‘ZAMANA DAİR’ ÜÇLEME
Yaşam ne methetmek ne de yerin dibine batırmak, yaşamak işte… Seni yaşama çekmeli zaman. Abartılmış her olgu gibi tehlikelisin. ‘Üstü kalsın’ diyebilmeli sana, kısa ömürler tercih edilebilmeli bazen, seni de tüm yaşamı da ‘BİR’ de sizsiz yaşayabilmeli…
Zamana Dair -1-
ESKİME
Eskidi,
o da eskidi.
Ve zamanı şimdi geçti.
Zaman; yıl-yaş değil,
işte bu eskidi duygusu.
Zaman’la çok sorunumuz var. Benim var. Zaman’ı yaşayamamaktan geliyor olabilir. Bir sıkılma veya bir miadını doldurma da değil, sorun daha geniş. Ve kaynağı ben değilim, ‘zaman’ın kendisi. Kendisini bu kadar yaşanmaz kılışı. Onunla olunur, yaşanmaz. Bu kadar cana kıyan bir olgunun geçirimli kendine dönüşü veya aynamızın onun yüzüne yansıttıklarıyla yüzünün çarpılması. Kendini niye bu kadar tanımsız bıraktın be zaman. Niye bu kadar oynattın kendinle. Sadeleşmek bu kadar mı zoruna giderdi? Zamanın da geçti. Geriye de dönemezsin. Kendini yaşayamıyorsun ama terk de edemiyorsun kendini. Çok mu ebet sandın kendini? Bize umut bağlamıyorsun herhalde. Einstein’ı sevmiştin, değil mi? Senin umudun, çocuklarını yaralayan ebeveynlerin onların eliyle kurtuluşunu arama gafilliği olurdu, biliyorsun değil mi? Ne olacaksın. Bilmiyorum. Ne kadar da muhtaçsın sana yakışan bir-iki an’ını yaşayıp sana bahşetmemize. Senin ki şu; yaratmış ama yaşayamıyor, kula muhtaç. Ama onun yaratım hakkına kıskanç. Olmuş ama dile gelemiyor. Her şeyi yapıyor da O’na tapıp anlamlandırmayı kendi kendine ve kendi melek soy ailesiyle yapamıyor. Oluşunun anlamını bizden bekleyen… Ve bu anlamlar, bu tanımlar hiçbir zaman bir daha başa dönemiyor. Oluş da anlam da çarpılıyor. Kim kimden ne bekliyor ki… Suçlu yok, her şey yok hükmüne varılıyor. Hiçbir şeyin, hiçbir ilk anlamı ile kalamayacağı, aslında bir ilk anlamında olmadığı, sürekli bir hercümerç mimarisi… Hiçbir planın tutmadığı bir plan. Ve tam bunların merkezinde sen varsın ‘zaman.’ Ve imrenilecek kadar zarara uğramayan tek yapı taşı gibi görünen. İlk yıllar öyle miydin? Çok mu güldün insanın, her şeyin faniliğine. Evrenin, doğanın bile bugünlerde ömrü tartışılırken içten içe gizil bir sevinç mi duyuyorsun? Ama ömrün gitti be zaman. Tanınmaz oldun. Bizden utancın asıl kendi utancın ve sen bunu biliyorsun.
Seninle ilişkimiz artık gayri-meşru. Çifte derin günahların hazzı artık bizim zaman yaşamlarımız. Ve hepimiz bunu biliyoruz. Haz alanlarımıza kızıyor musun? Bunu hissediyorum. Bazen gizli gizli ağladığını bile düşünüyorum. Ama haksızsın. Kızma hakkın yok. Bizi kötü yola sen düşürdün. Az mı geçindin sırtımızdan. Ve zaman yani sen geçtikçe -ki bunun adı senin dilinde ne; yıl mı, yaş mı, esneme mi, eskime mi ne- iyi yanlarımıza o kadar kapandın ki…
Ne oldu? Kendini hiç yaşlanmayacak güzel, taze mi sandın? Ağlamaya bile hakkın yok.
Çok mu acımasızım. Kötü bir öğrenci. Ya da seninle hala işim olduğuna göre alttan mı almalıyım. Hayır. Hayır. Dost bile acı söylermiş. Ben, dost da değil, gücüm olsa seninle iyi bir hesaplaşma sonrası başa baş, kul olmadan sana, yaşamak isterdim. İsyanı mı olur bunun, kavgası neyse ne verelim. Biliyorum ben yenileceğim. Fakat görmüyor musun bunun sana da bir faydası yok. Bir yedek ‘zaman sözleşmen’ bile yok mu? Ne kadar düşüncesizsin. Kibir seni ne hale getirmiş. Ve bu kavga bizi daha iyi bir şeye götürmeli. Bunu dayatanın ben olması bile senin acizliğin. Bilmeyen, uzaktan bakan senle beni, ‘şeytanla pazarlığa giren o Alman doktor’a benzetecek. Halbuki yanlış. Ben, senden bir şey beklemiyorum. Ve senin de iyiliğini düşünüyorum. Ne kadar dar kafalı gibi dar zamanlı olmuşsun. Bizimle oynaya oynaya bize benzemişsin. Ufkun kararmış ki bu kadar dil döküp seni ortak iyiliğimize ikna etmeye çalışıyorum.
Sen bilirsin. Unutma bir gün hükmün tümden sana da yetmeyecek.
Çok insan da seni o kadar örnek alıyor ki… Senin bu kadar mutsuz olduğunu bilmeden. Ve çoğunun varlık hücrelerinde bu kodlama da yok. Mutluluk, mutsuzluk, umut. Senin tanımlamaların muğlaklaştıkça onlarda silinme olmuş. Yapay hücre ve yapay zeka klonlamalarını hep ‘güç’le yapıyorlar. Kötü örnek oldun zaman. Üzerine yapılan o kadar iyi duayı, isteği, minneti nereye attın bilmem ki.
Sen bu değilsin diyeceğim, ne olduğunu bilmiyorum. Kendine gel diyeceğim, ezelin ne? Bak, sana yardımcı olamayacak olmamdan bile sen sorumlusun. Ben bir fani yaşar giderim, sana yazık sen kalacaksın.
Bunları bir düşün. Ben düşündüm, sen düşündün çünkü. Düşündüren düşünmemiş gibi yapamaz. Belki geriye dönüş bu be zaman. Sen’de ileriye, geriye gidip-gelip ne yapacağım yoksa. Sen ne yapacaksın?
Eski bir tarih
**
ZAMANA DAİR -2-
Senden geriye sayıyorum
sana doğru
uzaklaşıyorum.
Korkuyorum.
Bağıramıyorum.
Zamanın yokluğundasın
yok oluyorum
uzaklaşıyorum
korkuyorum. Korkuyorum.
Bağıramıyorum.
Yok…
Zaman diyor ya ‘ben varım hem de heybetli, haşmetli’. Yalan, artık o da yok. Yok hükmünde bir zamanın hapisliğini yaşıyoruz hepimiz. Kimimiz farkında, kimimiz değil. Yok zamanın yokluğunda hapisliğimize son verecek kavuşmalar bekliyoruz. Tutsak özgürlüğün gölge yansımaları ve bu gölgelerin demir parmaklık ardında bile olsa buluşması değil, ranzada uzanmış kurulan bir hayali aşmayacak olmamız sorun. Ben yokum. O yok. Onlar yok. Buluşma yok. Zaman yok. Tam bir korku filmi mi? Niye korku filmleri ayağımızın (varlığımızın) altındaki zemin (mekan) ve zamanı muğlaklaştırarak (yokluk) başlar. Zaten hep öyle değil miyiz? Böyle olduğunu kavramak için başkasına muhtaçlık duyuyoruz. Bu sınırları aşmak lazım. Bizi o kadar belirleyen her şey olmalı. Algı meselesi ise bunu yaratan biz değil miyiz? Yoklukla bile buluşmalı ya da buluşmamalı korkudan, kim ne, Nesimi’nin dediği gibi. Özgürlük bir oluş hali ise o an mutsuzluk, yokluk paylaşımı da özgürlük getirmez mi? Belirleyiciliklerinden belirsizlenmemek gerek. Yokluk iyi bir oluş getirebilir. Hep var’lıkta varlık aradık ya belki o yanlış. Böylece hep reddettik onu, yanı başımızda bizi çoğu zaman varlıktan daha fazla var edip sürüp giderken. Yok’luğumuza daha fazla değer verme zamanı gelmedi mi? Yok’u da sevmeliyiz. Sevdiklerimizi yok’ken sevemeyişimiz ondan mı?
Zamanın yok hali beklenti de yaratmıyor. Çatışma ve bitiş hiç. Çünkü onu da yokluğu ile içine sindirirken, yokluğunla sen de onun içine yerleşiyorsun. Yok oluyorsun. Bu var’lık çok çatışma yaratıyor. Bir var olan gitmiyor, hep beslenmek istiyor. Yok’luklarımızı sevmeliyiz ki durulalım, zamanı ehlileştirelim. Bize hükmeden kendimiz ve kendimiz olmayanları azaltalım. Sevdiklerimiz bile sevdiğimiz olsun, hüküm arzu nesnesi değil…
Ve ne yaparsak yapalım yok’lukta geçecek ömrümüz. Varlığa da, onun sözde zamanlarına da fazla yaltaklanmaya ne gerek.
Varlık gelsin yokluğun içine yerleşsin. Veya iç içe kardeşliğini bilsin, bıraksın bu üvey kardeşliği ki insanın üveyliğine sebep olmasın.
O zaman baş göz üstüne varlığın.
Ve zaman sen bir hainsin. Sevdada da (özgürlük) rolün bu olacak. Ve lanetinin kaynağı bu, ‘gücüm de bu’ diyorsan al bu da lanet. Yok hükmüne ne kadar sevdalısın. Sen hiç tam olamayacaksın. Zamansızlığı aramak aklına bile gelmiyor. Senin belirlenimciliğin, köleliğin daha sıkı. Hep azalıyorsun ondan. Bizim arayışlarımıza, yarımlıklarımıza, kavuşamamalarımıza bakıp seviniyorsun ya… Halbuki ölçü biz olabilir miyiz sana? Ve bizim kadar bile zamansızlığı göze alamaman neye delalet? Eksiliyorsun zaman ve korkun bunu göze alamamak.
Sevdiklerin olsun zaman
Ve onlarla buluşma
Ayrılığın insandan olsun
Ve ona şükret.
Daha yeni bir eski tarih
**
ZAMANA DAİR -3-
Bir gözyaşı damlası yaşam
kaynaktan kopmuş
yere inemeyen
bir gözyaşı damlası yaşam
başka ne ki…
Zamansızlığı tercih… Zamanın yapamadığını yapmak. Ya da ötesi yok mu zamanın. Bir yanılgı mı? Zaman, tanımında olduğu gibi anti-zaman tanımında da mı bize muhtaç. Seni senden almak lazım. Sen çok hiçsin. Sevgi bunun için ideal. Yaşamın ahengini zamandan alan sevgi. Kıskanman ondan mı? Louis Aragon, “zaman sensin” demiş ya Elsa’ya. İkamenin şahaneliğine bak. Yaşam ne meth etmek ne de yerin dibine batırmak, yaşamak işte… Seni yaşama çekmeli zaman. Abartılmış her olgu gibi tehlikelisin. ‘Üstü kalsın’ diyebilmeli sana, kısa ömürler tercih edilebilmeli bazen, gözü kapalı bir savaşa dalınabilmeli, seni de tüm yaşamı da ‘BİR’ de sizsiz yaşayabilmeli…
Hiçlik yalnızlık mıdır?
Yalnızlık boşluk
Boşluk mutluluk
Mutluluk hiçlik midir?
Sarmal yaşamlar yaşıyoruz. Birbirinden ayrıştırmaya gerek yok, ‘ÖTESİ’ bakışlar çağındayız. Ve yaşamımız bakışımıza uymakta zorlanıyor. İyi ki zorlanıyor. Baktığımız göremediğimiz, göremediğimiz yaşadığımız oluyor. Ve döngüler dışı kalıyoruz. Maddeye çok anlam verişimiz gibi anti-maddeyi arıyoruz. Anti maddeler yıllardır gözümüzün önünde. Soruları niye çoğaltıyoruz bu kadar cevapsızlıklarda. Hep dışındayız her şeyin, her şeyin ta merkezinde bu kadar öğütülürken. İlk insan lazım bize delilik lazım. Sınırsızlık lazım. Yaşam. Sade yaşam. Aşırı sade. BİR bu mu? Mavi olsun.
Tasavvuf bu değil mi? Yol-erkan buradan çıkmadı mı? Arındım geldim! Bir hakikat da bu desem, bunu buldum desem ‘Marifet’ etmemiş mi olurum; nefisli, terbiyesiz. Hem yoldayım hem sürekte. Mutluyum, mutluyum. Mürşidimsin. Ruh başka ne ola ki? Bir olmadan çok olmayı öğretmişler bize. Ne BİR’i ne BİZ’i bilir olmuşuz. Kendimle BİZ, bizle kendim oluyorum ya yola giriyorum. Elimden tutar mısın? Çünkü sen, Ortak Ruhumuzsun.
Daha daha yeni bir eski zaman
ATAKAN MAHİR
* HPG komutanlarından Atakan Mahir (İbrahim Çoban), 11 Ağustos 2018’de Dersim-Pülümür’de şehit düştü.
YORUM GÖNDER