SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (25.BÖLÜM)
D- Felsefi düşünce, mitoloji ve din dogmalarına dayanmadan, doğa ve toplum gerçeklerini açıklama çabası olarak tanımlanabilir. İnsan zihninin bu seviyeye gelebilmesi, toplumsal gelişmenin ürünüdür. Birey zihninin felsefi düşünceye cesaret etmesi çok büyük bir özgürlük adımıdır. İnsan ilk defa kendi varlığı hakkında kendine dayanarak açıklama yapmaktadır. Yaklaşımın kendisi yerleşik dogmaları parçalama girişimidir. Tek ilahlı din nasıl totemik putları ve tanrılar kurulunu aşarak zihniyet yapısında köklü değişimlere yol açtıysa, felsefi düşünce de tanrısız veya tanrıyı işe karıştırmadan da bunun yaşanabileceğini kanıtlayarak, düşünce tarihinin en büyük devrimini yapmaktadır. Mitoloji ve dini dogmaya dayalı toplumsal zihniyet, tam köleleşmeye veya ancak kendini mutlaka birilerine dayayarak ve adayarak yaşanabileceğine duyulan inançtır. Bu zihniyet yapısında dogma_dan, inanç ve ibadet tarzından uzaklaşmak veya dışlanmak ölümle, bitimle özdeştir. Bu, en büyük cezadır. Dogmatik ideolojinin gücü de güçsüzlüğü de bu özelliğinde yatmaktadır. Bireyi toplumun sorgusuz sualsiz mutlak bir tabisi olarak bağlıyor. Böylesine bir ideolojik yapılanmada toplum, inandığı simgeler ve değerlere atfettiği güçler vasıtasıyla kendini güçlü hissedebilir. Ama bir bunalım sürecinde alternatif üretecek bağımsız bir zihni yapı olmadığından, o toplum ya çökecek ya çok daha geri toplum biçimlerine savrulacak, ya da hâkim ve ilerde bir güç tarafından asimilasyona alınacaktır. Ortadoğu toplumlarındaki güçlü dogmatik zihniyet yapısı tüm bu sonuçları gözler önüne sermiştir.
Örneğin Sümer toplumu o olağanüstü yapısına rağmen, bunalım sürecinde basit çöl ve dağ kabilelerine yenilmekten kurtulamamıştır. Mısır aynı akıbete uğramıştır. Grek ve Roma da belli bir felsefi temele sahip olmalarına rağmen, esasta köleci toplum zihniyetinin genelde yol açtığı tutsaklık sonucu çözülmüş, yıkılmış ve dağılmışlardır. Şüphesiz bunun altında üretim tarzı üzerinde köleci mülkiyet ilişkileri esasta belirleyicidir. Ama tüm toplum yapısına egemen olan ideolojik yapı, direnerek aşama kaydetme temelinde çıkış yapmasını engellemiştir. İdeolojik yapıda çıkışsızlık, çözümsüzlük ve dağılmadır. İşte düşünceye hâkim olan dogmatik yapı bu nedenle toplumlar için en çözümsüz ideolojik engeller olarak rol oynar. İlkçağ köleliğinin o kadar uzun sürmesi de toplumun ideolojik yapısı üzerinde kurduğu dogmatik düşünce hakimiyetiyle yakından bağlantılıdır. Yine bu nedenle özellikle peygambersel çıkışların büyük değer kazanmasının ve bir tanesinin bir devrimci hamleyle özdeş kılınmasının nedeni de karşı çıktığı dogmaların yapısında açtığı deliklerdir. Hz. İbrahim devriminin bir put kırmayla bağlantılı olması, Hz. Muhammed’in ilk hedef olarak Kâbe putlarına yönelmesi, hatta Musa’nın en büyük öfkesini “altın buzağı tapıcılarına’’ göstermesi, bu nedenle ve kendi dönemleri için belirleyici bir öneme sahiptir. Doğayı hedeflemek, parçalamak, bu devirler için bir devrim demektir. Köleci uygarlığın doğuş merkezlerindeki bunalım ve çözümsüzlük, görüldüğü gibi bir yandan daha yumuşatılmış ve etnik bilinci güçlendirilmiş çevre devletçiklerine yol açarken, diğer yandan ideolojik planda tek tanrılı dinlerle mistik arayışlarda çıkış bulmaya çabalamaktadır. Felsefe özellikle mistik grupların arttığı ortamda gelişmeye daha elverişli olmaktadır.
Resmi köleci ideolojiye gizli başkaldıran grup deneyimleri de diyebileceğimiz bu gruplarda serbest düşünme imkânı daha fazladır. Belirgin dogmalara sahip olmaktan ziyade, yeni bağlanılacak, zihin ve ruhlarını tatmin edecek ve korkularını aştıracak bir değerler sisteminin arayışı içindedirler. Bir nevi ilk çağ tarikatlarıdır. Felsefi düşünceye yol açan diğer önemli bir etmen, üretim araçlarındaki gelişmelerdir. İlk köleci uygarlıklar esasta tunç çağının üzerinde yükselmişlerdir. Tunç üzerinde kurulan mülkiyet, bu madenden yapılan tarım, zanaat ve askeri araçlar, köleci sınıfın eline muazzam bir güçlenme imkânı vermiştir. Merkezin dışında çok sınırlı bulunan bu araçların kıtlığı, etnik yapıları güçsüz bırakıyordu; elde ettikleri oranda da direnmelerinde başarılı oluyorlardı. Fakat M.Ö 1000’lerden itibaren yaygınlaşan demir tekniği büyük bir demokratik etkiye, nüfuzun yoksullara dek geniş bir kesimin eline geçecek kadar bir yaygınlaşmasına yol açtı. Demir tekniğiyle üretim ve savunma en ileri boyutlara vardı. Bu hem bolluk hem güvenlik anlamına geliyordu. Güvenlik ve bolluk hem refaha hem de boş vaktin artmasına yol açıyordu. Felsefe de zaten böyle bir toplum zeminini ön şart kılar. Felsefi düşüncenin büyük klasiklerinin M.Ö 5. ve 6. yüzyıllarda ortaya çıkmaları kendiliğinden olmayıp, ilkçağ köleci toplumunun ideolojik yapısındaki parçalanmalar ve temel üretim araçları (demir, tunç araçlar) üzerindeki tekellerin kırılmasıyla bağlantılıdır. İlkçağın son dönemi de (M.Ö 5 ve M.S 5 arası) diyebileceğimiz köleci sistemin “klasik çağı” aynı zamanda büyük filozofların ortaya çıktığı, öğretilerini geliştirip kurumlaştırdıkları “felsefe çağı” anlamına da gelmektedir. Bu dönemin çığır açan filozoflarından adlarına okul bırakmış olanları yakından tanıdığımızda, insanlık için yeni zihniyet ve ruh aşamasının ne anlama geldiğini de daha iyi anlayacağız.
I- Zerdüşt ve Zerdüştlük
Zerdüşt her ne kadar peygamber olarak değerlendirilmekteyse de duruşu filozofa daha yakındır. M.Ö 1000 yılları ile 6. yüzyıl arasın_da yaşadığı tahmin edilmektedir. Tarım devriminin güçlü yaşandığı Kuzeybatı İran’da doğduğu kabul edilmektedir. Tarım ekonomisine aşk derecesinde bağlıdır. Bir anlamda neolitik kültürün doğurduğu etkilerle varlığı ve kişiliği arasında bir bağ kurulabilir. Emeği, üretimi, helal kazancı esas almaktadır. Yeşile kutsallık atfetmekte, hayvanları korumayı esas almaktadır. Hayvanları kurban etmeyi menetmiş, güçlerini çiftçilikte değerlendirmeyi, süt ve yağlarından yararlanmayı yeterli bulmuştur. Zerdüşt ilkel Aryen inanç sistemini esaslı bir reformdan geçirmiştir. Üçlü tanrı sisteminden tek tanrılı sisteme doğru bir süreci başlattığı oranda peygamberdir. Çünkü o da Hz. İbrahim gibi çok tanrılı dinden tek tanrılı din arayışındadır. Hz. İbrahim daha çok Semitik kabileler içinde bunu geliştirirken, Zerdüşt Aryen kabileler içinde geliştirmektedir. Dönemin temel Arya tanrıçaları olan İndra, Mitra ve Varuna ’dan Ahura Mazda adında (Hz. Allah) bir tanrıya geçiş yapmış, bir anlamda İran, Medya ve Anadolu tek tanrıcılığına doğru bir aşama yaptırmıştır. Cennet, cehennem, sırat, melekler, gök katları, mahşer, büyük mahkeme, iyilik-kötülük terazisi gibi birçok kavramın oluşumunda rol sahibi sayılmaktadır. Kadına ise üstün değer biçmektedir. Temizlik yine çok önem verdiği bir konudur. O bir anlamda tarımın, helal kazancın, iffetli ailenin, iyi düzenlenmiş evin, öz savunma dışında şiddete karşı olmanın peygamberidir. Filozof yanının temelinde ise, büyük ahlakçılığıyla karanlık ile aydınlığın, iyi ile kötünün sürekli mücadelesi biçiminde, zıtların birliği ve karşıtlığı şeklindeki diyalektik ilke yatmaktadır. İlk defa insan iradesinin özgürlüğünü tanımıştır. İnsan iradesine özgürlük tanımak, o döneme kadar hep tanrıya özgü düşünülen yaratıcılığa insanın da sahip olması demektir. Batı düşüncesinin özü olan bireysel yaratıcılık, Zerdüşt’ün en önemli felsefi yanıdır.
Özgür iradeyi esas almak felsefenin başlangıcı ve kul anlayışının reddidir. Öğretisi tam da bu noktada dinle felsefe arasında bir geçiş durumundadır. Dinle felsefe arasında yol ayrımını temsil etmektedir ki, bu çok büyük bir gelişme anlamına gelmektedir. Yapılan araştırmalar hem Doğu (Hint, Çin) hem Batı felsefesinin oluşumunda, iki çatallı gelişmenin başlangıcında ve başlatıcısı olarak rol oynadığını göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu yönlü kaynak rolün daha derininde, Sümer kültürüyle Arya kültürünün üst düzeyde bir sentezi yatmaktadır. Medya, yani Zagros ve Toros sistemlerinin verimli vadilerle birleştiği bu ülke hem Sümer şehir devriminin hem de neolitik tarım-köy devriminin birleşme noktasıdır. Zerdüşt bu mirasın bir sentezcisi olduğu kadar, onu üst düzeyde bir dönüşüme, büyük bir reforma uğratarak, hem ilkçağ köleciliğini yumuşatıp mantığa daha uygun klasik çağ dönemini başlatma, hem de tarım toplumunun kullaştırılmamış iradesini özgürleştirip felsefeye açık bir yolu açma misyonunu temsil etmektedir. Tek tanrılı din peygamberliğiyle özgür iradeye dayalı filozofluğun iç içe geçmişliğini böylesine bir uygun coğrafyada bütünleşmiş tarihin en derin iki kültür varlığında aramak en gerçekçi yaklaşımdır. Zerdüşt üzerinde araştırma ve yoğunlaşmaların büyük önemini en iyi kavrayan kişinin büyük Alman filozofu Nietzsche olması tesadüf değildir. Ortadoğu’nun, Mezopotamya’nın yitik irade ve moral değerlerinin kaynağını ararken Zerdüşt’e yönelmek, salt bir bilim merakından öteye, özgür bir toplum felsefesine ve en temel bir yanını oluşturan diriltici ahlak anlayışına ulaşmanın kaynağına erişmek, benliğini tarihte adeta yeniden keşfedip güncelleştirmek ve yaşamsallaştırmak anlamına da gelmektedir.
II- Budizm
Hint rahip (Brahman) devletinde en büyük reformcu rolü Budha oynamıştır. Kendisi bu sistemin bir prensi konumundadır. Muhtemelen yaşadığı ağır yenilgi veya kaybetmelerden sonra, büyük acılar içinde geçen bir yaşam tarzına tanık olmuştur. Adeta cennetten cehenneme bir düşüş gibi yaşanılan durum, onu büyük bir yoğunlaşmaya götürmüştür. Bu tecrübe ona Brahman köleciliğinin acımasız yanlarını ve çok katı sınıf farklılaşmasının sonuçlarını çarpıcı olarak göstermiştir. Hint kast sistemi o kadar acımasız ve katıdır ki, insan kurban etmeyi geçen yüzyıla kadar sürdüren ve halen kastlar arası kültür farkını koruyan birçok özelliği devam ettirmektedir. Sınıflı toplumun katı ve çok özgün bir biçimini yüzyıllarca olduğu gibi yaşamıştır. Budha’yı anlamak açısından, sınıflı toplumun bu örneğinin insanın zihniyet ve ruh yapısındaki yansımalarını değerlendirmek önemlidir. Bir yandan görülmemiş bir ihtişam ve sefahat, diğer yandan insandan sayılmayan ve hayvanlar gibi kurbanlık olarak yetiştirilen, alınıp satılan en aşağı tabakadan insanlar. Böyle bir sistemin büyük bir trajedinin ve acıların kaynağını teşkil edeceği açıktır. Budha bu sistemin ürünüdür. Felsefesinde tanrıya yer olmadığı gibi doğayı da esas almaz. Yaratıcı ve yaratılanla pek ilgilenmez. Çözüm aradığı esas sorun acılı dünya gerçeğidir, toplumun acılı yaşam özellikleridir. Daha sonra Budizm adı altında günümüze kadar Güneydoğu Asya’da önemli bir topluluğun yaşam felsefesi olarak varlığını sürdüren bu öğreti, temel toplumsal özellikleri açısından bir ahlak felsefesidir, bir ahlak reformudur. Temel formülasyonu şöyle ortaya konulmaktadır:
A- Dünya, toplum acılarla doludur.
B- Acıların kaynağında şiddetli arzular, korkular ve cehalet yatmaktadır.
C- Acılardan kurtulmak mümkündür. Bu çabada en yüce mertebe Nirvana ’ya (bir nevi tanrı, cennet, mutluluk anı) ulaşmaktır.
D- Bunun yolu Yoghi’dir (bilgiyle aydınlanmak, iç yoğunlaşma ve bunun için gerekli birçok yol, yöntem). Açık ki, köleci Brahman kast sisteminin diğer ilk örneklerde de gördüğümüz –Mısır, Sümer– gibi insan zihni ve ruhsal yapısı üzerin_de kurduğu kaskatı egemenliği yumuşatılmak istenmektedir. Budha’nın kendisinin Brahmanlarla çatışmalı olması bununla ilgilidir. M.Ö 5. ve 6. yüzyıllarda Greklerden Çin’e kadar yaşanan toplumsal reform sürecinin bir halkası konumundadır. Zerdüşt geleneğinden etkilendiği gibi, her iki tarafı, Doğu ve Batı’yı etkilemiştir. Mistisizm’le (tasavvuf) yakın bağları vardır. Çilecilik, arzulardan kesilme, yalnız yaşam gibi yöntemler egemen-sömürücü sınıfın sınır tanımaz bencilliğini kavrama ve onu sınırlandırma gereğini ortaya koymaktadır. Böylesine yaşam deneyimleri nefsi terbiye ettiği gibi, beraberinde iç görü, ariflerin bakış açısı, fazlalıkların kör ettiği vicdana geliş, doğal dengeyi gerçekçi gözleme gibi bir esinlenme yöntemiyle öğrenmeye yol açmakta, vicdan rahatlığını doğurmaktadır. Budha öğretisi Güneydoğu Asya köleci uygarlığında Brahmanların tanrısal egemenliğini kırdığı gibi, daha mantıklı bir sistemin oluşmasında rol oynamıştır. Dogmaların payını sınırlandırırken, aklın ve vicdanın payını sisteme taşırmıştır. İnsanlık tarihinde büyük bir ahlak reformcusu olarak rol oynamıştır.
III- Konfüçyüs
Çin’de Budha’nın rolünü oynamıştır. Aynı dönemde, M.Ö 5-6. yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Çin monarşisinin dağılmasıyla bu yüzyıllarda büyük bir kargaşa yaşanmaktadır. Eski görkemli dönemin anıları (M.Ö 1500-700 arası), dağılma ve bozulmanın nedenleri üzerine düşündürmektedir. Doğal yolun (Tao) tekrar nasıl kurulması gerektiği sorgulanmaktadır. Bu arada şunu belirtelim ki, bu dönemde en çok kullanılan bir kavram (yasa, yol, şeriat anlamında) olan Çin’de “Tao”, Hint’te “Dharma”, Sümer’de “Me”, Mısır’da “Maat”, Grekçe “Moira” sözcükleri esasta uygarlığın temel özellikleri anlamına gelmektedir. Yaşam mutlaka bu temel özelliklere göre olmalıdır. Böyle olmadı mı, sistemin ve düzenin bozulması kaçınılmazdır. Bu yüzyıllarda böyle bir durum yaşanmaktadır. Düzenin temel yasalarıyla uyuşmayan, diğer bir deyişle artık ilk örneklerin (paradigma) aşıldığı, yenilerin daha yerine konulamadığı bu dönemin reforma uğratılması kaçınılmaz olmaktadır. Rahip devletin dogmaları ile sistem yürütülememektedir. Verilen yanıt; küçük devletler (adeta köleci beylikler diyebileceğimiz parçalanma dönemi), mistik gruplar ve büyük felsefi öğretiler biçiminde olmuştur. Çin uygarlığının payına düşen belirgin isim Konfüçyüs oluyor. Beş temel ilkesi şunlardır:
A- Yönetici yöneticiliğinin tam gereklerini yapmalıdır.
B- Kadın eşliğinin tam gereklerine göre yaşamalıdır.
C- Oğul babaya tam bağlılığın gereklerini yerine getirmelidir.
D- Küçük kardeş büyük kardeşe tam uyum göstermelidir.
E- Herkes arkadaşlığın gereklerine uymasını bilmelidir. Reformasyondan ziyade restorasyona (yeniden eskiyi kurma) benzemektedir. Konfüçyüs’te din hiç yoktur. Sadece toplum ve siyasi düzen sorunu vardır. Bozulan siyasi ve toplumsal düzen nasıl yeniden kurulacaktır? Burada da en çok üzerinde durulan husus, kurumlar arası ilişkilerin yeniden kurulmasından çok, sadece bireylerle uğraşmaktır. Yani Konfüçyüsçülükte da temel sorun ahlakidir. Ahlaki düzen tam kurularak düzen oturtulmaya çalışılmaktadır. Bireyler arası yaşam kurallarının nasıl olması gerektiği aşırı biçimde en ince hususlara kadar belirlenmeye çalışılmakta, adeta kıl kırk yarılmaktadır. Bu zihniyetin halen Çin toplumu üzerinde büyük bir etkisi olup, Çin karakterinin ve çalışkanlığının da özünde yatmaktadır. Mistik karakterde bir öğreti olup, uygarlığın genel gelişim seyrindeki rolü inkâr edilemez.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER