APOCU MİLİTAN KİŞİLİK CİLT II (8. BÖLÜM)
BİZZAT TARİH OLMAK TARİH BİLİNCİYLE HAREKET ETMEKTİR
23 Nisan 1920, TBMM‟nin kuruluşunun 76. yılı; kendi bağımsız siyasetini yaratamayan bir halkın kendi elleriyle nasıl bir tükenişe gireceğinin açığa çıktığı trajik bir tarih sürecidir. Bu tarihte halklar kendi kaderleri konusunda siyasi bilince sahip olsalar, buna sorumluluk düzeyinde yaklaşmayı bilseler, dönemin en faşist bir Cumhuriyet kuruluşu altında yok olmaktansa, en özgür halklar gerçeğine ulaşmayı da sağlayabilirlerdi. Türkiye Cumhuriyeti adı altında geliştirilen ve dünyada eşi görülmemiş rejim altında tükeniş yerine belki de Sovyetler‟den sonra dünyanın en özgür bir halk cumhuriyeti veya cumhuriyetler birliği olarak Ortadoğu‟daki yerlerini de bulabilirlerdi. Hiç şüphesiz toplumsal nedenler, uluslararası koşullar, ulusal bilinçten yoksunluk, gerici ideolojilerin etkisi, bunun yanında öncülüğe soyunmuş gücün sınıf temeli ve yine onun askeri gerçekliği, bizzat o tarihsel sürecin iç özellikleri, düşünülebilecek olanın en kötüsünün ortaya çıkmasına yol açtı. Bir insan ömrü kadar bir süreçte halklar kötü kaybettiler. Anadolu tam bir halklar mezarlığı oldu. Kazanan ise, belki de dünyada eşi görülmemiş, hatta 1920‟lerdeki kompradorlardan, işbirlikçilerden daha tehlikeli, daha gözü kara bir ekip oldu.
Tarih bir daha geriye çark edilemez, olan olmuştur, fakat çok önemli dersler çıkarılırsa, belki de son derece öğretici olur, muazzam yol gösterebilir. Bugün de bu anlayıştan kurtulunmuş olunduğu sanılmasın. Şu anda yalnız toplumsal sınıflarda değil, parti içine yansıyan boyutuyla da, özgürlük iradesini esas alan kişilikler yok denilecek kadar azdır. Bunlara kalırsa, 1920‟lerden daha kötü koşulların 2000‟li yıllara yaklaşırken de yaşanması işten bile değildir. Bir halk düşmeye görsün, bir kişilik kendini kandırmaya görsün, onun kolay kolay iflah olması düşünülemez. Bir halk son tahlilde bir kişide dile gelir veya kişilik olayında kendini açığa vurur. Benim kendi tecrübemden çıkardığım sonuç, şimdi 1920‟lerden daha ağır bir durumu yaşadığımızdır. Hiç olmazsa o dönemde kendi tarihi kimlik ve kişilikleriyle bazı tipler ortaya çıkıp kendilerini savunurlardı, konuşurlardı. Bugün o da yok. Bazılarının saflarımızda aşırı özgürlükçü, bağımsızlıkçı kesilmelerine bakmayın. Onun gereklerini ne kadar yerine getirdiniz diye sorduğumuzda, aslında pek farkın olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Tabii bu büyük bir sorun yaratıyor. Yine gerçekliklerinize baktığımızda; bunlar kimdir, nasıl kişiliklerdir ve sonları ne olacak diye sormadan edemiyoruz. Sözümona her biriniz de yaşam derdine düşmüşsünüz. Ne yaşamayı, ne savaşmayı, ne de ölmeyi bilmemek herhalde bir kişinin, bir halkın kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür. Onu da şimdi biz yaşıyoruz. Özel savaşçıların bir savaş tarzı ve onunla kurdukları bir yaşamları var. Bunu iyi biliyorlar. Ama biz halklar adına ne savaşı anlayabiliyoruz, ne de yaşamı. Büyük vurgunlar ve büyük kaçışlar tarihte çokça görülmüştür, ama bu, son yetmiş altı yıldır bizde gerçekleşenden daha utanılası, lanetlenesi gerçekleşmemiştir.
Tarihte, bizim yakın coğrafyamızdan Yahudi kaçmıştır, Ermeni kaçmıştır, Rum kaçmıştır, ama hiç birisinin bizim tarzımızda kaçtığını sanmıyorum. Daha adını bile koymamak nasıl bir kaçıştır? Başa ne geldi, kimlerle getirildi? Ne yapılması gerekir? Bu konularda tek kelimeyle doğru düşünüp, cesurca konuşmak isteyen bir kişi bulamıyoruz. Haince, lanetlice kaçış dur durak bilmiyor. Burada fiziki kaçış, en zavallı ve en az tehlikeli kaçıştır. Ruhlardaki yitirilişi, hele düşüncedeki kaçışı, teslimiyeti, hatta dört dörtlük düşmana çalışmayı, ona düşünmeyi başka bir halk kimliğinde bulmak mümkün değildir. Bu yıllarda bunlar oldu. Benim en büyük utancım bu tabloydu. Aslında bu tabloyu görmemek için daha en erken yaşlarda kendimi çok zorladım. Kaçmak istedim, vazgeçmek istedim, fakat çaresini bulamadım. Bu kadar yaramazlığın, bu kadar çirkinliğin, bu kadar zavallılık ve güçsüzlüğün nedeni tablonun kendisindedir. Onun için kimse bu tabloya cesurca bakamıyor. Yüzü yok ki baksın. Anlamaya çalışmıyor; anlamaya çalışsa kendini keşfeder ki, çok düşmüş, lanetlenmiş birisidir. Neden anlamak istesin ki? Yapmaya gelince de zerre kadar kendine güveni yok. Neyi yapacak? Bu gerçeği kendi devrimci pratiğimize bakarak daha iyi anlıyorum. Onu özgür ve biraz namuslu bir yaşamın eşiğine getiriyorsun, bu yaşamı ona sunuyorsun, ancak yine karşı koyuyor, yine anlamak istemiyor. O zaman bu kişilik, bambaşka bir kişiliktir diyoruz. Bunu yetiştiren iyi yetiştirmiş, köleleştiren iyi köleleştirmiş. Ve bu kölelik biçimine bir ad bulmak istiyoruz, ancak onu da bulmakta güçlük çekiyoruz.
Yine çok iyi hatırlıyorum, yaşamımız boyunca bu tarihten kaçmak istedim. Zaten adına pek tarih denilesi bir şeyin olmadığını da gördüm. Ama nereye kaçacaksın? Şimdi, “yaşıyoruz” diyenlerin neden bu kadar sorumsuz olduğunu anlıyorum. Benim gibi her adımını bin besmeleyle atan bir kişi bile bu durumu yaşadıktan sonra, bu kadar küfürlü yürüyenler nereye varacak, ne olacak? Bir lanetli tarih, bir faşizm ki, eşi benzeri de yok. En kötüsü de onun altında ezilmiş, yenilmiş, özüne ters düşmüş, hainleşmiş, bizzat kendi kendine düşman olmuş durumda, ancak yine de onu savunuyor. Bu hangi halk gerçekliğinde görülmüştür? Bu yıllar bunu böyle hazırladı, yaşattı. Delirmiş toplum demek istedik olmuyor, sömürge toplum dedik olmuyor. Kimileri sömürgelikten de öte bir durum dedi, ama ne denilmek istendi, o da pek anlaşılır gibi değil. Kısaca öyle bir gerçek ki, anlam verilmesi bile özel bir bilim konusu olabilir. Bunlardan bana ne demeyin. Siz bu tarihin ürünüsünüz. Unutmayın ki, en insani olan, en yaşanmaya değer olan ve mutlaka uğruna bir şeyler yapılacak olanı, en üst düzeyimizde bile tanınmaz hale getirdikten sonra, acaba birey olarak, hatta devrimci militan olarak kendinizi nasıl tanıyacaksınız, kendinize ne ad vereceksiniz? Tam da bu noktada dayattığınız bir gerçeklik, “ben anlamam, üzerime çok gelme” biçimindeki yaklaşımdır. Ağlama, lümpenlik, küfür, kendini bilmezliğin her biçimi; kaçış, teslimiyet, düşmana en ikiyüzlüce, soysuzca sığınma gibi en anlamsız davranışlarınız söz konusudur. Artık bu kişiyi nasıl kontrol edeceksiniz? Adam bir defa kötüye yatmış. Bunun için toplumsallık anlamında en düşkün insan tipine verilen bazı sıfatlar belirleyelim.
Birisi bundan da beter bir kimlikle düşmanına sığıntılık ediyor ve saflarda an be an bunu objektif olarak dayatıyorsa, o kişiye çok dikkat edeceksiniz. Onu idare etmek büyük bir sorundur. Tam da bu noktada en iyi niyetlisinin bile söyleyebileceği en iyi söz, yapabileceği en iyi iş boş vermek oluyor. İddiası yok, buna bir iradeyle yüklenmek aklının ucundan bile geçmez. Eğer dikkat edilmezse, bir önderliği, bir siyaseti ve uğruna doğru savaşanı olmayan bir toplum veya halk için gelişecek tablo budur. Ben buna maymunlaşma diyorum. İlkellikten de daha geri bir toplumsal düzey. İlkel klan toplumlarını her zaman arzuladım, bu toplumun insanını aradım. Acaba oralardan bir başlangıç yapabilir miyiz, dedim. Bırak daha gelişmiş toplumsal koşullara dayalı bir düşünceyi, bu durumlarınızdan dolayı halen ilkel klan toplumunu arıyorum. Onlarla buluşsak da, insanlığı yeniden başlatabilsek diyorum. Ancak ne gezer. Yaşam adına öyle bir ölüm mevcut ki, onu çözmek de başlı başına yeni bir bilim işi olsa gerek. Her ne kadar düşman, “bu halk çoktan ölmüştür, diriltemezsin” diyorsa da, bazıları bu halk gerçekliği içinde çatlak sesler çıkarıyor. Her ne kadar “Dağ Türk‟ü” deniliyorsa da, pek anlaşılmaz ses ve davranışlarla da olsa bir şeyleri de söylemek istiyorlar. Bu kadar kendisine saygısı, güveni kalmamış olanların sesi ne anlama gelir ki? Halen hatırlıyorum, o dar köy koşullarında bile insanların arasına çıkmanın utancı beni iliklerime kadar sarsıyordu. Kendi gerçekliğimize bakıyorum, siz bu halinizle dünyaya savruluyorsunuz. Bu utanmazlıktır, utanmadan, sıkılmadan nasıl böyle rahatça insanların içinde dolaşıyorsunuz? Bu, her zaman sorduğum bir soruydu. Halen insanların karşısına çıkmaya çok utanıyor ve sıkılıyorum. Bu benim için çok zor bir iş. Sıradan yoksul köylüler içinde dolaşmak bile çok zor.
Ama siz dört dörtlük özgür insanlar gibi başınızı almış yürüyorsunuz. Bu durum oldukça büyük bir gaflettir. Damarınıza basıldığında da “vay, insana bu yapılır mı” diyorsunuz. Bana göre size en azı yapılıyor. Size öyle yapılmalı ki, sizi kimin böyle alıştırdığını, yaşam yürüyüşünde kendi gerçekliğinizin ne olduğunu anladığınızda, bunu size yapılmış en büyük iyilik olarak kabul edebilesiniz. Düşmanın sizi bu kadar şaşırtarak dolaştırması, eskiden kölelerin pazarlara çıkarılıp haraç mezat satılmalarına benzer. Bence onun bile bir anlamı vardır. Her şeye rağmen o pazardaki insan alış verişi anlamlıydı, ama bizimkilerin pazara çıkarılış tarzını hiç anlayamıyorum. Pazarlarda nasıl satılıyoruz, bu bile belli değil. Kim alıcı, kim satıcı, o da belli değil. Genelleşmiş bir kölelik pazarı. Bizim durumumuz, isteyenin istediği gibi, hiç para bile vermeden, hatta bir hayvandan daha beter koşullarda yaşatarak yararlanabileceği bir insan pazarı olarak değerlendiriliyor. Tabii bu, bir halk için en kötü durumu ifade ediyor. Anlaşılması açısından bu konu daha da netliğe kavuşturulabilir. Tablonun içeriği böyleyse, kim bu tabloyu anlamak isteyecek; ayna hep çirkinliği seyrettiriyorsa, kim bu çirkin aynaya bakmak isteyecek diyeceksiniz. Peki ne olacak? Bilmem, görmem, duymam felsefesi artık yeter. Bu tablo karşısında kendi insan olma kavgamı mutlaka esas alma gereğini duydum ve halen de onun peşindeyim. Ama ne de olsa kendime çok baktım ve insanlara benzediğimi gördüm, o halde insan olmak mümkün olmaz mı dedim. Ne kadar insan olabildim, daha az lanetli, daha az utanan, biraz saygılı dolaşabilecek bir insan olmayı yakalama durumu var mı? Benim devrimim budur. Tabii bu, bir halkla birlikte olur. Bu işler kendi başıma veya ben bu kadar imkanlı bir insanım demekle olmuyor. Bunu erkenden kavradım. İnsan olmak sadece mensup olunan toplumsal gerçeği kabullenmekten geçmiyor. Ona anlam vermek, mümkünse bu toplumsal gerçekliğin içinde insana insan olma imkanı vermekten geçiyor.
Eğer bu da bir kurtuluşla, bir devrimle mümkünse, onu da vermek gerekiyor. Bu konuda buna ne kadar mecbur olduğumuzu gördük ve bir şeyler yapmak istedik. Fakat şimdi sizlere bakıyorum, insan olmanın neresindeyiz sorusunu soracağınıza, maymunca bir tarzı parti içinde de yarıştırma durumunuz söz konusu. Her gün, görevlere doğru yaklaşın, kendinizi doğru tanımaya çalışın diyorum. Fakat buna verilen karşılık ağaçtaki maymunların bir daldan diğerine sıçrayışından öteye gitmiyor. Kendi ordu işini, kendi parti işini bir insana yaraşır gibi yapamayanlar, maymundan öteye bir anlam ifade edemezler. İstediğiniz kadar birbirinizi suçlayın, bu bana maymunların o acayip seslerini hatırlatır. Bu konuda biraz arif bir kişiyim, kişilikleri tanımada mesafe almış durumdayım. Beni kandırmak biraz zordur. Davranış ilkeleri sayesinde yüceliği, güzelliği, çirkinliği biraz ayırt edebilme kabiliyetini kazandım. Çok zor bir tanım, fakat eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsak, önce adını doğru koymak gerekir. Başka türlü yaşanmaz. Maymun toplumunu kendi gerçekliğimizde yaşatmak ne kadar yaşamaya değer Her zaman yaşam karşısında utandım. Mücadele gereğini ilk düşündüğümde hiç kimse beni yaşattığına veya bana bir şey verdiğine dair bir iddiada bulunmasın. Ben bu konuda herkesi suçlu gibi gördüm ve kendime yapabileceğim en büyük iyiliğin bunlara bulaşmamak olduğunu fark ettim. Bu kişi anam bile olsa, suçlusun, otur oturduğun yerde, ben kendi kaderimi kendim çizmeye çalışacağım dedim. Eğer insan olduğuna karar vermişsen, bunu mutlaka kendine sorabilmelisin. Kim ne derse desin, mevcut yaşam bu toplum için, bu halk için gerçekten çok tehlikeli. Yani bakmaktan bile insanın ödü kopar. Oysa siz, “bizim ödümüz kopmuyor” diyeceksiniz. Sizde öd yok, yürek de yok. “Bakıyorum, ama hiçbir şey anlamıyorum” diyeceksiniz; siz de anlayış yok ki, neyi anlayasınız.
Toplumsal beyin, toplumsal yürek olmak mümkün. Siz ise, fiziki olarak insan görünümünde, ama düşünsel, ruhsal olarak da bambaşka bir durumdasınız. Adına ister deliler topluluğu deyin, ister ilkeller topluluğu deyin, ama bu bir trajikomedidir. Pek tiyatrolaştırılması da mümkün olmuyor. Bütün bunlar neden önemli? Eğer siz halen “ben insanlık sınırında dolaşıyorum” diyorsanız, bu tabloya bakma cesaretini göstereceksiniz. Bu cesareti göstermezseniz, anlayışsızlığın, yüzsüzlüğün bu kadar inatlı sürdürülmesine anlam veremezsiniz. “Yaşamak için bu gerekli, ikiyüzlü olmazsam, anlayışlı olursam, tabloda kendimi görsem yerimde duramam, ayaklarımın üzerinde yürüyemem” diyorsunuz. Gerçek budur. Bizde yalan ve ikiyüzlülük neden müthiş gelişmiştir? Çünkü kendi toplumsal gerçeğine, onun aynasına bakamıyor. Baksa yüzünü görür. Yüzünü görürse temizleme gereğini duyar, o zaman iyi bir yüzlü olur. İyi yüzlü olmaya da güç yetiremeyince; iyi bir yüzsüz olur, iyi bir yalancı olur, iyi bir sahtekar olur, iyi bir kandırmacı olur. Bunlar da bizde oldukça var. İşte yapabildiğimiz, bu toplumsal gerçekliğinizi bilinç aynası, parti aynası dediğimiz ayna da size göstermek. Tabii bu konu da da bizi çok zorluyorsunuz. Sizi çok iyi tanıyorum, aynayı dinlemez, seyretmezsiniz. Fakat oldu bir kere, tarih mi zorladı, imkanı mı yakaladık bilemem, ama çok büyük bir ustalıkla biz bu noktayı tutabildik ve işleri buraya kadar getirebildik. Şimdi işler değişik. Önderlik denilen olayda öyle bir durum gerçekleşmiş ki, artık kaçmanız çok zor. Düşmana sığınmanız da çok zor. Zaten Önderliğin kerameti de burada. Önderlik, bütün bu durumlara aman vermeme gerçekliğini ifade eder. Hangi düşmana sığınacaksınız? Bu düşmanı biraz hırpaladık.
Oysa siz her şeyi ağzınıza yüzünüze bulaştırıyorsunuz, ama oraları da her an musluklardan akan sularla temizliyorum. İstediğiniz kadar kirletin, şu anda benim akıttığım musluklar her şeyi anında temizleyebilecek kadar güçlüdür. Kendinizi pisletecek bir şeyi bulmazsanız, kendinizi kirletmek için zemine neyi dökeceksiniz? Önderlik bunun da tedbiri anlamına geliyor. Lümpenlik, serserilik öyle bir güç oluşturmuş ki, buna karşı ancak kırk defa kabadayılık taslamanız gerekir ki, yer yerine otursun. Hatta kabadayılık bile sökmez. Delilik akıl gücünü öyle bir kuşatmış ki, ama Önderlik en deliyim diyeni hizaya getirmesini biliyor. Ağlama, sızlama öyle bir yaşam gücü ortaya koymuş ki, geliştirdiğimiz tedbirler karşısında doğruyu istemezlik edemezsin. Önderlik yine bu gerçeği yakalamış. Bütün bu tedbirler sizi kıvrandırıyor, yerinizde bile oturamayacak kadar sizi rahatsız ediyor. Ben bunu çok iyi görüyorum. İşte bir türlü çizgiye gelememe, savaşa gelememe, ordulaşmaya gelememe, doğru çalışma tarzına gelememe budur. Bütün temsilciliklerimiz yerinde duramıyorlar. Çünkü almış olduğumuz tedbirler onların önünü tutmuş, rahat durabilirler mi? Parti içinde yaşanan durum biraz da budur. Önderlik büyüklüğü, adam olma düzeyini yakalamaktan geçiyor. Ben de bunu oldukça anlamlı buluyor, iyi bir şey diyorum. Çünkü kendi kurallarından, bütün yaşam gerçeklerinden kendini bu kadar bırakmış kişi nereye varacak, kaçsa bile nereye gidecek? Bela olacak. Asya‟ya, Avrupa‟ya, Amerika‟ya kadar savrulan bir halkın böyle bir kişilikte simgeleşmesini düşünün; bu deliyi nereye kadar bırakabiliriz? Deliyi evinin avlusunun dışına bile bırakmak hatalıdır. Onun için parti siyaseti, parti kuralı gerekiyor. Bizde kurala gelmemek, yüzde doksan dokuz nokta dokuzdur. Kurala gelmez, çünkü adam ilkel, kuraldan ne anlar. Fakat buna rağmen namusa sahip çıkacağız. Ben bunu biraz deniyorum. Bu ilke var, bir de halk var. Deli de olsa, bu deliyi kendi kafesimizde tutacağız. Elin içinde neden bizi rezil etsin? Hikaye gerçekten de böyle.
Çünkü önceden ben de böyle bir deliydim. Ondan sonra kendimi kafese soktum. Yani biraz kurala, kaideye oturtmak istedim. Hiç kimse bundan alınmasın. Kendimi partileştirmenin büyük savaşını kırk yıldır kendime karşı veriyorum. Benim gibi birini kontrol etmek kesinlikle gerekliydi. Kendimi toplumsal, ulusal, demokratik, hatta sosyalist kurallara bağlamak için yıllarca uğraştım. Hatta köylülerimiz bile bize, “dağa düşmüş deli” diyorlardı. Bu deli madem kendini böyle kurallara kapattı, bağladı ve yürütüyor; o zaman bu delirmiş toplum da kafese kapatılacak. Beyefendiler, baylar, bayanlar, siz de kapatılacaksınız. Bu haliniz deliden daha kötü. Bu gerçeği anlayacaksınız. Bir sigaraya gösterdiğiniz ilgiyi en yaşamsal bir örgüt kuralına gösteremezseniz, size deli demekten, ilkel demekten başka bir şey söylenemez. En basit, doğru bir çalışmaya güç yetiremezseniz, bırakalım devrimci militan demeyi, kimse size insan deme mecburiyetinde bile değildir. İnsanlığımızı savunmak zorundayız. Biz bu savunmayı üstlendik. Bunu ciddiye alacaksınız. Almamak sizi nereye götürür? Bu konuda serbestsiniz, ben bu parti adına bazı tedbirler aldım. Bunu halka da uygulattırıyorum. İçinizde bir çok bozguncu var. Fakat ben de kendimi çok iyi terbiye etmiş bir eski deli olarak, kişilerin üzerinde nasıl duracağımın bilincindeyim ve bu konuda oldukça ustayım. Bu bir Önderlik gerçeğidir. Ben kendimi böyle bir konuma getirdim. Artık bunu anlamanız gerekiyor. Durabilir misiniz, ehlileşebilir misiniz? Gerçeğe insani boyut kazandırma temelinde yaklaşabilir misiniz? Bunu umuyoruz, her gün bunun için kıyamet koparıyoruz. Belki de başaramayabiliriz. Bence o da önemli değil. Başarıp başaramamak benim için çok önemli olmakla birlikte, bu işin kendisi daha önemlidir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER