkabilir.
Ancak bu dünya savaşının sonunda ABD’nin, Rusya’nın, Çin’in ya da herhangi bir ülkenin Ortadoğu’da halkların ya da yerel güçlerin iradesini tanımayan bir egemenlik, bir hegemonya biçimi sağlamaları zordur. Hem halkların iradesi yeni dengelerde yerini alacak hem de yerel siyasi, ekonomik güçler de yeni Ortadoğu düzeninde belli düzeyde varlıklarını sürdüreceklerdir. Bu açıdan eski hegemonya biçiminden daha gevşek bir siyasi ve askeri etkinlik düzeyinin ortaya çıkacağı açıktır. Tüm ülkeler belli düzeyde halkların iradesini dikkate almak ve belli düzeyde demokratikleşme adımları atmak zorunda kalacaklardır. Bunu dikkate almadan Ortadoğu’da siyasal istikrarın sağlanması söz konusu olmayacaktır.
Türk devleti boyunu aşan işlere girişmektedir;
Ortadoğu’da süren Üçüncü Dünya Savaşı’nda Suriye’de olduğu gibi Türk devleti etkin yer almak istemektedir. Eski dengeler yıkılırken Osmanlı imparatorluğu hayalleriyle ya da büyük devlet olma genlerinin varlığıyla yeni dengelerde kendisini etkili kılmak istemektedir. Suriye’deki işgalleri, çeteleri örgütleyip Suriye’de ve başka yerlerde kullanması, Başûrê Kurdistan’da, Medya Savunma Alanları’nda işgaller yapması, Şengal’e sürekli saldırması Türk devletinin yeni politik yönelimini ortaya koymaktadır. Ancak Türk devletinin bu yeni politik yönelimini ortaya koyması tabii ki birçok güç tarafından rahatsızlıkla, tepkiyle karşılanmaktadır. Araplar zaten tutumlarını açıkça ortaya koymuşlardır. Türk devletinin eskisi gibi Arap coğrafyasında hegemonya kurmasını kabul etmeyeceklerini açıkça göstermişlerdir. Tabii Araplar bu tepkiyi gösterirken çeşitli devletlerin ve siyasi güçlerin desteğini de almaktadırlar. Belki Türk devletinin askeri, siyasi gücü karşısında zayıf görünseler de hem petrolden dolayı ekonomik kaynaklara sahip olmaları hem de ABD, Avrupa, Çin, Japonya gibi ülkelerle ilişki içinde olmaları bu ülkelerin Türk devletine karşı açık net tutum koymalarını beraberinde getirmiştir. Bu açıdan Türk devletinin Ortadoğu’daki işinin kolay olmadığı açıktır.
Öte yandan Doğu Akdeniz’deki hamleler ve Libya’ya müdahaleler karşısında aldığı tepkiler de Türk devletinin boyunu aşan işlere giriştiğini, elindeki askeri güç ve imkanlara dayanarak yaptığı yönelimlerin Türkiye’ye ters yönde döneceğini göstermektedir. AKP-MHP faşizminin askeri yönelimi ve işgalleri birçok gücün sadece tepkisini almamış, ürkütmüştür de. AKP-MHP’nin dış saldırıları ve işgalleri iktidarını ayakta tutma politikasının bir parçası haline getirmesi Türkiye’yi böyle bir tehlikeyle, çıkmazla karşı karşıya getirmiştir. Kuşkusuz işgalleri sadece iktidarlarını ayakta tutmak için yapmamışlardır. İktidarlarını ayakta tutma yaklaşımıyla Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezme ve soykırıma uğratma politikalarının örtüşmesi, bu faşist ittifakı saldırgan hale getirmiştir. Ancak bu politikanın dünya genelinde kabul görmediği, benimsenmediği görülmektedir. Bu yönüyle yürüttüğü Kürt politikasının da Türkiye’yi çıkmazla karşı karşıya getirdiği açıktır.
Aslında Kürt sorununa yaklaşımı ve bundaki çıkmazı Türkiye’yi bu noktaya getirmiştir. AKP-MHP iktidarının savaşla kendini koruması, kendini iktidarda tutması yaklaşımı da Kürt sorunuyla bağlantılıdır. Çünkü; Kürt sorununda demokratik çözümü değil de ezmeyi ve soykırımı amaçlayan bir iktidar; otoriter ve faşist olmak zorundadır. Bu yönüyle de iç ve dış güçleri karşısına alma durumu ortaya çıkmaktadır. Yaşadığı bu çıkmazı da zorla, savaşla, baskıyla aşmaya çalışınca Ortadoğu’da da, Doğu Akdeniz’de de, bir bütün olarak dünyada da geniş bir karşı cepheyle karşılaşmıştır. Bu da siyasal çıkmazını daha da derinleştirmiştir. AKP-MHP iktidarı, işgaller ve askeri güç gösterileriyle birçok şeyi elde ettiğini sanırken, bu politikayla büyük kaybetme riskiyle karşı karşıya gelmiştir. Eğer Kürt halkı, demokrasi güçleri, Ortadoğu’nun demokratik güçleri Türk devletinin saldırganlığından, işgalinden rahatsız olan güçler ortak tutum takınırsa Türk devletinin bu saldırganlığı büyük bir bozgunla sonuçlanacaktır. Bu büyük bozgunun yollarını bizzat AKP-MHP faşist iktidarının politikaları döşemiştir. Bu politikalar içte de, dışta da zayıf etkenlere ve dengelere dayanmaktadır. Yürüttüğü politika ve saldırganlıkla dayandığı iç dengeler, dış dengeler ve kurduğu ittifaklar arasında çelişki ve ters orantı vardır. Dolayısıyla bu iktidara karşı, bu işgalci faşist güce karşı direnildiğinde, mücadele edildiğinde, bu saldırılardan zarar görenler ortak tutum takındığında Türk devletinin bu faşist politikası yerle bir olup yıkılacak, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacaktır. Mücadele edildiğinde, sağlam tutum takınıldığında gelişmelerin bu yönde olacağı görülmektedir.
Türk devleti her ne kadar ABD ve Almanya’ya dayansa da bu dayanakları kendisine her konuda destek verecek durumda değildir. ABD, Türkiye’yi Ortadoğu ve Suriye’nin şekillenmesinde kullanmak istemektedir. Yine İran’ın geriletilmesinde, İran’a yönelik politikalarında kullanmak istemektedir. Bu yönüyle Türkiye’nin belli bir dış desteği olduğu söylenebilir. Almanya, Türkiye’yi kontrolünde tutmak istemektedir. Tarih boyu, özellikle son iki yüzyılda Almanya’nın Türkiye üzerinde yoğun politika yürüttüğü, ekonomik, kültürel, siyasal ilişkilere girdiği bilinmektedir. Bu yönüyle Almanya da bölge politikaları açısından Türk devletini kullanmaktadır. Türk devleti, ABD ve Almanya gibi önemli iki büyük gücün belli bir desteğini almaktadır. Yine ABD-Rusya çekişmesinde jeopolitik konumunun önemini kullanarak şantaj yapıp Rusya’yla çeşitli ilişkilere girdiği de açıktır. Rusya da kendi amaçları doğrultusunda Türkiye’yi bazı yerlerde kullanmak istemektedir. Belki bunlar Türkiye’ye hala belli bir nefes vermekte ve hareket alanı sağlamaktadır. Ama bu dayanakları Türkiye’nin mevcut politikalarını destekleyecek, sonuca götürmesini sağlayacak destekler değildir. Sadece mevcut siyasal sınırları içinde kalacak Türkiye’yle kurulan ilişkilerdir. Bunun ötesinde Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’de hakim olmasına destek verecek, Tayyip Erdoğan’ın ve Devlet Bahçeli’nin düşündüğü hayallerin gerçekleşmesinin önünü açacak ittifaklar ve siyasal güçler değildir. Bu yönüyle Türk devleti denizcilik deyimiyle tornistan yapacaktır. Nitekim Doğu Akdeniz’deki gemisini çekmesi, geneldeki tornistanın en somut ifadesi olmaktadır.
İsrail artık kendini tamamen Türkiye’ye dayandıran bir politika izlemeyecektir ;
Üçüncü Dünya Savaşı’nda şu anda en keskin kamplaşma Ortadoğu’da yaşanmaktadır. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezinin Ortadoğu’da olmasından kaynaklanmaktadır. Arap ülkeleri bir araya gelmektedir. İsrail’le Arap ülkelerinin ilişkileri gelişmektedir. Bunlar tamamıyla Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde etkili olmak isteyen ittifaklardır. Tabii ki İran’ın Suriye’yle ittifakı vardır. İran da Suriye’yle ittifak temelinde, yine Irak’ta Şii varlığını kullanarak güç olmak istemektedir. Ancak Irak’taki ABD varlığı, yine Sünni Arapların etkisi, Esad yönetiminin İran’ı Suriye’de etkin kılacak düzeyde etkin olmaması bu ittifakın gücünü sınırlamaktadır. Kuşkusuz İran’ın belli bir gücü ve etkisi vardır. İran’ı ve Şii etkisini Ortadoğu’da tümden etkisizleştirmek mümkün değildir. Özellikle Irak’ta belli bir güce ulaşmaları Şiilerin Ortadoğu’da belli bir güce kavuşmasını beraberinde getirmiştir. Bundan da en fazla İran yararlanmaktadır. Şimdi ABD ve Sünni Arap dünyası İran’ın bu güçten yararlanmasını sınırlandırma çalışmaları yürütmektedirler.
Ancak Ortadoğu’da Şii-Sünni dengesinin eskisinden farklı olarak devam edeceği açıktır. Artık Şiileri etkisizleştirmek mümkün değildir. Özellikle İran gibi tarihi bir güç varken ve Şiiler Irak’ta da artık belli bir güce ulaşmışken İran’ı bölge politikalarından tümden dışlamak ve etkisizleştirmek kolay değildir. Bu açıdan ABD’nin İran’ı tümden etkisizleştireceği ya da bölgede tümüyle Sünni hakimiyetin sağlanacağı gibi yaklaşımlar çok gerçekçi değildir. Ancak Sünni nüfusun Ortadoğu’daki yoğunluğu, İran’ın Ortadoğu’da istediğinden fazla etkili olmasının önüne de geçecektir. İran’ın siyasal etkisinin ne düzeyde olacağı, önümüzdeki dönemdeki siyasal mücadelenin sonucunda belli olacaktır.
İsrail’in Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve diğer ülkelerle ilişkilerini dikkatle takip etmek gerekir. İsrail’in artık kendini tamamen Türkiye’ye dayandıran bir politika izlemeyeceği açıktır. İsrail, Türkiye’ye açıkça ben senin rehinen olamam, sadece sana dayanmam, mesajı vermiştir. Özellikle Türkiye’nin çeteleşmiş işbirlikçi bir siyasal İslam yaratmasına ve bununla Ortadoğu’da etkili olmak istemesine İsrail tepki göstermiştir. Bunu da radikal siyasal İslam’dan rahatsız olan Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek yürütmektedir. Bunu Ortadoğu’da dengeleri değiştiren bir hamle olarak görmek gerekiyor. İsrail’in Arap dünyasıyla ilişkilerini küçümsememek gerekiyor. Bunu sadece Sünni Araplarla bir ilişki olarak ele almak yanlış olur. Sünni bir devlet olan Türkiye’yi dengeleme, Türkiye’nin politikalarına karşı verilmiş bir cevap da olmaktadır. Eğer Filistin sorununda bir çözüme gidilirse bunun sonucu İsrail-Arap ittifakının genelleşmesi durumu ortaya çıkabilir. İsrail mevcut sınırlarını kabul etme temelinde bir çözüme giderse, bölgede Araplarla ittifakı yeni dengeler ortaya çıkarabilir, çıkaracaktır da. Bu da Türkiye’nin yayılmacılığını engelleyen bir etken olacaktır.
Öte yandan Türk devletinin belli İslami kesimleri askerleştirmesi, çeteleştirmesi ve çeşitli yerlerde kullanmasına da bir tepki olarak görmek gerekiyor. Eskiden Türk devleti, İsrail ilişkisini kullanarak bölgede etkili olmak istiyordu. Hatta Kürt soykırımını gerçekleştirmede, Özgürlük Mücadelesi’ni ezmede İsrail ilişkisini kullanıyordu. İsrail ilişkisi üzerinden ABD’yle ilişkilerini yürütüyordu. ABD ilişkisini özellikle İsrail ilişkisi temelinde sağlayabiliyordu. Bu yönüyle ABD’den güçlü bir destek alıyordu. Şimdi İsrail’in Arap dünyasıyla ilişkileri Türkiye’nin ABD’den aldığı desteğin de sınırlı olmasını beraberinde getirmektedir. Artık İsrail, Türkiye’nin ABD’yle güçlü ilişki kurmasının bir aracı olmaktan çıkmış, hatta ABD ile Türkiye’nin ilişkilerini zayıflatan bir etkene dönüşmüştür. Bunun da mutlaka bölgede siyasal sonuçları olacaktır. Siyasal sonuçları da, Türk devletinin izlediği politikaların ve hedeflerin sınırlanmasını beraberinde getirecektir. Hatta İsrail-Arap ittifakının gelişmesi Türk devletinin Kürtler üzerinde yürüttüğü soykırım politikasına karşı bir tutum haline gelecektir. Nitekim İsrail başbakanının Türk devletini Kürtleri soykırıma uğratmakla suçlaması, yine Arapların Türk devletinin Kürtlere yönelik politikasına karşı tutum takınmaları, Türk devletinin Kürt politikasında önüne çıkacak engellerden olacağı görülmektedir. Türk devletinin yürüttüğü Kürt soykırımı politikası ile Arap dünyasına yönelik tutumu doğal olarak Kürtlerle Arapların yakınlaşmasını ve ittifak kurmasını beraberinde getirmektedir.
Her ne kadar Türkiye KDP ilişkisini kullanarak, Başûrlu siyasal güçlere de baskı yaparak PKK’yi tasfiye temelinde soykırım politikasına belli bir destek bulsa da, bu ilişkinin de çok güçlü temelleri yoktur. Mücadele yürütüldüğü takdirde, işbirlikçi Kürtleri kullanma temelinde bölgede etkili olma ve Kürt soykırımını yürütme politikası da sonuçsuz kalacaktır. Türk devletinin Kürt soykırımı temelinde Ortadoğu’da etkin olma politikası, Kürt halkının özgürlük mücadelesi, Kürt-Arap ittifakı ve Kürtlerin Türk devletinden rahatsız olan ülkelerle kurduğu ilişkilerle boşa çıkarılacaktır.
Türk devletinin hiçbir zaman oyun kurucu bir rolü ve etkisi olmadı;
Şu anda Türk devletinin Ortadoğu, Doğu Akdeniz politikaları bir bütün haline gelmiştir. Bu yönüyle de siyasal ittifaklar ve mücadele sadece Suriye cephesinde, hatta sadece Ortadoğu kara kıtasında kalmayıp, Ortadoğu’yla Doğu Akdeniz’in siyasal güçlerinin bir araya geldiği bir ittifak ve mücadele haline gelmiş bulunmaktadır. Bu da doğrudan Türkiye’ye karşı bir ittifak haline dönüşmektedir. Doğu Akdeniz politikası, Ortadoğu’daki saldırganlığı, bunların hepsi bir araya gelince Libya’da da geniş bir cepheyle karşılaşmış, ilk başta belli bir adım atsa ve belli sonuçlar alsa da giderek bu yürüttüğü politika sadece Libya’da ve Doğu Akdeniz’de değil, Ortadoğu’da ve genelde Türkiye’yi zayıflatan, Türkiye’yi zorluklarla karşı karşıya getiren bir durum ortaya çıkarmıştır. Her ne kadar NATO, ABD, Almanya Türkiye’yle bu güçler arasında belli bir uzlaşma yaratmaya çalışmak istese de Türkiye’nin bu süreçten düşündüğü gibi kazançlı çıkmayacağı, hatta güç ve etki alanı kaybedeceği açıktır.
Türk devletinin hiçbir zaman oyun kurucu olarak bir rolü ve etkisi olmadı. Oyun bozucu olarak tavizler koparmaya çalışıyordu. Şurada oyun bozarım, bu oyun bozuculuğu ve zorlukları çeşitli güçlerden taviz almak için kullanırım, politikası yürütmüştür. En başta da bu oyun bozuluculuğunu, yarattığı zorlukları çeşitli güçler üzerinde baskı kurarak Kürt soykırımında uyguladığı politikasına destek bulmak ya da soykırım uygularken bunların engellerini ortadan kaldırma yaklaşımıyla hareket etmiştir.
Ancak Türk devleti şimdi bu oyun bozuculuğunun, bu çeşitli güçleri zorlayıcılığının olumsuz etkisiyle karşı karşıya kalmıştır. Oyun bozucu olup, zorlayıp sonuç alıcı olmak isterken bu oyun bozuculuğu, zorlayıcılığı cezalandıracak, bundan hesap soracak bir karşıt cepheyi, siyasal gelişmeyi bizzat kendi politikalarıyla yaratmış bulunmaktadır.
Bu yönüyle Türkiye’nin şu andaki durumu gerçekten kritiktir. Türk devletini ciddi tehlikelerle karşı karşıya getirmiştir. Bunu artık giderek Türkiye içinde de daha yüksek sesle ifade eden çevreler vardır. Türkiye’de birçok kesim, sadece muhalefet değil, askeri ve sivil bürokrasi de AKP-MHP iktidarını, herkesi düşman hale getirmek, bütün komşularla karşı karşıya gelmek, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel bir ittifak bulamamakla eleştirmektedir. Bunun Türkiye’yi tehlikelerle karşı karşıya getirdiği söylenmektedir. Bu yönüyle şimdiye kadar bu işgal ve saldırgan politikasına içte destek alırken, dışardaki bu zorlanma karşısında içteki bu ittifak ve destek de zayıflamaktadır. Bu destek kaybı sadece dış politikada gerilemesini değil, giderek bu iktidarın çökmesini de beraberinde getirecektir. Özellikle Türkiye gibi iç politikayla dış politikanın birbirini çok etkilediği bir ülkede dış politikadaki yanlışlıkların bu iktidara kaçınılmaz biçimde faturası olacaktır. Her ne kadar Tayyip Erdoğan bağırarak, çağırarak biz şöyle ulusal çıkarlarımızdan taviz vermeyiz, herkese meydan okuruz, yedi düvele karşı koyarız, dese de dış politikada ortaya çıkan mevcut durum Türkiye’nin daha önce de belirttiğimiz gibi Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması durumuna yol açacaktır. Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’de kimse şantajlarına boyun eğmeyecektir.
Dış politikada yaşadığı çıkmaz, Türkiye’nin Almanya ve ABD’ye daha fazla bağımlı olmasıyla sonuçlanacaktır. Çünkü, öyle bir duruma gelmiştir ki; çok büyük tehlikeler ve büyük kaybetmelerle karşılaşmıştır ve çok zorlanmaktadır. Şimdi Almanya’dan, ABD’den destek almaktadır. Öyle ki, bir zamanlar Almanya’ya her türlü hakareti yapan AKP’nin kalemşörleri Almanya’ya övgüler düzmektedir. Çünkü; hiçbir dayanakları kalmamıştır. ABD-Rusya arasındaki çelişkiden yararlanarak, Rusya’ya dayanamayacağı bir noktaya gelmiştir. Gelinen aşamada Rusya’nın Doğu Akdeniz ya da bölge politikalarında Türkiye’ye destek vermesi söz konusu olamaz. Yunanistan’a yönelik tehditlerine Rusya da ‘evet’ diyemez. Bu yönüyle Türkiye’nin içte ve dışta herkesi karşısına alma faşist politikası iflas etmiştir. Kürt düşmanlığına dayalı politikası iflas etmiştir. İktidarını sürdürmek için şovenizmi ve dış işgalleri kullanma politikası iflas etmiştir. Böylelikle AKP-MHP faşizmi kendisini ayakta tutacak araçları kaybetmektedir.
ABD Rojava’da KDP çizgisini etkili kılmak istiyor;
Türk devleti bu kaybedişini, bu durumu Rojava’ya, Şengal’e saldırarak, Başûr’daki saldırılarını genişleterek gidermeye çalışmak isteyecektir. Ancak siyasal cephede yaşadığı kaybetme, Türk devletinin tüm dünyada saldırgan, işgalci ve faşist karakterde olduğunun görülmesi, onun siyasal zeminini, meşruiyetini daha da zayıflatmıştır. Böyle bir güce karşı mücadele yürütüldüğünde Rojava’da, Şengal’de, Medya Savunma Alanları ve Başûr’da yapacağı saldırganlığı da büyük bir bozgunla sonuçlanacaktır. Bu yönüyle Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’e yönelik politikalarından önceki siyasal dengeler değişmiştir. Hem de Türk devletinin aleyhine değişmiştir. Kuşkusuz Türk devleti Doğu Akdeniz’de, Libya’da tavizler vererek özellikle Suriye ve Irak’ta Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırım politikasına destek almak isteyecektir. Buralarda vereceği tavizin karşılığı Kürt soykırımına destek istemek olacaktır. Böyle bir politika yürüteceği açıktır. Zaten Türk devletinin şu andaki bütün politikaları Kürt soykırımını tamamlamaya ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezmeye dayandırılmıştır. Özgürlük Hareketi’ni ezdiğinde tüm Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmesi ve Ortadoğu’ya yayılması önündeki en büyük engeli kaldırmış olacaktır. Rojava’daki işgalleri de bu amaçla yapmıştır. Bu işgallerle Kürt soykırım politikasında belli mevziler elde etmek istemiştir. Ancak sonuçta kaybeden Türkiye olacaktır. Bu kaybetmeyi Kürdistan’a yönelik yeni saldırılarla telafi etmeye çalışsa da artık bu saldırganlığına karşı güçlü bir direniş ortaya çıkacaktır. Kürt halkının Araplarla ve dünya halklarıyla dostluğu, kardeşliği, yine Türkiye’den rahatsız olan güçlerden aldığı desteklerle Türk devletinin bu saldırganlığı ve işgal harekatları da kırılacaktır. Sadece Doğu Akdeniz’de, Libya’da değil, Kürdistan’a ve Ortadoğu’ya yönelik politikalarında da tornistan edecektir.
Şu anda Ortadoğu’daki savaş Doğu Akdeniz’e de kaymıştır. Doğu Akdeniz’deki mücadeleyi Ortadoğu’daki mücadelenin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Doğu Akdeniz’de Rusya’nın Türkiye’den yana olamayan, Türkiye’yi desteklemeyen bir pozisyonu bulunmaktadır. Suriye’de de aslında Rusya’yla Türkiye arasında bir mücadele vardır. Suriye’de de Rusya, Türkiye’yi sınırlamak istemektedir. Rusya özellikle Idlib gerçeğinde gördü ki; ABD Türkiye’yi Suriye’nin şekillenmesinde kullanmak istemektedir. Yine Serêkanî’de, Girê Spî’de Türk devletine izin vermesinin nedeni iki boyutludur. Buralarda Türk devletinin varlığını yaratarak Suriye’nin şekillenmesinde kullanmayı hedeflemektedir. Diğer taraftan ABD, Türkiye baskısıyla Kürtleri sıkıştırıp kendi politikasına mahkum etmeyi hesaplamaktadır. Bu yönüyle Kürtlerin tutumu hem Rusya hem de ABD açısından kritik bir durum arz etmektedir. Bu nedenle de hem ABD hem de Rusya Kürtleri kendi politikasına çekmek istiyor.
Kürtler ise üçüncü çizgileri dolayısıyla her iki güçle ilişki içinde olsa da kendi projeleri doğrultusunda bir çözümü kabul ettirmeye çalışıyor. Bu yönüyle Suriye’de yoğun bir mücadele var. Türkiye zaten çeteler ve kendi güçleri üzerinden Suriye’de etkili olmak istiyor. Kuzey-Doğu Suriye’deki Rojava devrimcilerinin etkisini sınırlamaya çalışıyor. Şu anda Suriye’de ABD, Rojava devrimcileriyle ENKS’yi buluşturarak, yine KDP’yi bu işin içine sokarak Rojava’yı, Kuzey-Doğu Suriye’yi kendi politikası doğrultusunda kullanmak istiyor. Zaten askerlerini Suriye’nin doğusunda bulundurmasının nedeni hem Suriye siyasetinde etkili olmak hem de burada öngördüğü KDP-ENKS’nin etkili kılındığı Rojava politikasını yürütmek içindir. Orada Rojava devrimcilerinin ideolojik, siyasi etkisini kırmak, giderek KDP ekseninde ve KDP çizgisine yakınlaşmış, devrimci demokratik yapılanması sınırlandırılmış, devrimci demokratik iddiaları zayıflamış bir Rojava, Kuzey-Doğu Suriye yaratmak istemektedir. ENKS’yi çok etkili kılmak istemesinin nedeni budur. Bir taraftan Türkiye baskısını kullanırken, diğer taraftan da ENKS’nin söylediklerini kabul etmez ve KDP’yi bu işin içine katmazsanız size siyasi destek vermeyiz, Türk devleti gelir buraları işgal eder, biçiminde şantaja, tehdide dayalı bir politika yürütmektedir.
ENKS Efrîn’de Türk devletiyle, sömürgecilerle işbirliği yapıp soykırımcı güçleri, çeteleri Efrîn’e soktuğu gibi, Türk devletinin Serêkanî ve Girê Spî’ye girmelerini meşrulaştıran ve teşvik eden bir rol oynamıştır. Bu işgallerde ENKS ortaktır. Türk devleti KDP ve ENKS’yle ilişkilerine dayanarak Kürtlere karşı değiliz, PKK’ye, terörizme karşıyız, diyerek buraları işgal etmiştir. Zaten ne KDP ne de ENKS bu işgallere karşı çıkmıştır. Kürdistan’ın en güzel ve değerli şehirleri işgal edilirken sessiz kalmışlardır. Bu yönüyle işgalde suç ortaklarıdırlar. İşgali belki Türk devleti yapmıştır ama bunu meşrulaştıran KDP-ENKS olmuştur. Bu yönüyle KDP’nin, ENKS’nin bu işgallerdeki rolü Türkiye’deki CHP, İyi Parti, diğer muhalif güçlerden daha fazladır. Onlar iktidarın politikasını desteklemişlerdir. KDP ve ENKS ise Türk iktidarının bu işgallerini meşrulaştırmıştır.
Eğer KDP’nin, ENKS’nin buralarda onayı ve desteği olmasaydı Türk devleti böyle kararları almakta zorlanırdı, alsa bile pratikleştirmesi zorlaşır, buna karşı direnildiğinde de kısa sürede yenilgiye uğratılırdı. Eğer Türk devleti Efrîn’de o kadar katliam ve Kürt düşmanlığı yaparak işgalini sürdürebildiyse bunda KDP’nin ve ENKS’nin kazandırdığı meşruiyetin çok önemli etkisi vardır. Serêkanî ve Girê Spî’nin işgal edilmesinde önemli rolleri vardır. Serêkanî ve Girê Spî işgal edilmeden önce ENKS’liler, hainler, işbirlikçiler, PKK düşmanları Türk devletine mektuplar yazarak, biz de bu işgalde yer almak istiyoruz, demişlerdir. Yani çeteler gibi Türk devletinin askeri olmak istemişlerdir.
MUSTAFA KARASU
YORUM GÖNDER