YAŞADIĞIMIZ ÇAĞDA ÖZGÜRLÜK PROBLEMİNE BAKIŞ
İnsanlık tarihinin en eski ve en önemli sorunlarından birisi özgürlük konusudur. Genel bir tanım olarak özgürlük, dışarıdan herhangi bir baskı ve zorlama olmadan bireyin başkasına zarar vermeyecek eylem ve davranışlarda bulunabilmesi, başka bir ifade ile zorlamanın olmaması demektir. Özgürlük kavramı ele alınırken beraberinde birtakım kavramlarla ele alınmaktadır. Bunlardan bazıları eşitlik, hak, hukuk, güvenlik ve adalet gibi kavramlardır. Peki geçmişten günümüze insanı insan yapan bu kavramlar, niye bir problem olarak ele alınmaktadır? Bunun cevabını Halklar Önderi Sayın Abdullah Öcalan, devletin günümüzün en sofistike iktidar ve sermaye tekeli olarak demokratik karaktere sahip olamayacağını, en fazla demokrasiye duyarlı hale getirilebileceğini ve buradan hareketle “devlet olmayan halkın demokratik sistemini” kurmaya odaklanır. Bu teoriye göre demokrasi, tamamen devlete ait bir hal alamaz; demokrasi ve özgürlük güçlerince devlete dışardan dayatılır. Devlet, demokratik değerleri temsil eden güçlerle daima çatışma halinde olacaktır. Bu anlamda kapitalist modernite yapısal bir çıkmaz içerisindedir. Sadece kar etmek için sermaye biriktiren, o sermayeyi kara dönüştüren, edindiği karı tekrar sermaye olarak kullanıp yeni ve daha büyük karlara koşmak bir kısır döngü oluşturmuştur. İnsani, toplumsal her türlü amaç ve bağdan koparak kendisi için bir amaç haline gelen finans kapital, hiçbir yanıyla “ekonomi” değildir. Kar için doğanın sınırsız talanı giderek insan ve diğer biyolojik türler için yaşam türlerini yok etmektedir. Aşırı üretilen malların tüketimi için toplum her türlü gelenek, ahlaki tutumlardan soyutlanıp dağıtılmaktadır. Geriye toplumu dağılmış, sadece tüketmek için yaşayan amaçsız, mekanikleşmiş, bireyci, bencil tipler yaratılmaktadır. Bu durum aynı zamanda insanın oluşum, varoluş, yaşam amacına aykırı bir biçimlenmedir. Anlam arayan insan, sadece tüketen bir anlamsızlığa düştüğünde insani vasıflarını yitirerek, sadece biyolojik olarak kendini tekrar eden bir türe dönüşmektedir. Kapitalistin hiç ihtiyacı olmadığı halde kar etmeye devam ederken, bunun bedeli olarak doğa, insan, toplum yok olmakta ve kendisinin de içinde yaşayabileceği bir doğa ve toplum kalmamaktadır. Bugün kapitalist modernitenin yarattığı krizde hepimiz gerçeğin cevabının nihai biçimiyle karşı karşıya gelmiyor muyuz? Yaşadığımız sistemi görmek farkına varmak için Zizek’e göre, bir şeye dosdoğru bakmak onu gerçekte olduğu gibi bize gösterir ancak yamuk bakış bize çarpık bir görüntü verir. Yamuk bakış arzuların ve korkularında devrede olduğu bir bakıştır. Diğer yandan tam tersi bir durum söz konusudur: Düz ve dosdoğru bir bakış, nesnel bir biçimde bakarsak şekilsiz bir noktadan başka bir şey göremeyiz; nesne, ona ancak “belli bir açıdan”, yani arzunun desteklediği, nüfuz ettiği ve “çarpıttığı” şahsi bir bakışla baktığımız takdirde açık seçik özellikler kazanır. Yani mesele ‘’yamuk’’ bakmakta bulunduğumuz durumun tersinden veya farklı yönlerden bakabilmektedir. Zizek’e göre bir şeye tek bir açıdan değerlendiremeyiz. Biz insanların tek ihtiyacı bulanık bir görüntüdür aslında. Bulunduğumuz durumlara tersten bakabilmek felsefenin en önemli güçlerinden birisidir. O yamuk, çarpık bakış aslında kendi içinde nasıl çelişkiler barındırdığını gösterir bize. Zizek'in bir sosyolog, felsefeci olması haricinde, Hegelci veya Marksist kişiliğinin dışında yaratmak istediği şey de tam olarak bu hakikate atılan farklı bakışlardır. Çünkü bizi çözüme ulaştıracak şeyler bu yamuk bakışlardır. Bir şeye dosdoğru bakarsak, onu “gerçekte olduğu gibi” görürüz, halbuki arzu ve endişelerimizin karıştırdığı bakış “yamuk bakış” bize çarpık, bulanık bir görüntü verir. Başka bir deyişle, a nesnesi her zaman, tanımı gereği, çarpıtılmış bir biçimde algılanır, çünkü bu çarpıtmanın dışında, “kendi için-de” varlığı yoktur, zira tam da bu çarpıtmanın, arzunun “nesnel gerçeklik” denen şeye soktuğu bu kargaşa ve karışıklık fazlasının cisimleşmesinden, maddileşmesinden başka bir şey değildir. Zizek’in etkilendiği Fransız felsefeci Alain Badiou'nun kapitalist modernitenin insan haklarını nasıl sömürdüğünü ''Etik'' adlı eseriyle, hümanizme saygıda kusur etmeyen tüm çağdaş düşünürlerle bir hesaplaşmaya girişmektedir. Etiğin Öteki ile ilgili olduğu yolundaki adeta evrensel sayılan savı reddederek, “Ötekini tanımaya dayalı her türlü etik hüküm kesinlikle terk edilmelidir,” der. Çünkü ona göre gerçek etik, ancak özgül bir durum içinde ve ayrıştırıcı olmakla birlikte esasen farklılıklara karşı kayıtsız olan, ötekinin kendisiyle, öteki olarak ötekiyle “ilgilenmeyen” özneler içeren koşullarda ortaya çıkabilir. Örnek olarak toplumsal muhalefetin parçalı duruşu, muhalefetin birbirini ötekileştirmesi somutlaştırılabilinir. Günümüzdeki insan hakları etiği anlayışını tüm ikiyüzlülüğü içinde gözler önüne sererken bu anlayışa göre “etik meseleleri insan hakları ve insancıl eylemler meselesine indirgeme kudretine” sahip evrensel bir insan öznesi mevcuttur. Badiou bu bakışı, insanı düpedüz canlı bir organizma düzeyine indirgediği için reddeder: “Elbette ki insan bir hayvan türüdür. Ölümlü ve yırtıcıdır. Ama bu özelliklerin hiçbiri insanı canlılar dünyası içinde ayrı bir yere koyamaz. Cellat olarak insan sefil bir hayvandır, ama kurban olarak da daha değerli bir şey olmadığını buna ekleme cesaretini göstermemiz gerekir. Zindanların ve kampların işkencecileri ile bürokratları, kurbanlarına kendileriyle, hiçbir ortak yanı olmayan, mezbahaya gidecek hayvanlar gibi muamele edebiliyorlarsa, bunun nedeni kurbanların gerçekten de böyle hayvanlaşmış olmalarıdır.” Yazar Etik’te bunun yerine ölümsüz insanı koyar, yani insanın, kendini “koşulların onu maruz bırakabileceği hayvan-olma ayartısına karşı koyabilen biri olarak olumladığı anda sahip olduğu ölümsüzlük kimliğini.” Badiou’nun felsefi anlayışını en kaba haliyle tarif etmek gerekirse, her durumdaki radikal yenilenme potansiyelini sergileme ve anlamlandırmaya çalıştığı söylenebilir. Bu anlamda belirttiği gibi ‘’Sıradan hayata yerleşmeye razı olmak ile, yaşama en azından bir kere, titreyerek de olsa sonsuzla karşılaşmak arasında bir dengedeyiz.’’ der. Kısacası Badiou’nün hakikatler etiği doğruyla yanlışı karıştırmamayı, doğruya ihanet etmemeyi, totaliter bir hakikati dayatma ayartısına kapılmamayı ön plana koyar. Kapitalist modernite sistemi bütün yıkıcılığı ile insanlığa karşı 3. Dünya Savaşı’nı sürdürüyor. Bu savaş, ilk toplumsal düzenlerin kurulduğu ve ilk devletin oluştuğu coğrafya olan Ortadoğu’da en yoğunlaşmış haliyle sürüyor. Tarihsel karşıtlar güncelde de çatışıyor. Özünde devlet ile devlet dışı olan toplumların savaşıdır. Bir yanda kapitalist modernitenin yerel ve küresel bütün unsurları diğer yanda ise halkların, ulusların, etnik, dini, sınıfsal ve diğer bütün ezilen sömürülen toplumlar kendi alternatiflerini aramakta ve bunu bir yaşam sistemi haline getirmeye çalışmaktadırlar. Halklar Önderi Sayın Abdullah Öcalan , ”Özgürlük Sosyolojisi” nde on iki toplumsal sorun sayar. Bunlar: İktidar ve devlet sorunu, ahlak ve politika sorunu, zihniyet sorunları, ekonomik sorunlar, endüstriyalizm sorunu, ekolojik sorun, cinsiyetçilik, aile, kadın, nüfus sorunu, kentleşme sorunu, sınıf ve bürokrasi sorunu, eğitim, sağlık sorunları, militarizm sorunu, barış ve demokrasi sorunu olarak sıralanır. Bu ve daha eklenebilecek toplumsal sorunların hepsi devlet ve iktidarın oluşumuyla gelişip evrimleşerek, beş bin yıllık bir evrim süreci içinde kapitalist modernite sisteminde en derinleşip, yüksek seviyesine ulaşmıştır. 3. Dünya Savaşı, bu sorunların büyüyüp artık taşınamaz olduğu günümüzde yaşanıyor. Halklar, sınıflar, uluslar, etnik, dini, kültürel, sosyal ve diğer toplumlar bu toplumsal sorunlar karşısında tarihsel süreç içerisinde sayısız isyanlar geliştirmiş, çeşitli ideoloji ve zihniyet biçimlerine dayanarak direnişte bulunulmuş, bir direniş geleneği oluşturmuşlardır. Kalıcı bir başarıya ulaşamamalarının nedeni ise, kendilerinin de karşısında mücadele ettikleri güç ve sistemlerin zihniyet ve araçlarını az veya çok kullanmış olmalarıdır. Bu durum karşısında halklar lehine yapılması gereken, kendi toplumsal doğalarını tanımak ve o doğaya göre oluşan geleneğin tarih boyunca izini sürüp günümüzdeki versiyonlarına ulaşarak, kendini bu gelenek üzerinde konumlandırmaktadır. Böyle bir yaklaşım kendi alternatifinin, ütopyasını, zihniyetini, paradigmasını ve sistemini de bu geleneğin içinde bulup güncele uyarlayabilecektir. Toplumların doğası ahlaki ve politiktir, komünal, dayanışmacı ve paylaşımcıdır, eşitlikçi ve adaletlidir. Hem kendi içinde hem de doğaya, evrene karşı böyledir. Milyonlarca yıl böyle yaşanmıştır. Bu doğallığın bozulması, iktidar yapılarının oluşması ve devletin kurulmasıyla başlamıştır. Halklar Önderi Sayın Abdullah Öcalan, kapitalist moderniteye karşı alternatif bir sistem olarak formülleştirdiği Demokratik Modernite; demokratik ulus, demokratik konfederalizm 3. Dünya Savaşı’nın yaşandığı günümüzde üç ayrı ve çatışan cephe oluşmuştur. Birincisi ; kapitalist modernitenin, sermayenin, finans kapitalin, neoliberal politikaların cephesidir. İkincisi; her biri kapitalist modernitenin birer unsuru olmakla beraber, tekçi ulus-devlet statükoculuğunda ısrar eden cephedir. Üçüncüsü; demokratik modernitenin bütün unsurlarından oluşan bütün ezilen sömürülenlerden oluşan özgürlük, demokrasi mücadelesi cephesidir. 3. Yol bu üçüncü cephedir. Halkların inançların kültürlerin bütün toplumsal yapıların direniş geleneğinin güncel devamcıları olarak özgürlük, demokrasi mücadelesi yürüten siyasi partiler, dernekler, sendikalar, kadın, gençlik , ekoloji örgütleri, komün ve kooperatifler cemaat ve inanç hareketlerinden oluşan bütün demokratik mücadele örgütleri 3. Yol’ u oluşturmaktadır. Kapitalist modernite karşısında halkların mücadelesi toplumsal sorunları çözmeye odaklanmaktadır. Burdan yakalanan her başarı kapitalist moderniteye vurulan bir darbedir. Bu mücadele radikal demokrasiyi esas alan, simbiyotik bir bağla birbirine bağlanan toplumsal mücadele örgütlenmesidir. 3.Yol, demokratik ulus ilkelerine göre, bütün ulusları, etnisiteleri, inançları, kültürleri, dilleri, sosyal, siyasal, kültürel sınıfları, bütün toplumsal kesimleri farklılıklarıyla demokrasi, özgürlük temelinde mücadele birliğini oluşturmayı hedeflemektedir. Bu mücadele üzerinden aynı zamanda demokratik, özgür yaşamın her alanda inşasını hedeflemektedir. Tarihin güncele, güncelin tarihi geleneğe bağlanarak geleceğin inşasının amaç edinilmesidir. 3. Dünya Savaşının ortasında, kapitalist modernitenin bütün unsurlarına karşı demokratik modernitenin, 3.Yol’un mücadelesi, özgür demokratik yaşamın idari, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve hukuki kurumsallaşmasının inşa mücadelesidir. Toplumsallıktan, özgürlükten ve hakikatten yana olmak ve mücadelesine girişmek, ağır bedeller ödemeyi göze almayı gerektirir. Özgür birey ve topluma ulaşmak, yurtseverlik bilincine, tarihsel ve toplumsal bilince sahip olmayı, bu bilinci toplumsallaştıracak kişilik, örgütlenme, politika ve eylemi gerektirir. Zincirin bu halkalarından birinin eksik olması, devletli sistem karşısında özsavunma gücünü yeterince geliştirememe, varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama sorunlarıyla karşı karşıya bırakır. Sistem karşıtlığı, devlet ve iktidar karşıtlığında, özgürlükçü düşünce ve eylemde somutlaşır. Devlet ve iktidardan yana olmakla, özgür birey ve topluma ulaşma amacı birbiriyle karşıtlık içerir. Özgürlük ve özgür birey gerçeğine ilişkin filozof, edebiyatçı, siyasetle ilgilenen birçok düşünür, önder ve devrimcinin hem tahlilleri hem pratikleri, eylemci duruşları vardır. Özgürlüğü, “seçme hakkına sahip olma”, “bir şeyi yapma ya da yapmama iradesi” olarak tanımlama, soyut bireye indirgeme, tarihsel-toplumsal gerçeklikten koparan, liberal bir yorumu içerir. “Zorunluluğun bilincine varma” tanımlaması, zorunluluğu aşma, çözüm gücü ve irade sahibi olma ile tamamlanmayı gerekli kılar. Özgür birey ve iradeleşmenin, kendini tanıma, anlamlandırma, anlama düzeyiyle yakın bağı vardır. Alain Badiou dediği gibi ‘’Her gerçek mutluluk zamanın özgürleşmesini gerektirir.’’ VEJİN BAGOK |
YORUM GÖNDER