SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA (78.BÖLÜM)
a- Sistemi reformlarla yenilemek. Restorasyonu da bu sürece eklemek gerekir. Ama restorasyon reform değildir; daha çok aynı temeller üstünde, aynı biçimde, ama taşlarını ve harcını değiştirerek yeniden inşa etmeye benzer. Reform ise hem temeli, hem kullanılacak malzemeyi ana ilkelerden vazgeçmemekle birlikte değiştirmeyi ve yeni temel üzerinde yeni bir yapılandırmayı ifade etmektedir. Bu yöntemle birçok sistem ömrünü uzatmakta, hatta dönüşümü derinleştirip kalıcı bir sürekliliğe sağlıklı olarak sahip olabilmektedir.
b- Sistemi zorla ayakta tutmayı amaçlayan tutucu yöntem. Tarihte bu yöntemin de sıkça uygulandığı gözlenmektedir. Bu yöntem, içi ve özü tamamen koflaşmış ve boşalmış bir durum söz konusuysa ve dıştan gelen tehditlerin uzlaşmaz boyutta olduğuna dair bir inanç varsa denenmektedir. Gözü kara bir karşı direniş, her şeyi boğma ve yeniliklere asla fırsat vermeme, “ya zafer ya hiç” anlayışına dayanmaktadır. Sistem dönüşüm yeteneğini kaybettiğinde, yaşayabileceği kadar her tür zorba ve despotik yöntemi kullanmayı tek çare olarak görmektedir. Bu tür durumlarda devrimle yıkılmak kaçınılmazdır. Yıkılan kişilik ve kurumların ardında kalanlar tamamen teslimiyet sürecine alınmaktadır. Eski kimliklerinden kopuş köklüdür. Hakim düzene göre yeniden kimlik kazandırılmaktadır.
Dogmatik zihniyetin hakim olduğu, geri bırakılmış ve tutuculukta aşırı ısrarın yaşandığı toplumsal ilişki ve kurumlarda bu yöntem, tarihin acılarla ve kanla dolu geçen trajik yüzüdür. İnsanlık ancak değişim ve dönüşümün doğanın biricik kalıcı gerçeği olduğunu algıladıktan sonra bu yöntemi terk etmektedir. Doğru, iyi ve güzel olanın, anlamsız, gerici ve tutucu zihniyet ve davranışlardan değil, zamanında değişim ve dönüşümü yaşamaktan geçtiğini fark ettikten sonra bırakmaktadır. İslamiyet ve Hıristiyanlık, ortaçağ uygarlığının evrensel güçleri olarak tarihin bu darboğazında felsefi düşünceye cesaret edebilmişlerdir. Felsefeyi, ideolojik kimliklerini tartışma nedenleri, vurgulandığı gibi başlangıç ve gelişme aşamalarındaki yaklaşımdan farklıdır. Şu hususu hiç unutmamak gerekir ki, felsefi düşünce her iki dini kimlikte doğuşlarında da iç içeleşmiş bulunmaktadır. Bunlar yarı yarıya felsefe-din karışımı kimliklerdir. Bu dönemde dini anlayışlar böyle olmak durumundadır.
Hint, İran, Grek ve Roma düşüncelerinde, ortaçağın dinsel yorumlarında felsefi gelişme bolca görülmektedir. Daha tam bir ifadeyle, İslamiyet ve Hıristiyanlık, köleci sistemin hakim ideolojisi olarak, mitolojiyle, daha sonra tepki olarak gelişen felsefenin ustaca sentezine dayanmakta, gerekli değişim ve dönüşüme uğratıp birleştirerek öz kimliği olarak sunmaktadır. Burada bir Sümer orijinalitesi yoktur. Yine Grek felsefesinin doğuşuna benzer bir durum da yaşanmamaktadır. Peygamber ideolojilerinin önemli bir özelliği budur. Her iki sistemin felsefi tartışması; temeldeki düzen sarsıntısına bağlı olarak gelişen inanç zayıflaması, bozulması ve farlılıkların ortaya çıkmasıdır.
