DEVLETSİZ YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ?
Konfüçyüs öğrencileriyle Thai Dağında gezinirken ağlayan bir kadına rastlarlar. Kadına neden ağladığını sorarlar. Kadın, “Bu çevrede bir kaplan var. Bütün ailemi öldürdü”, der. Konfüçyüs; “Öyleyse niçin başka yere gitmiyorsun?” diye sorar. Kadın; “Çünkü, burada insanlara baskı yapan bir devlet yok”, der.
İnsanlık serüveni için, bir anlamda, efendisiz, özgür bir yaşama ulaşma serüvenidir denebilir. Hiyerarşi, yani kutsalın yönetimi belirdiğinden, sınıflı ve devletli toplum oluştuğundan bugüne, insanlık hep özgür yaşam için mücadele etmiştir. Baskısız, sömürüsüz bir yaşamın yaratılması anlamında güçlü ütopyalar, hareketlilikler açığa çıkmıştır. Ancak, trajik bir şekilde, her özgürlük çıkışı yeni bir efendinin yaratılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir efendi tahtından alaşağı edilirken, yeni bir efendi farkında olunmadan tahta çıkartılır. Adları değişiktir bu efendilerin. Bilge, şaman, büyücü, komutan, rahip, kral, tanrı, devlet… Adları değişse de efendilerin özü değişmeden süreklilik kazanıp günümüze kadar gelebildi. Bu efendiler zinciri bir zorunluluk muydu? Buyurgan, cezalandıran, hesap soran, ama hiç kimseye hesap vermeyen sınıflı toplum kurumlaşmaları ilerlemenin zorunlu dinamikleri miydiler? İnsanlık yürüyüşü hep özgürlüğe doğru bir yürüyüştür. Fakat şu da bir gerçek ki, insan hala özgürleşmiş değildir. “Özgürleşmiş insan yoktur.” Ancak özgürleşmeye doğru yürüyüşü devam ettiren insan vardır. Bu demek değildir ki, bu uğurda ödenen bedeller boşa gitmiştir. Özgürlük umudu, yürüyüşü ve ütopyası hala diridir. Tüm baskı, işkence ve öldürmelere rağmen halen diri olması, ödenen bedellerin boşa gitmediğinin kanıtıdır. Yeni bir çağda yaşarken, özgürlük sorunlarımız daha da artmıştır. Bu artışla arayışlar da artmıştır. Bilim, teknik, iktidar, devlet, ideolojiler, vb. her şey sorgulanmaktadır. Tipik kriz dönemlerinin sorgulama tarzıdır bu. Tarih boyunca tüm kritik kaos aralıklarında bu tür bir sorgulanma gözlemlenmektedir. Sümer mitolojisinin yaratılışından Zerdüşt öğretisinin çıkışına, felsefi düşüncenin doğuşundan Rönesans ve bilimselliğin çıkışına dek süren benzer çıkışlar bu özelliktedir.
Kaos aralığı, sistemler ve olgular açısından yeni bir durumu ifade eder. Eski sistem artık varlığını olduğu gibi sürdüremez, çelişkiler birbirini taşıyamaz hale gelir. Eski olan yetersizleşmiştir. Yeni olanın nüveleri hızla boy gösterir. Ancak ne eski tümden yıkılmış, geçersizleşmiştir, ne de yeni olan kurumlaşmasını tamamlamış, eskinin yerini almıştır. Kriz dönemleri olarak tanımlanmasının nedeni bu özelliklerden kaynaklıdır. Bu kaosu yaşamın her alanında görmek mümkün. Hem ezilenler cephesinde hem de ezenler cephesinde yeni sistem arayışlarının hızlanması, yeni arayışların devreye sokulması, yeni strateji ve taktiklerin geliştirilmesi, yaşadığımız çağın bu özelliğinden gelmektedir. Tartışmaların yoğunlaştığı konulardan biri de devlettir. Beş bin yıllık bir kurum olma özelliğinden kaynaklı ve bugün devletli toplumun ciddi bunalım içinde olması bu tartışmaları ve / veya sorgulamayı beraberinde getirmiştir. Devletli toplumun kuruluşundan günümüze kadar hep egemenlerin hizmetinde olduğu bir gerçektir. Köleci, feodal ve kapitalist olarak adlandırılması bu nedenledir. Ancak egemenler de günümüzde bu aracı restorasyondan geçirme; baskıcı, ağır, obez yönlerini törpüleme, yeni bir maske veya makyajla topluma sunmanın arayışı içindedir.
Kriz sürecini halkların lehine çözmek, devleti yeniden tanımlamak ve halkların / ezilenlerin alternatif sistemini oluşturmak gerektiğine inanıyoruz. Devletli toplumu çözümlemeden, beş bin yıllık rolünü tüm yönleriyle ortaya koyup kime hizmet ettiğini gerçek sahipleriyle açıklığa kavuşturmadan halklar / ezilenler lehine bir çıkış gerçekleştirmek imkansızdır. Bu anlaşılmadan, her çıkış egemenlerin elinde bir araca dönüşmekten kurtulamaz. Peygamber hareketinden rönesansa, ulusal kurtuluş hareketlerinden reel sosyalist devletleşmelere kadar olan tüm çıkışların, sonradan karşıtlarına benzemeleri, hatta onların açtıkları yolda yürümeleri bu gerçeği kanıtlıyor. Devletli toplum tarihi boyunca özgürlük adına oluşturulan tüm hareketler, geliştirilen tüm teoriler ve stratejiler devlet odaklı oldu. Ancak varolan devleti yıkıp yerine kendi devletini kurarak özgürleşebileceği varsayıldı. Bunun için savaşıldı. Bilim, sanat, eğitim, din, kültür insanları ve kurumları bu hedef doğrultusunda seferber edildi.Bu mantığın asıl dayanağı devletsiz bir toplumsal yaşamın asla olamayacağıydı. Başkalarının devlet egemenliğinde özgür olunamayacağına göre, ‘kendi’ devletini kurmak ‘zorunlu’ydu.
Doğal toplum hiç yaşanmamış gibi davranıldı. Bunun da ötesinde, devletsiz bir toplumsallaşmanın, yaşamın olabileceğinin kanıtı olan doğal toplum, sırf devletli toplumun yüceltilmesi, biricikliği ve ilerlemeciliği için ‘ilkel’ toplum olarak damgalanıp gözden düşürüldü. Uygarlaşmanın başlangıcı olarak hiyerarşik- devletçi toplum esas alındı. Aslında bu ideolojik çarpıtma başarılı oldu. En zıt düşünceler aynı kulvarda, hatta el ele vererek hızla devlete koştular. Devleti bir ‘ara dönem’, ‘sönümlenmesi gereken bir araç’ olarak gören Marksistler, devletin cazibesine kapıldıkça kapitalist devletten pek farklı olmayan bir devlet yarattılar. Yazımızda şu soruların cevaplarını arayacağız: Devletli toplum zorunlu ve vazgeçilmez midir? Devletsiz bir toplumsal düzen olmaz mı? Bu soruların cevabını devletli toplum öncesi yaşanan doğal toplumda arayacağız. Beş bin yıl öncesine dayanan doğal toplumun devletsiz yaşandığını açmakla yetinmek elbette yetersiz olacaktır. Çağımızda doğal toplumu yaşayamayacağımıza göre, doğal toplumdan ilham almakla birlikte, güncellikte ‘devlet dışı toplum ve sistemini nasıl yaratacağız?’ın cevaplarını da ortaya koymaya çalışacağız.
Doğal toplum, insan türünün toplumsallaşmaya başladığı dönem ile hiyerarşik toplumun ortaya çıktığı dönem arasında yaşanan toplumsallığı tanımlıyor. Paleolitik –avcılık ve toplayıcılık dönemi- ve neolitik –yerleşik yaşama geçiş, tarımcılığın geliştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi- dönemlerin toplumsal formudur. Doğal toplumun zihniyet yapısı toplumsal ağırlıklı olmakla beraber, günümüzün kavramlarıyla tanımlarsak, sınıfsız, hiyerarşisiz, herhangi bir toplumsal grubun imtiyaz sahibi olmadığı özgürlükçü ve eşitlikçi karakterdedir. Bu toplumsal form, insanlık tarihinin yüzde doksan sekizlik bir bölümünü kapsıyor. En önemlisi, bu kadar uzun bir süreyi kapsayan doğal toplum biçiminde yaşam, hakimiyet, iktidar, hiyerarşi gibi hegemonik ilişkilere dayanmıyor olmasıdır. Doğal işbölümü, komünal üretim ve tüketim ilişkileri hakimdir. Devlet veya benzer herhangi bir benzer organizasyon olmadan da yaşamın sürekliliği sağlanıyor, değerler yaratılıyor ve barış sağlanıyor. İnsanın insan üzerinde bir hakimiyeti ve sömürüsü olmadığı gibi, insan- doğa ilişkileri de optimal durumu yaşıyor. Gerek yeni yaşam alanlarının açılmasında, gerekse üretim ve tüketimde tamamen ekolojik diyebileceğimiz bir anlayış söz konusudur.
Doğal toplumu çözümlediğimizde, varoluşun temel ilkesinin, devletli toplum ve iktidar araçları olmadığı, dayanışma olduğu rahatlıkla görülecektir. Toplumsal örgütlenmede bu ilke geçerlidir. Komünalite ve dayanışmanın birleştirildiği doğal toplumda, eşitlik ve özgürlük iç içe yaşanıyor. Mevsimsel törenler, suç ve ceza, üretim, dağıtım ve tüketim, topluluğun güvenliği başta olmak üzere, tüm aktiviteler komünalite ve dayanışma ruhuyla, toplumsallığın ve sürekliliğin sağlanmasına göre gerçekleştirilmektedir. Yöneten-yönetilen ayrışması söz konusu değildir. Yöneticilik bir meslek değildir. Babadan oğula, anadan kıza devir daim olmuyor. Bürokratist anlayışla değil, herkesin yeteneği ve gücü oranında üretime katkısı oluyor. Bireyin toplum içindeki rolü, komünal yaşama katkısıyla belirleniyor. Hiç kimse ömrünün sonuna kadar bir görevde kalamaz. Bu noktadaki temel yaklaşım, verilen görevi komünal yaşamın ilkelerine göre layıkıyla yerine getirip getirmediğidir. Topluluktan kovma, ceza gibi yaptırımlarda esas alınan ilke yine aynıdır. Hiç kimse ürettiğini biriktirmez. Biriktirmek suçtur. Komünaliteye bağlılık esastır. Her şey paylaşılır. Ahlaki olarak da saygınlığın ölçütü fazla üretmek ve dağıtmaktır. Tören ve şenliklerin bir anlamı da elde edilen fazlanın tüketilmesidir. Sanki sezgisel bir öngörüyle biriktirmenin, toplumlarının sonunu getireceğini bilmektedirler.
Doğal toplumun bu kısa özeti de gösteriyor ki; devlet olmadan da toplumsal yaşam sürdürülebilir. Devlet, egemenlerin ideolojik manipülasyonu sonucu, zorunlu / gerekli bir olgu olarak sunuluyor. Egemenler kendi çıkarları gereği ellerinde bulunan devlet aracını ezeli-ebedi ilan ederek, toplumsal hafızayı da çarpıtmıştır. Kaba determinist yöntem, bilimsellik adına, doğal toplumun miadını doldurduğunu; dolayısıyla hiyerarşi ve devletin doğmak zorunda olduğunu iddia etmektedir. Adı bilimsel yöntem olsa da, bilimsellik örtüsü altında bir nevi kaderciliğin yattığı görülmektedir. Zorunluluk’un kaynağını tanrısal kadercilikten aldığı kesindir. İlginç olan, kadercilik denildiğinde hep sadece doğa toplumunun anlaşılmasıdır. Doğa toplumlarında, özelde de Ortadoğu’da ‘kadere inanma’nın yaygın geçerli zihniyet olduğu kesindir. Batı bunu bilimsellikle biraz yontup zihniyet yapısında farklı biçim altında sürdürmüştür. Kuantum teoremiyle biliniyor ki, gelişmeler düz bir çizgide ilerlemiyor. Zorunluluk yasası geçersizleşmiştir. Olgusal ve toplumsal oluşumlarda kaos var. Her devinim krizlidir. Krizler çatlakları yaratır. Her çatlak bir bilinemezlikle karşımıza çıkar. Çatlakların oluşturduğu çatalların her biri gelişim için bir yol olma ihtimalini taşır. Oluşum tek ihtimal üzeri ilerlemez. Birçok ihtimal üzeri ilerler. Gelişim diyalektiği açık uçludur. Neyin olacağı kesin değildir. Tüm ihtimaller eşit paya sahiptir. Önceden belirlenmiş bir ihtimal yoktur. İç dinamiklerin iradi müdahalesi ve / veya mücadelesine bağlı olarak oluşum biçim alır. Oluşum kendiliğinden biçim almaz. Newton’un dıştan etki yasası hükümsüzdür.
Kaos aralığı da diyebileceğimiz oluşum süreçlerinde kesintisizlik diye bir şey yok. İlerleme kesintiye uğrayabilir. Farklı bir gelişim doğabilir. Olgular dünyasındaki oluşumlar, yine toplumsal gelişimde bilinemezlik geçerlidir. Sistemlerde, olgularda düzen yok demiyoruz. Kaos ve düzen bir aradadır. Bu anlamda istikrar vardır. Ancak krizli bir istikrar daima mevcuttur. Kaos biliminin bu konuda gösterdiği ‘sigara dumanı’ örneği daha açıklayıcı olabilir. Sigara dumanının havadaki düzensizliği ve helezonlar çizerek yükselmesi kestirilemezliğe ve kaosa iyi bir örnektir. Doğada da kısmen bazı koşullarda katı bir yasalılıktan bahsedilebilir belki. Fakat toplumsal olgu için aynı şeyi söyleyemeyiz. Toplumsallığın dinamik, değişken yapısından kaynaklı son derece esnek bir durum söz konusudur. Bu açıdan, kaos aralığının nasıl bir biçimle sonuçlanacağını toplumsallığın iç dinamikleri, karşıt güçlerin mücadeleleri belirleyecektir. Kaos bilimi bu anlamda yepyeni ufuklar açmaktadır. Bu ufuklara ulaşıp yeni bakış açısıyla, tarih ve toplumbilim başta olmak üzere diğer disiplinleri yeniden ele almalıyız. Bu yöntemle devletli toplumun oluşumuna baktığımızda, zorunlu bir oluşumdan ziyade giderek güçlenen sınıflı toplum üst kesimi ile doğal toplumun komünaliteyi savunan kesimleri arasında çetin mücadele sonucu oluşmuştur. Dönemin kaos aralığından bir sistemin doğuşu kesindi. Ancak bu illa devlet olmak zorunda değildi. Eğer doğal toplum güçleri, elitleşen, sınıflaşmayı yaratan güçler karşısında yürütülen mücadeleyi kazansaydı tarihin seyri başka türlü olurdu.
Bilgeden şamana, oradan da rahiplere uzanıp devletli toplumu yaratmada öncü rol oynayan egemen kesim, bu mücadeleyi salt zorun rolüyle kazanmadı. Hiyerarşiyi yaratan bu güçler önce üretimi kendi etraflarında örgütlediler. Toplumun en dinamik kesimi olan gençleri etkileri altına alıp kendi amaçları doğrultusunda yönlendirdiler. Özellikle rahipler, doğal toplum güçlerine yeni toplumu zorla kabul ettiremeyeceklerinin farkındaydılar. Bu nedenle, ilk giriştikleri iş, topluma yeni sistemi kabul ettirecek ideolojik kimliği yaratmaktı. Çıplak devleti tek başına topluma kabul ettiremeyeceklerine göre, önce mitolojiyle devletin meşruiyetini sağladılar. Tanrı-kral ilişkisi, toplum-kral ilişkisi, tapınak-devlet- tanrı-kral ilişkisi mitolojide mükemmel bir şekilde işletildi. Devletli toplumun meşruiyeti böyle sağlandı. Bu basit bir tasarım değildir. Öyle bir tasarım ki, 21. yüzyıl insanı hala devletin mutlak varlığından, var olması gerektiğinden zerre kadar kuşku duymuyor. “Halen Sümer rahipleri bize hükmediyor” derken A. Öcalan, çok önemli bir hususa vurgu yapıyor. Kurdukları kurumlar, geliştirdikleri mitolojiler, başta devlet ve tanrı olmak üzere toplumu öylesine esir almış ki, en değme özgürlükçü bile bu büyüden kendini kurtaramıyor. ‘Devlet dışı toplum’ denildiğinde, adeta skandal oluyor. Yer yerinden oynuyor.
“Devletsiz yaşam; devleti hedeflemeyen paradigma; devlet odaklı olmayan parti nasıl oluyor?” sorularının hararetle sorulmasının altındaki neden, aslında devletsiz olunamayacağına olan köklü inançtır. Devletli toplumun doğuşunu ve devletli toplumu iyi anlamak için Sümer örneğini çözümlemek gerekmektedir. Devletli toplumun, doğal-komünal toplumun aleyhine, egemen sınıfların yaratımı, icadı olduğu nettir. Çokça iddia edildiği gibi, bilimsel aklın ürünü değildir. Devlet Sümer rahiplerinin bir icadıdır. Döl yatağı da tapınaktır. Rahipler bu yeni icadın ideolojik kimliği olarak mitolojiyi geliştirerek mutlak kanun değerinde toplumun zihnine kazımıştır. Tanrı, devlet, özel mülkiyet, tapınak, atbaşı, birlikte büyümüştür. Bu kurumlar birbirlerinden her dönemde güç alıp vermişlerdir. Devlet güç kazandıkça tanrı büyür; tapınağın ambarları doldukça egemen sınıf palazlanır, iktidar pekişir. Aynı süreç tersi için de geçerlidir. Devletli toplum büyüdükçe, halklar / ezilenler küçülür; kul, köle, serf, işçi, kadın konumunda hep ezilir. İnsanın tanrıya tapınması nasıl kendine yabancılaşmasıysa, insanın devleti vazgeçilmez olarak görmesi, adeta tapması da aynı şekilde kendine yabancılaşması demektir. İnsanlık tarihi, devlet kurumunun, kimin elinde olursa olsun en tehlikeli kurum olduğunu acı derslerle göstermiştir. Ancak ilginç olan, buna rağmen hala en az sorgulanan kurumun da devletin olmasıdır. Tıpkı başka kabilenin tanrısını eleştirip yerden yere vuran, ama kendi kabilesinin tanrısını yere göğe sığdıramayan kabileler gibi, her kesim kendi devletini iyi, dokunulmaz, vazgeçilmez kılarken, karşı oldukları devleti tüm kötülüklerin kaynağı olarak gösteriyor.
En fazla bu alanda teoriler üretilmesine, tartışmalar yapılmasına rağmen, devlet olgusunun tam çözümlendiği söylenemez. Aslında devlet kurumunun insanlık için nasıl hayırlı bir kurum, gerekli bir kurum olduğuna o kadar inanılmış ki, bu kurumun insanın, dolayısıyla toplumun doğasına ne kadar aykırı olduğunun üzerinde durma gereği fazla duyulmamış. Daha çok herkes kendi devletinin ne kadar güzel olduğunun propagandasını yapmış, onu daha da güçlendirmenin yolunu aramıştır. İlginç olan; özgürlük iddiasında olanların vaat ettiklerinin “nur topu gibi” kusursuz bir devlet olmasıdır. Bu anlamda devletler kurulmuştur da üstelik. Ancak tarih boyunca hakların / ezilenlerin devleti hiçbir zaman olmamıştır. Onlar adına devletler kurulmuş ve yıkılmıştır. Ama bu devletler ancak elit bir kesimin olmuştur. Devletler egemen sınıfların rant havuzu olmuştur. Halkların / ezilenlerin ödediği bedellerle kurulan her devlet, onlar için zindan, açlık, yoksulluk ve ölüm olmuştur. Çünkü devletin doğası halkların / ezilenlerin komünal yaşamlarına, üretimlerine terstir. Devlet, otorite ve baskıyla oluşur. “Tahakküm aracı olarak devlet geleneği, gerçekten ‘leviathan’ benzetmesinden de anlaşılacağı gibi, kana ve sömürüye doymayan bir canavardır. Her hücresi kanla beslenen bir varlıktır. Birçok örnekte göreceğiz ki, bu canavar kendine sahip gibi görünen kişilerde; en değerli varlıklarını gözünü kırpmadan imha etmekte, kurban vermekte, toplumun tüm ahlaki geleneklerini silindir gibi ezip geçmekte tereddüt uyandırmaktadır.” (A. Öcalan) Dolayısıyla, devlete devrimci, halkçı rol biçmek, doğasını değiştirmeyecektir. Özgürlükçü, halkların / ezilenlerin alternatif sistemini yaratmak isteyen, bu yolda mücadele eden güçlerin en anlamlı özeleştirileri ve yapacakları paradigmatik değişim, devletli zihniyeti aşma noktasında sergileyecekleri tutum olacaktır. “Yıkarken kötü, kurarken iyi” devlet zihniyeti aşılmadan, karşıtına dönüşmekten kurtulunamayacaktır. ‘Devlete koşan sosyalizm’e değil, ‘özgürlüğe koşan özgürlükçü sosyalizm’e ihtiyaç vardır.
Devlet odaklı olmayan, demokratik, ekolojik ve özgürlükçü toplumu hedeflerken, elbette günümüzdeki devlet organizasyonlarını görmezden gelmiyoruz. Beş bin yıllık bir tarihi geçmişten gelerek kökleşmiş bir kurumun ve zihniyetin bugünden yarına değişebileceğini beklemiyoruz. Bırakalım, değişim yoluna girmeyi; değişmemek için epeyi direnecektir. Devlet hemen ortadan kaldırılamayacağına göre, geniş aşamasında adım adım halk demokrasisini geliştirerek; devletli topluma karşı ideolojik ve pratik mücadele yürüterek; demokratik, ekolojik toplum kurumlarını yaratarak devlet sönümlendirilebilir. Devlet olgusundaki tanım ve yaklaşım yanlışlıklarının bir diğer örneği de demokrasi tanımı ve yaklaşımında yaşanmıştır. Demokrasinin tek bir tanımı yoktur. Birçok demokrasi tanımı vardır. Kavram olarak demokrasiyi birçok kesim kullanabilir. Şu bir gerçek ki, her demokrasinin niteliği, içeriğine yüklenen anlamla açığa çıkar. Genel yaygın yaklaşım, demokrasinin bir burjuva yaratımı olduğu yönündedir. Oysa gerçekler başka türlüdür. Sınıflı toplum daha doğmadan, doğal toplumun toplumsal işleyişi son derece demokratiktir. Devletli toplumun doğuşuyla birlikte, devlet dışıkalmış halkların / ezilenlerin direnişi demokratik değerlerini korumak amaçlıdır.
Demokrasinin devletle, burjuvaziyle ilişkisi olmuştur, vardır. Ancak demokrasi burjuva yaratımı değildir, dolayısıyla demokrasi devlete ve burjuvaziye bırakılamaz. Devlet ve demokrasi doğaları gereği birbirlerine karşıttır. Demokrasinin geliştiği yerde devlet küçülmüştür. Devletin büyüdüğü yerde demokrasi toplumsal yaşamdan silinmek üzere erimiştir. Demokrasi tarihi, Atina köleci demokrasisi esas alınarak ortaya koyulamaz. Tarihi Atina site devletlerinden başlatanların yaşadıkları yanılgının benzeri bu hususta da yaşanmaktadır. Bu, olsa olsa sınıf demokrasisinin tarihi olabilir. Gerçeğin büyük bölümünü teğet geçip göz ardı etmek anlamına gelir bu. Halkların / ezilenlerin demokrasisinin tanımı ve içeriği farklı olduğu gibi, dayandığı tarihsel gerçeklik de başkadır. Halkların / ezilenlerin komünal yaşamları, yarattıkları değerleri korumak için sergiledikleri direnişleri bu anlamda değerlendirmek önem taşımaktadır. Halk demokrasisi tanımı, güncelliği kapsayacak şekilde komünal değerlere bağlı, bu değerlerle ilişkili yapılmalıdır. Günümüz bilgi bilimi, toplum bilim ve tarih bilimi halkların / ezilenlerin yaşam tarzlarında sanki demokratik değer yokmuşçasına yaklaşmaktadır. Gerçekler ne kadar çarpıtılsa, halkların / ezilenlerin değerleri gözden ne kadar çok düşürülüp aşağılansa bilimsellik düzeyi o kadar artarmışçasına yaklaşılıyor. Halkların / ezilenlerin tarihlerini ve komünal yaşamlarını bir de halk demokrasisi, yani demokratik açıdan değerlendirmek gerekmektedir. Böylesi bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, muazzam özgürlük potansiyelinin olduğu görülecektir. Bilgeleri, ozanları, destanları hatta peygamberleri bir de bu yönüyle yeniden ele almak gerekir. Eğer, halk demokrasisi geliştirilecekse, kuşkusuz bu kökler üzerinde geliştirilecektir.
Halk demokrasisi, ezenlerin, devletli toplumun dışında kalan tüm kesimleri kapsar. Herhangi bir zümreye, kesime dayanmaz. Devlet dışı kalmış toplumun gönül birliğini ifade eder. İnsan doğa, insan- insan, erkek-kadın ilişkisini demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bir anlayışla yeniden düzenler. Yöneten ve yönetilen ayrımına, bürokrasi ve rant paylaşımına karşı, etkin katılımı esas alır. Burjuva demokrasisinde olduğu gibi, bunu seçimden seçime bırakmaz. Köy / mahalle komün ve komiteleriyle, bölge meclisleriyle, kongrelerle, yaygın sivil toplum örgütleriyle herkesin katılımı sağlanır. Halkın öz kurumlaşmaları, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve hukuki alanda hızla geliştirilir. Halk devlete muhtaç kılınmaz. Halkın tüm ihtiyaçları halkın öz kurumlarınca karşılanır. Devletin küçültülmesi, halkın üzerindeki tahakkümünün kaldırılması böylece gerçekleştirilir. Halk demokrasisindeki yönetim ve kurumların, devletli toplumun yöneten-yönetilen ilişkisine, kurumlarına benzetilemeyeceği açıktır. Yaşam devam ettikçe birileri toplumun işlerini yürütecek, kurumlaşmalara ihtiyaç duyulacaktır. Her yönetim ve kurum devlet değildir. Halk demokrasisinde yönetimin, koordine işlevi ötesinde bir rolü yoktur. Süresi ve ilkeleri belirlenmiştir. Profesyonelleşmiş yöneticilere, bunu meslek edinmiş bürokratlara dayanmaz. Sorgulanamaz, hesap veremez değildir. Halk her konuda hesap sorma, gerektiğinde değiştirme hakkına sahiptir. Devlet dışı toplumun inşasının kolay olacağını öne sürmüyoruz. İşlevsizleştirilmeye çalışılan olgunun beş bin yıllık bir geçmişe sahip olduğunun bilincindeyiz. Yeni bir sistem demek, yeni bir zihniyetle yaratılmış toplum demektir.
Demokratik, Ekolojik, Özgürlükçü toplumun önce zihniyette kazanılması gerekmektedir. Öncelikle, devletsiz yaşanabileceğine, halkın öz kurumlaşmaları –komün, meclis, kongre, partiler, sivil toplum örgütleri, eğitim ve sağlık kurumları, ekonomik kooperatifler vb.- geliştirilirse, çok daha özgür ve eşit yaşanabilir bir sistemin yaratılabileceğine, bu tarzda yaşanılabileceğine inanılmalıdır. Yeni bir zihniyet yaratmak ve buna göre kurumsallaşmalara gitmek çok önemlidir. Tek tek bireylerden başlayarak yeni bir zihniyet devrimini gerçekleştirmek, özgürleşmiş bireylerden devletsiz toplumu adım adım örmek, süreç ve emek işidir. Devlet dışı sisteme yönelik kimi kuşkular ve eleştiriler mevcuttur. Açık ki bu kuşkular öz olarak devletsiz olunamayacağına olan inançtan beslenmektedir. Bunun diğer bir nedeni de şimdiye dek denenmemiş bir sistem olmasıdır. Yine eleştirilerin odaklandığı diğer bir nokta da emperyalizmin karşısında savunmasız kalacağıdır.
21. yüzyıl, halklar / ezilenler için çok önemli avantajlar sunmaktadır. Bilim-teknolojinin gelişimi, değişen toplumsal koşullar halklar için sadece dezavantaj değildir. Devletli toplumun maskesi düşmüştür. Özellikle de Ortadoğu’da ciddi arayışlar var. Ezilenlerin alternatif sistemi geliştirilerek bu arayışlara yön verilebilir. Ortadoğu toplumunun yaşamı potansiyel olarak devlet dışı eğilimlidir. Çok yönlü bir mücadele ile, nasıl ki yerleşik yaşama geçilerek yepyeni bir toplumsallık açığa çıktıysa, bu topraklarda, doğal toplum mirasçısı halklar / ezilenler devlet dışı sistemi geliştirerek beş bin yıl önce egemenlerin geliştirdiği karşı-devrimden hesap sorma imkanını elde edecektir. Halkların zamanı gelmiştir. Halklar Thai Dağındaki kadın gibi devlet ve kaplan arasında tercih yapmak zorunda değiller. Kendi seçeneklerini yaratarak, özgürce yaşayabileceklerdir.
ERGİN ATABEY
BOLU F TİPİ ZİNDANI
YORUM GÖNDER