Aristo’ya sarılmaları, mantık yapısındaki gücünden kaynaklanmaktadır. Aristo, düşünceleri ve mantık yapısı halen aşılamayan en büyük otoritedir. Gerçekten Aristo’nun büyük değeri, insanlığın toplum gerçekliğinin ürünü olan zihniyet düzeyini sistemleştirmede ve anlatmada yatmaktadır. Zihniyet yeteneğini ve düşünce gücünü zirvede temsil etmektedir. Kavramlar ve düşüncelerle iş yapmak isteyen her kişilik ve sistemin Aristo’ya başvurması bu niteliğinden ileri gelmektedir. Bir nevi tüm ilk, klasik ve ortaçağın kompüteri durumundadır. Dolayısıyla doruktan çöküşe giderken, felsefeyi dinin imdadına koşturan Aquinalı Thomas ile İbni Sina ve İbni Rüşt gibileri dönemlerinin Aristo yorumlayıcılarıdır. Bunlar teolojiyi daha karmaşık hale getirmişlerdir. En çok uğraştıkları şey, tanrıyı mantıkla ispatlamak düşüncesidir. Burada sanıldığının aksine, tanrıdan çok düzenin kalıcılığı ispatlanmaya çalışılmaktadır. Tanrının mantıkla ispatlanmasının, özünde sistemi kurtarmayı amaçladığı açıktır.
Tıpkı Aristo’nun site devletini kurtarmak amacıyla siyasal düşünceyi geliştirmesi gibi, bu dönemin teologları da Allah’ın varlığını ve birliğini yeniden kanıtlamakla, tehlikeye giren Hıristiyanlık ve İslam’ın devlet düzenlerini, Allah’ın gölgesi olan yeryüzü devletini ve düzenini de kanıtlamakta, kutsamakta ve sürekliğini güvenceye almaktadır. Bu tipik bir kimlik güçlendirme faaliyetidir. Allah’ın varolup olmaması, soyut ve pek anlamı olmayan bir sorundur. Aslında ne kadar büyük bir hakikatmiş gibi uğraşsalar ve hatta yaptıklarına sonuna kadar inansalar da, sosyolojik olarak yapılan şey, “hakim düzen, var ve bir olması gereken tek düzen midir, değil midir?” tartışmasıdır. Hakim olmuş düzenin yeniden bir ideolojik kimliğe kavuşturulması amaçlanmaktadır.
Ortaçağda teologların neden Allah kavramı üzerinde bu kadar önemle durduklarını sosyolojik olarak çözümlemek gerekir. Hz. İbrahim ve Musa’nın başlangıçta gök tanrı anlamına gelen ve tüm Arabistan yarımadasında kabilelerin farkında oldukları El’i kendi İbrani kabilelerine daha yakın kılarak, adeta millileştirerek kendi sosyal kimliklerinin sembolü haline getirdikleri Ahdi-Atik’te çarpıcı olarak anlatılmaktadır. Bu, İbrani kabilelerinin birleşerek aldıkları yeni biçimlenmeyi yansıtmaktadır. Adını da Elohim, Yehova olarak geliştirip bu biçime uygun hale getirmektedirler. Daha sonra sosyal varlığın güçlenmesiyle Yehova da güçlenecektir. Toplumun kazandığı tüm yeni özellikler yansımasını tanrıda bulacağı gibi, tersine Tanrı Yehova da toplumun kendine güvenme ve inanmasının sürekli kaynağı olacaktır. İsa’nın Rabbinde daha farklı özellikler yansımasını bulmaktadır. O’nun Rabbi yalnız Yahudilerin değil, tüm insanların eşit davranan tanrısı olmakta, ezilenlerin kurtuluş umudu haline getirilmektedir.
Sosyal sınıflaşma tanrının nitelikleşmesinde yansımasını bulurken, adeta bir sınıflaşmayı temsil eder hale gelmektedir. İsa’yla işbirlikçi düzen kahinleri arasındaki mücadele Rabbin varlığına yansımakta, resmi Yehova’dan ayrışmakta, tüm insanlığın Rabbine dönüşmekte, sosyal mücadelede olup bitenlerde ideolojik formülasyon olmaktadır. Amaçlanan yeni toplumun manifestosu, esin kaynağı olmaktadır. Hz. Muhammed’le bu süreç daha da yoğunlaştırılmıştır. Eflatun felsefesiyle daha da güçlendirilmiş ve toplumsal temeli daha güçlü tek tanrı Rabbi kavramı, Hz. Muhammed’le birlikte, O’nun karşı çıktığı toplumsal özelliklerle kurmak istediği toplum düzeninin özelliklerini yüklenerek, Kuran’da geçtiği gibi doksan dokuz sıfatla, yani özellikle güçlendirilmektedir. Bu çok güçlü bir Allah kavramıdır. Dolayısıyla yeni toplumun güçlü olacağı ana kavramdan bellidir. Doksan dokuz sıfatlı Allah, bir nevi ütopya ve manifestodur. Müminlere yoğunca içerilmesi ve inandırılması, manifestonun amacına bağlanmayı amaçlamaktadır.
Allah’a inanç, çerçevesi çizilen yeni topluma inançtır. Yeni toplum bu tanrısal sıfatlara uygun olarak gelişip hakim olacaktır. Günümüz deyişiyle, program başarıyla uygulanıp iktidar gücü haline gelinecektir. Ortaçağın Allah eksenli düşünce tarzı ve moral şekillenmesinin sosyolojik çözümlemesinin ana hatlarıyla böyle olduğu açıktır. Ne acıdır ki, hiçbir teolog bu basit gerçeği dile getirme gücünü gösterememiştir. Hatta daha da kötüsü, bilim ve sosyoloji adına günümüzde de bu yönlü bir çözümlemenin ilahiyat ve sosyoloji okullarında okutulmadığı acı bir gerçektir. Tartışma halen, teolojinin “Tanrı var mı, yok mu?” sorunsalıyla, sosyolojinin kaba inkarcı materyalizmi arasında geçmektedir. Halbuki yapılması gereken, tartışmanın temelindeki toplumsal gerçekliği yakalamak, böylelikle kendini gizleme oyununa düşmemektir. Unutmamak gerekir ki, ilahlar savaşının en büyük silahı kendini izlemek ve maskeli olarak sunup kabul ettirmektir. İstisnasız tüm tanrısal düzenlerin kulları üzerindeki en temel oyunu budur. Bu oyun başarılı sürdükçe, temsil ettikleri ve güç alıp verdikleri düzen güvenlikte demektir. Oyun bozulup maske düştükçe, zaten düzen olduğu gibi açığa çıkar ki, o zaman düzenin kendini sürdürmesinin en zor dönemidir.
Yine hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, düzenlerin ideolojik maskeleri düştükçe, hiçbir gücün artık ayakta tutamayacağı gün gelip çatmış demektir. Aquinalı Thomas’ın teolojisi Hıristiyanlığa kısmi bir adım sağlamış; Protestanlığa, Hıristiyanlığın reformizmine giden yol açılmıştır. Aslında bu çok önemli bir gelişmedir. Hıristiyanlığın diğer kolu, tutucu ve giderek gericileşen akımı ise, engizisyonla kendi çöküşünü durdurmaya çalışacaktır. İsa’ya yapılandan daha dehşetlisi, reform yanlısı kilise adamlarına, yeni yeni gelişen bilim adamlarına ve laik filozoflara uygulanacaktır. Giordano Bruno diri diri yakılacaktır. Galile, sözünü geri alarak, aynı cezalandırmadan kurtulacaktır. Çek rahip Jean Huss diri diri yakılacaktır. Birçok mistik tarikat erbabı, büyücülükle uğraşanlar ve yeni kilise akımları oluşturanlardan binlercesi bu dönemde yakılacaktır. Engizisyon mahkemesi tarihin en büyük kıyım makinesi olarak çalışacaktır. Bütün bunlar sözde tanrı adına, özde ise ayaklanan özgür insanlara ve yavaş yavaş milli bilince kavuşan halklara karşı, kilisenin egemenliğini koruma ve kurtarma adına yapılacaktır. Tanrıların hiçbir zaman ne korunmaya ne de kurtarılmaya ihtiyacı vardır. Tersine, sıkıştıkça daha fazla tanrı maskesine sığınan ve artık iğrenç bir hal alan hakim düzenin korunma ve kurtarılmaya ihtiyacı vardır.
Avrupa özellikle M.S 1000-1800 yılları arasında bu tarz maskeli çıkar savaşlarının en amansız biçimlerini yaşamıştır. Ortadoğu’da oyun eskiden beri oynandığı için, kuralları az çok bellidir. Avrupa ise ilk defa bu tarz bir savaşla karşılaştığı için, çok büyük çıkmaz, kanlı ve uzun süreli savaşlarla boğuştuktan sonra doğruları görebilmiştir. Kilise savaşımından Avrupa’nın çıkardığı laiklik ilkesi, bu amansız ve içinden çıkılması çok güç koşullardan kaynaklanmaktadır. Çıkış iki koldan yapılmıştır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER