DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK 3.BÖLÜM
Kültürel Farklılıklar İnsanın Doğayla Kurduğu İlişki Biçiminden Doğar;
Ana başlıklar biçiminde kültür derken neyi kastetmeye çalıştığımız, kültürden neyin anlaşılması gerektiği konusunda dile getirebileceğimiz noktalar bunlardır. Somut olarak kültürleşmede bu noktalar çok önemlidir. Şimdi bunlar genel tanımlamalarımız oluyor. Bütün toplumlar için herkesin bir şekilde yaptığı şeylerdir bunlar. Bu çok genel bir çerçevedir, fakat biz biraz daha özgünleşmiş noktalara eğilelim. Bunu yapmamız için kültürel farklılıklardan bahsetmemiz gerekiyor. İnsanlar biyolojik olarak birbirine benzerler. Yani insanlar arasında herhangi bir fark yoktur. Temel güdülerin karşılanması noktasında bütün insanların başvurduğu yöntemler üç aşağı beş yukarı birbirine benzerken, farklılıklar görülmeyecek kadar azdır. Bütün insanlar düşünür ve konuşurlar. Bütün insanlar yaşamlarını bir şekilde idame ettirmek için toplumsallaşmışlar ve bu biçimde kendilerini var etmişlerdir. Fakat bu benzerliğe rağmen, biz günümüzden hareketle yaşam içinde bir sürü farklılığın gerçekleşmiş olduğunu biliyoruz. Örneğin bir sürü düşünce sistemi, dil, kültür ve kimlik vardır. Bir iş çok çeşitli biçimlerde ve tarzda yapılıyor. Bunlar nasıl gelişiyor? Genel bir insanlıktan bahsediyorsak, insanlar arasında da bu kadar köklü bir benzerlikten bahsediyorsak, bu farklılık ya da değişiklik nasıl ortaya çıkıyor? Bu, kültür açısından özgün bir durumdur. Kültürel farklılığın neden kaynaklandığını da anlamak gerekir. İnsanlar neden kültürel bir farklılık yaratma gereği duymuşlardır?
Madem hepimiz düşünüyoruz, düşünce de aklın bir ürünüdür diyoruz, her insanın duygu ve düşünceleri var diyoruz. O zaman neden tüm insanlar birbirine benzer düşünmüyorlar? Bütün insanlar açısından söylüyoruz: Neden tek bir düşünce yok, neden tek bir biçimde köy kurma yok, neden tek bir biçimde ziraat yapma yoktur? Neden bütün insanlar aynı dilde konuşmuyorlar, yani neden bu kadar farklılık oluşmak zorunda kalmıştır? Bu biraz özgün bir konudur. Bilindiği gibi, burada şöyle bir durum söz konusudur: Bir kültür nerede, hangi koşullarda, hangi temeller üzerinde şekillenmişse, onun üzerinden bir gelişimi yaşar. Burada bizim dikkat çekeceğimiz ya da göz önünde bulundurmamız gereken nokta, insanın coğrafyayla olan ilişkisidir. İnsan elde ettiği ürünlerin tümünü doğadan devşiriyor. O zaman insanların üzerinde yaşadıkları coğrafya parçasında kendileriyle doğa arasında kurdukları ilişkiler çok önemli oluyor. Coğrafyanın insana sunduğu imkânlar ve o coğrafyanın biçimi, çok somut bir şekilde düşünce ve dil üzerinde etkide bulunuyor. Bu da insanların farklılaşmasında köklü bir rol oynuyor. Bunu biraz daha somutlaştırırsak, Kürdistan’daki köy yaşamı, evlerin biçimi ve ev sayısının çokluğu veya azlığı, köydeki tarım biçimi, ürün zenginliği, ürünlerin ortaya çıkarılması için başvurulan yöntemler ve bu yöntemlerin pratikleşmesi için Kürt köyünün ilk süreçlerden beri kullandığı araçlar Hindistan’daki köy kültüründen ya da Nil vadisindeki bir köyünkinden farklıdır. Çünkü kültür konusunda doğayla ilişki ve çelişki dedik, insanların ihtiyaçlarından bahsettik. İhtiyaçların giderilmesi için, önce doğanın insana sundukları var, insanın bunları tanıması gerekir. Ya da ihtiyaçların doğanın özelliklerine dayanarak giderilmesi gerekir. Doğada bir canlı olarak ölmeden yaşamak isteyecekse, bunun için insanın doğanın dayattığı zorluklara çare bulması ilk adımdır dedik.
Coğrafi farklılık, her alanda iklimsel koşullara bağlı olan insanlara imkân sunuyor ya da zorluk çıkartıyor. Örneğin Hindistan’da bir köyün çamurdan yapılması fazla mantıklı olmaz. Yani Hindistan’da ev yapılırken, köy inşa edilirken çamurdan kerpiçle yapılmaz. Çünkü Hindistan’ın iklimi tropikal bir iklimdir ve sürekli yağmurlu bir hava vardır. O zaman bu yağmur karşısında kendisini korumaya alacaksa, bir insanın önce yağmurdan etkilenmeyecek bir madde bulması gerekir. Mezopotamya coğrafyası sıcak, aynı zamanda soğuk bir coğrafyadır. O zaman buradaki insanların kendilerini soğuğa ve sıcağa karşı koruyabileceği bir ürünü, doğada bu ürünün yapılmasına imkân sunan maddeyi tanımaları gerekecektir. Her iki insan da aynı ihtiyaca cevap veriyor. Ama doğanın dayattığı sorun farklıdır: Bir yerde yağmur, bir yerde de sıcak ve soğuk vardır. Onun için Mezopotamya’da insanların bulduğu yöntem çamurdan ev yapmak olmuştur. Bunun için kerpiç icat edilmiştir. Hindistan’dakiler de kamıştan ve yapraktan ev yapmışlardır. Hindistan’ın coğrafi koşullarında yerleşik yaşamın gelişmesi için insanların kesinlikle ağaçlardan, yapraklardan ve kamışlardan ev yapmaları gerekecektir. Çünkü çamurdan barınak yağmura dayanmaz. Bu, doğa ile insan arasında kurulmuş harika bir ilişki biçimidir. İlk insanlık dönemlerini düşündüğümüzde, bunun basit bir yaratım olmadığını anlarız. Bugün nanoteknoloji dedikleri şey günümüz insanı için neyse, doğanın dilinden anlayarak yaşamayı başarmak da aslında aynı şeydir; hatta toplumsal yaşamın ilk dönemleri açısından ikincisi bundan daha büyük bir yaratımdır. Nanoteknolojiyi üst üste birikmiş tecrübelere dayanarak yapıyorlar. O dönemlerde yapılan her şey ilktir. Bunun için insanın toplumsal karakteri ve düşüncenin gelişim seyri düşünüldüğünde, Mezopotamya topraklarında yapılmış kerpiçten bir kulübe bugünün gökdelenlerinden kültürel olarak daha anlamlıdır, daha değerlidir.
Kültürel farklılıkların oluşması, insanın doğayla kurduğu ilişki biçiminden doğar. Yani farklı toplumlar, bu toplumların farklı kültürel değerlere sahip olması birilerinin canı istediği için değil, doğa ana emrettiği için öyle oluşmuştur. İşte tam da bu noktada egemenlerin toplumsal farklılıklara yaklaşımlarını, bu farklılıkları ele alış biçimlerini hatırlayalım. Örneğin dinler “Tanrı böyle istedi” diyorlar, kapitalistler “Ulusu ve ulus değerlerini biz geliştirdik” diyorlar. Ne kadar büyük bir yalan, değil mi? Biraz önce verdiğimiz örneğimizi biraz daha irdeleyelim. Çamurdan ev yapmak için bir sürü aşama gerekiyor. Ağaçtan, yapraktan ya da kamıştan ev yapabilmek için de farklı bir süreç ve aşamalar gerekiyor. Çamurdan kerpiç, kerpiçten ev yapmanız için farklı araçlara ihtiyacınız vardır. Kamıştan, yapraktan, ağaçtan ev yapmanız için farklı araçlara ihtiyacınız vardır. Bu basit bir örnek gibi gelebilir, ama bunu yaşamın her alanına yayalım. Bu sadece barınak açısından dile getirdiğimiz basit bir örneklendirmedir. İnsanların bunları yaparken, kendi aralarında kurdukları ilişkileri, bu emek sürecinde gereksinim duydukları araçları yaparken başvuracağı farklı yöntemler gibi. Bütün bunlar kökleştikçe, insan düşüncesinin diyalektiğine bağlı çok değişik anlamlar ortaya çıkmış oluyor. Pratik insanları düşündürür. Düşünce pratiğe neden olur. Bir de böyle zincirleme bir diyalektik vardır. İnsanın gelişimi açısından bir kere bu diyalektik işlemeye başladıktan sonra bunun önü alınamaz. Bu derinleştikçe coğrafyayla olan ilişki, köklü bağlanma, coğrafyayla insan arasındaki bu diyalektik birliktelik her coğrafyanın kendi koşulları içinde farklı bir kültürel yapılanmanın ortaya çıkmasına neden olur. Duyguda bunun yansıması yurtseverliktir.
Yurtseverlik, toplumların yaşadıkları topraklarda doğanın kendilerine sundukları imkânlara minnet borçlarıdır ve oldukça insani olan bir kültürdür. Mezopotamya ve Hindistan coğrafyaları karşılaştırması temelinde verdiğimiz örnekle devam edelim. Hindistan için testere ya da benzer kesici bir alet çok önemli bir araçtır. Kürtler ya da Mezopotamya hakları için de kürek çok önemli bir araca dönüşmüş oluyor. Kürek bir Mezopotamya köylüsü için vazgeçilmez bir araçtır. Testere de Hindistan’daki bir köylü için vazgeçilmez bir yaşam aracıdır. Bunu biraz daha derinleştirelim. Bir Mezopotamya köylüsü için testereyi kırmak çok fazla önemli değildir. Çünkü bu alete çok fazla ihtiyacı yoktur. Ama bir küreği kırarsanız, bu durum çok farklı bir duyguya neden olur. Çünkü burada ev onunla yapılıyor. Bir de koruma güdüsü temelinde olaya bakalım. Hindistan’da yılanlar ve maymunlar çoktur; Mezopotamya topraklarında ise kurt ve ayı gibi vahşi hayvanlar daha çoktur. Her hayvanın insan karşısında bir refleksi vardır. Her hayvan insanla karşılaşınca bir pozisyona girer. Her hayvanın saldırganlığının yol açtığı bir çatışma biçimi vardır. Mezopotamya topraklarında yaşayan bir insan için kobra yılanı çok fazla bir şey ifade etmez. Çünkü kobrayı bilmiyordur. Ama kurt ve ayı için aynı şey geçerli değildir. Bunlara karşı kendisini korumasını öğrenir. Bunlardan korkar. Bir Mezopotamya köylüsünün kobrayı gördüğünde korku duygusu başka olur, kurt ve ayı karşısında başka olur. Bütün bunları yaşamın her alanına uyguladığımız zaman ne olur? Kültürel yaşamın çeşitliliği, zenginliği ortaya çıkar. Bu da dile yansır, türküler ve masallara yansır, halk danslarına yansır, atasözlerine yansır. Kültürel farklılık toplumsal yaşam geliştikçe, ihtiyaçlar karşılandıkça, bu ihtiyaçların karşılanması amacıyla insanlar araç yaptıkça kökleşiyor.
Mezopotamya köylüsü ilk etapta testereyi bilmez, bu yüzden ona isim koyma gereği de duymaz. Hindistan köylüsü de belki küreği bilmez, küreğe isim koyma ihtiyacı duymaz. O zaman Mezopotamya dillerinde küreğin bir ismi olur. Hindistan dillerinde ise testerenin bir ismi olur. Bu diyalektik dilde kendisini yansıtır. Hindistan’daki bir insan, bir topluluk kobra yılanıyla ilişkisini anlatırken bir davranış, bir dans, bir figür ortaya çıkarır. Mezopotamya köylüsü de kurda ve ayıya karşı benzer bir pratik sergiler. Onun masallarında kobra geçer, bunun masallarında kurtla ayı geçer. Bunun türkülerinde kurtla ayı geçer, onun türkülerinde kobra yılanı geçer. Yani bunlar çok iyi bildiğimiz örnekler olduğu için veriyoruz. Bizim burada anlatmaya çalıştığımız şey yaşam, toplum, ihtiyaç, değişim, dönüşüm, kısaca zenginliğimizde coğrafyanın etkisidir. İnsanların kökleri üzerinden nasıl bir yaşam yarattıkları iyi anlaşılmalıdır. Toplumlar arasında köklü ayrışmaların nasıl olduğu konusudur önemli olan. Bu diyalektikten ötürü toplumlar giderek birbirinden farklılaşıyor, ama özde aynı şeyi yapıyorlar. Birileri yağmurdan kendisini koruyor. Birileri soğuktan ve sıcaktan kendisini koruyor. Yapılan, özünde yaşamak için kendini korumaya almaktır, biyolojik ölümü engellemektir. Fakat bunun için kullanılan yöntemlerin çok değişik olduğunu gördük. Ama bu yöntemleri de kendisinden yaratmıyor, doğa ile ilişkisinden bunları çıkartıyor. Bu zenginliğin toplumsal yaşam içindeki iş bölümlerine dile düşünceye ve davranışlara yansımasıyla ve bu yansımaların anlama kavuşturulmasıyla her toplumun kendi kimliğini oluşturması gerçekleşiyor. Doğa ile ilişkilerin gücü toplumsal zenginliğin de kaynağıdır. Doğadan kopmak bu zenginliğin öldürülmesi demektir. Bu konuda hemen şunu söylemek gerekir: Günümüzde yaşanan sorunların bir nedeni de doğa ile toplumsal yaratım arasında yaşanan kopukluktur. Demek ki kültürel yaratım derken, öyle gelişigüzel şeylerden bahsetmiyoruz. “Benim gönlüm böyle istiyor, ben bunu yapacağım, bu da kültürdür” denilemez. İnsan yaratımlarının özünde böyle bir şey yoktur. Böyle olsaydı, insan o zaman insan olmazdı. Böyle olsaydı, zaten insan yaşamayı başaramazdı. İhtiyaç neyse, doğa hangi dayatmada bulunuyorsa, doğayı hangi alanda ve nasıl aşmak gerekiyorsa, toplumun ihtiyacı neyse ve bu ihtiyaçların giderilmesi için ne gerekiyorsa onlara cevap olmak kültürleşmektir; kültürel yaratıma katılmaktır. Bu, temel bir toplumsal kanundur ve her zaman da böyle olacaktır. Kültürel farklılığın oluşmasında toplum-doğa ilişkisi belirleyicidir. Bu kültürel zenginliğin oluşmasında diğer önemli faktör ise, toplumsal yapının maddi ve manevi alanlarda kapsamının büyümesidir. Toplumsal yapının içinde oluşan düşünceler, gelenek ve görenekler de kültürel zenginliğin oluşmasında önemli rol oynarlar. Ancak kültürel zenginliğin temeli toplum-doğa ilişkisi ile start almıştır. Verdiğimiz örneklerimizle devam edersek, belki günümüzde insanlar açısından temel sorun kobra yılanına, kurda, ayıya karşı kendini korumak ya da kürek yapmak değildir. Ama bugünün daha değişik toplum sorunları vardır. Nasıl ki bir dönemler bu hayvanlara karşı kendini korumak ve basit bir kulübe yapmak en temel sorun olduysa, bugün de ismi, çapı ve niteliği değişmiş sorunlarımız bulunmaktadır. Geçmişte kurt insanı yerdi, yılan zehri öldürürdü. Şimdi
bunlar yoktur veya çok azalmıştır diye sorun yok mu diyeceğiz? Tabii ki hayır. Kobra yılanından daha zehirli ve kurttan daha vahşi vakalar vardır. Örneğin Irak’ta olup bitenleri dünyadaki tüm kurtlar ve kobra yılanlarını toplayıp saldırtsanız yapamazlar. Kürt halkına uygulanan asimilasyonun uygulayıcılarının yol açtığı parçalanmayı –ki, bunlar kendilerini kurt soyundan biliyorlar- hiçbir kurt sürüsü yapamaz. Şunu demek istiyoruz: Zaman ve mekân değişmiş olsa da, her mekânın ve zamanın yılanı ve kurdu vardır.
Önemli olan bunları tanımak, kendini bunlara karşı koruyacak yöntemler –kültür ürünleri- geliştirmektir. Günümüzün temel sorunu özgürlük, eşitlik ve adalet sorunudur. Çünkü insan bilinci toplumsal gelişmişlik düzeyi, tecrübesi, araçları, yani teknolojik gelişme durumu, toplumsal yaşamın esenliği için doğanın yarattığı zorlukları bir noktaya kadar sorun olmaktan çıkartmıştır. Bu sözler yanlış anlaşılmasın; özünde toplumla doğa arasında bildik anlamda sorunlar yoktur. Karşılıklı bağımlılık biçiminde bir ilişkilenmenin olduğunu belirtmek daha doğrudur. Doğa toplumsal yaşam için mutlak anlamda gerekli olan mekândır, insan doğanın düşünen aklıdır. Eldeki araçlar, bilim ve teknolojiyle insan bir şekilde yaşamaya çalışıyor. Hatta öyle bir noktaya gelinmiştir ki, neredeyse insanlar ölümü bile durdurabilecek aşamaya varmışlardır. Ama toplum sadece maddi kültüre dayalı olarak yaşayabilecek bir varlık olamadığı için, günümüzde de farklı toplumsal sorunları oluşmuş durumdadır.
Toplumsal Kültürlerin Zenginliği Doğanın Zenginliğinin Bir Sonucudur;
Dikkat edilirse, bu özellikle devletçi toplumla birlikte daha çok kendisini hissettiriyor. Araç yapmak ve doğayı aşmak sorun olmaktan çıktıktan sonra, bu defa insanlar kendi toplumsal işleyişlerini nasıl kurmalılar sorunuyla karşılaşmışlardır. Bu da kültürün bir başka boyutudur. Nasıl ki doğa-insan ilişkisi yaşamak için ihtiyaç duyulan araçlar ve yöntemleri ortaya çıkarmış ve bu da insanın doğada farklılaşmasına neden olmuşsa, aynı zamanda toplumun kendi içerisinde yarattığı maddi ve manevi sorunları aşmak da insanları farklılaştırmıştır. Bu noktada daha çok zihniyet kalıplarıyla ilişkili yaşam duruşu ortaya çıkmaktadır. Örneğin komünal toplum gerçekliğinden bahsediyoruz. Komünal toplum büyüdükçe, ürün ve değerler ortaya çıkarttıkça, zihniyet değişimi ve dönüşümü yaşandıkça, insanın bir tarafı olarak erkek insanın yaşama katılımı ilerledikçe, komünal toplumun farklılaştığını izlemekteyiz. Toplumun devletleştirilmeye doğru götürüldüğünü görüyoruz. Bu gidişat her toplumsal süreç açısından değişik şekillerde yaşanmıştır. Komünal toplumun kuruluş merkezinin, yine bu toplumun ilk aşıldığı yerin Mezopotamya olması, bu değişimde bize oldukça zengin değerlendirme imkânı sunmaktadır. Komünal toplumu kendi çıkarına uygun görmeyen zihniyet bugün kapitalistleşmiş devlete dönüşecek kadar devletleşme yoluna girerek, yeni ama ‘yalanlardan örülmüş bir kültür’ yaratmıştır. Fakat her coğrafya parçasında bu gidişat farklı bir şekilde kendisini oluşturmuştur.
Örneğin Aşağı Mezopotamya’da komünal toplum tümüyle köleci biçimde devletleştirilmiş, ama Yukarı Mezopotamya’da komünal toplum aşiretler konfederasyonu biçiminde bir yanı komünal, eşitlikçi ve iktidar ilişkilerine kapalı, bir yanı köleci egemen bir kültürle devam etmiştir. Bu gidişat Hindistan’da ve Mısır’da da ortaya çıkmıştır. Bu anlamda toplumsal sorunlar aşılırken de farklı kültürel yaratımlarla cevap veriliyor. Kölecilik tek tanrılı dinler şeklinde aşılmak istenmiştir. Bunun da merkezi Mezopotamya topraklarıdır. İlk etapta Yahudilik bir kabile dini olarak ortaya çıkmış, köleciliği biraz reforme etmek istemiştir; sonrasında Hıristiyanlık ortaya çıkmış, ancak Ortadoğu’da tutunamamıştır. En sonunda İslamiyet geliyor. İslamiyet bunu aşmak istiyor. Avrupa’daki komünal toplum kabileleri, köleciliğe geçmiş toplumlar yaşadıkları sorunları Hıristiyanlık’la aşmaya çalışmışlardır. Ortadoğu toplumları da son bir hamle olarak bu köleciliği İslamiyet’le aşmaya çalışmışlardır. Her coğrafyada yaşayan toplumlar kendi sorunlarını giderebilecek ‘en mantıklı’ yolun bekleyicisidirler. Örneğin Hıristiyanlık çok esnek bir dindir. Mücadele yöntemlerinde çok keskin olamamış, değişimi gerçekleştirmek için daha çok sabretmiştir. Hıristiyanlığın devrimci bir yöntemi esas almaması, Ortadoğu’da gelişememesinin bir nedenidir. Ortadoğu toplumları kültürel yapılarından dolayı keskinliğe, radikalizme ve daha devrimci bir müdahaleye gerek duyuyorlar. Bunlar çok katı toplumlardır. Örneğin Mani dini İslamiyet öncesi hem Hıristiyanlığın hem de Müslümanlığın sonradan esas aldığı kimi değerleri kendi içerisinde barındırabilecek kadar zengin bir felsefe ve bir yaşam diniydi. Ama onun da yöntemleri Ortadoğu toplumlarının sorunlarını aşabilecek bir içeriğe sahip olamadığı için yenildi ve çok değişik, fakat basit değerler biçiminde kaldı. Buna karşılık İslamiyet böyle yapmadı. Bir anlamda Hıristiyanlıktan ve Manicilikten aldığı tecrübeleri iyi yorumladı.
Mademki Ortadoğu toplumları bu kadar dogmatiktir, bu kadar tutucudur, bu kadar aşırı merkeziyetçidir, o zaman bunun değişim yöntemlerini iyi tespit etmek gerekir demiş gibidir. Örneğin Hindistan ve Güney Asya’nın değişik yerlerinde değişik dinler vardır. Söz gelimi Budistler vardır. Bu toplumların doğayla çok köklü ilişkileri ve kendi içlerinde de kast sistemine sahip olmaları kültürlerinin temel özelliğidir. Bu yaşamı kültürel değişime uğratmak için başvurdukları reformlar olmuştur. Maddi yaşam biçimlerinde yaşanan sıkıntıları, bu sıkıntıların insan düşüncesinde yaratmış olduğu zihniyet kalıplarını yeni bir maddi yaşam ve zihniyetle aşmayı başarmışlardır. Bunlarda mücadele süreçlerinde ahlak çok öndedir. Hıristiyanlığın Ortadoğulu olmasına rağmen burada fazla gelişmemesi, yine Maniciliğin burada doğduğu halde gelişme gösterememesi, Ortadoğu’da devrim yapamaması ve Ortadoğu köleciliğini aşamaması, belirttiğimiz Ortadoğu kültürünü aşabilecek argümanları iyi seçememesinden kaynaklıdır. Toplumların yaşamlarının kendi içinde yarattığı sorunları aşmak için gerçekçi yöntemlerin gelişmesi sağlanmadan, haklı da olunsa başarı şansı az olur. Her toplumsal mücadele nihayetinde toplumsal yaşamda bir etki bırakır. Bu da kendisiyle birlikte bir farklılığa yol açar. Tam başarıya ulaşmış olmasalar da, tarihteki hiçbir mücadele yaşama bir şey katmadan da edemez. Onun için yaşam içinde birçok din ve mezhep, farklı değer yargıları yaşayabilmektedir. Demek ki toplumsal olarak yaşayan, düşünen ve konuşan varlıklar olmamıza rağmen, bu kadar çok değişik dil, din ve kültür yaratımları ortaya çıkıyorsa, bunun bir nedeni de zengin sosyal mücadelelerle olan ilişkisidir. Kültürel zenginliğin kökeninde insanın doğayla olan ilişkileri vardır. Bu bir ekoloji dersinin konusudur. Yukarıda örnekler üzerinden biraz değinmeye çalıştık. Fakat diğer zenginlik kaynağı olarak sosyal karakterli mücadelelerin etkisini de görmezden gelemeyiz.
Demek ki toplumsal kültürü insan için ayırt edici bir kimlik olarak tanımlarken sadece kendimizden bahsetmiyoruz; bir de üzerinde yaşadığımız coğrafyada bizden önce mücadele edenlerden bahsediyoruz. O zaman zenginlik, çeşitlilik ve renklilik doğadaki zengin çeşitliliğin bir sonucu olarak insanlara bu şekilde yansıyor. Burada toplumsal yaşamın çok bilinmeyen, bilinse de kıymeti fazla anlaşılmayan bir özelliği ortaya çıkıyor: Toplum ekolojik bir olgudur. İnsan doğanın bir parçasıdır. Toplumsal kültürlerin zenginliği doğanın zenginliğinin bir sonucudur. İnsan bu zenginliğe sadece cevap vermiştir. Bu zenginliğin ortaya çıkmasında birincil olan doğadır. Bu konuyla bağlantılı diğer bir husus da halkların veya toplulukların kültürel kimliğini doğal bir zenginlik olarak değil de düşmanca gören egemenlerin insanlık dışı bir kültüre sahip olmalarıdır. İnsana en büyük saygısızlık ve ahlaksızlık bu yaklaşımı göstermektir. Bu yaklaşım sahipleri hem çok anti-bilimsel, hem de vahşi olmaktadırlar. Bu yaklaşım insanın doğal gelişim seyrini anlamamak, anlasa da işine gelmediği için doğanın temel kanunlarına karşı gelmektir. Yani insanlara, toplumlara “Sizin diliniz, düşünce biçiminiz, yaşamınızı var eden tüm kültür değerleriniz böyle değil de şöyledir” demek insanlık dışıdır. Bu bir dayatmadır, baskı ve kültürel katliamdır. Kültürel çeşitliliği ve zenginliği kabul etmek insani bir şeydir. Zaten insan olunduğu için bu zenginlikler vardır. Dolayısıyla kültür değerlerine düşmanlık topluma, halka ve tek tek insanlara düşmanlıktır. Kültürel farkları inkâr etmek, insanın kendisini inkâr etmektir. Bu suçların ağırlıkta işlendiği merkez ise Avrupa’dır. 15. yüzyıldan sonra sömürgeci işgallerle, son birkaç yüzyıldır da modernist yaşamın büyük baskısıyla yapılan ‘ya modernsiniz ya ilkel’ dayatması tam olarak bir kültür katliamcılığıdır. Zaten Bush’un “Ya terörden yana, ya bizden yana olacaksınız” diyerek siyaseten de bunu ifade ettiğini iyi biliyoruz.
Coğrafyalar arasında, örneğin Ortadoğu’yla Asya arasında, Asya ile Avrupa arasında gözle görülecek kadar bir kültür farklılığı vardır. Maddi yaşamdan manevi değerlere kadar aralarında ciddi bir farklılık söz konusudur. Ama aynı şey bu coğrafyaların kendi içinde de vardır. Bir Ortadoğu gerçekliğini ele aldığımızda bunu çok rahatlıkla görebiliyoruz. Çünkü burada doğa ve toplumsal tarih o kadar zengindir ki, bu coğrafya üzerinde yaşayan insanlar bu zenginliğe paralel bir kültür ortaya çıkarmışlardır. Bir Kürdistan coğrafyası ile Arapların yaşadığı coğrafya arasında farklılıklar olduğu gibi, biraz daha doğusunda bugün İran denilen coğrafyanın da kendine has özellikleri ve farklı yanları vardır. Yani yeryüzü örtüsü itibariyle farklıdır, ürünleri itibariyle farklıdır, iklimi itibariyle farklıdır. Dolayısıyla bu farklılık birebir insanların kimliğine de yansıyacaktır. Arap coğrafyası çöl türünden bir coğrafyadır. Orada yaşayabilmek için çöl coğrafyasına ait özelliklere cevap vermek gerekir. Söz gelimi Arabistan çölünde buğday ekemezsiniz. Bu durum Kürdistan coğrafyası için böyle değildir. Yine denize kıyısı olan alanlarda ılıman iklim vardır. Buralarda da denizle ilişki içinde bir yaşam gelişir. Toplumun ekolojikleşmesi ya da toplumun bir ekolojik varlık olduğu gerçeği buradan ortaya çıkıyor. İnsanlar olarak ürün yaratırken, kesinlikle doğayı göz önünde bulundurmak zorundayız. Örneğin biz okulun damına bu ağaçları kurmasaydık, sadece bu üzerindeki kamışlarla yapsaydık, herhalde bu kış burada yaşayamazdık. Eğer bu biçimde okul yapmanın kendisi bir kültürse, bunu Kürdistan coğrafyası istediği için biz yaptık. Yoksa gönlümüz istediği için yapmadık. Yaşamın her alanında böyle örneklendirebileceğimiz, yaşamın her alanında yaşamı var eden kültür değerleri söz konusudur. Buna kültürler arasındaki farklılığın temel nedeni dedik.
Dolayısıyla her coğrafyaya has yaratımlardan bahsetmek yerindedir. Ürünlerin biçimlenmesinde ve yaratım tarzında coğrafyanın insanlar üzerinde çok ciddi etkileri söz konusudur. Kültür tartışmamamızda, doğayla olan ilişkiler gibi önemli bir konuda kadının toplumsal yaşam içindeki yeridir. Özellikle toplumsal yaşamın ilk süreçlerinde kadın emeği ve bunun kültürleşmesi belirleyicidir. Kültürü tarihten bugüne taşıdığımızda kadının rolü bellidir. Özellikle Kürt toplumunda bu daha da belirleyicidir. İnsan bunu bir çok özellikte görebiliyor; kadının rengi, duruşu, toprağa bağlılığı, emeği ve daha birçok şeyi var. Örneğin bu halk oyunlarına da yansımış. Bir halk oyunu vardı: İki erkek kavga ediyor, sonra kadın araya girip kefiyesini yere atıp barışı sağlıyordu. Kültürlerin yaratılmasında, geliştirilmesinde erkek ve kadın cinslerinin ayrı ayrı etkileri vardır.
Komünal Toplum Kültürünün Sistem Kazanması Bir Kadın Duruşudur;
Biz uygarlığın anası Ortadoğu’dur diyoruz. Buradan dağılan kültür neden Ortadoğu dışında geri yorumlanıyor? Ortadoğu ile Batı arasındaki kültür farklılıkları nelerdir? Tarihsel dönemlerin kendi içindeki ilişkileri gibi hususlar da kendi içinde derinlikli değerlendirilmesi gereken konular oluyor. Anlatım içinde çok kısa vurgular yapıldı. Kendi başına derin konular olduğu için öyle detaylı giremedik. Örneğin coğrafyalar arası farklılıktan, Ortadoğu ile Batı toplumları arasındaki farklılıklardan bahsetmek gerekir. Yine toplum içerisinde kadın olgusunun kültürel yaratım içerisindeki etkisinden detaylıca bahsetmek önemlidir. Biz ancak genel bir tanımlama yaptık ve insandan bahsettik. Bizim paradigmamıza göre, toplumsal yaşamı komünal temelde başlatan öncü güç kadın ve kadın yaratımlarıdır. Bizim kadro eğitimlerimizde tartışmalarımızda “Kadın kültür yaratmıştır” dememizin, buna sık sık vurgu yapmamız çok gerekli değildir. Çünkü komünal demokratik yaşam derken biz kadının yaratımlarından, tanrıça kültüründen bahsediyoruz. Bu bizde bilinen, biraz da anlaşılmış bir husustur. Fakat böyle bir değerlendirmede değinmek yerinde olur. Ancak bu konuya geçmeden yanlış anlaşılmaması açısından kimi noktalara bir kez daha dikkat çekmek gerekir. Tanımlama yapılırken, ‘doğaya rağmen’ diye bir deyim kullanmıştık. Onun üzerinden tanımlama geliştirdik. Daha sonraki bölümde de doğal çevrenin kültür üzerindeki etkilerini dile getirdik. Önemli olduğu için doğaya rağmenlik kavramı yerine doğaya bağımlılık, doğayla etkileşim içinde demek daha doğru olur. Önderliğin demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum paradigmasında ekoloji tanımlanırken, bu rağmenlik aşılıyor. Bunun için doğaya rağmen’den kasıt yanlış anlaşılmamalıdır. Biz bundan egemen sistemlerin “Doğaya hükmet, insanlığını kanıtla; doğaya hükmet ki var olasın, zenginleşesin” mantığını kastetmiyoruz. Doğaya rağmenden kasıt insanların yaşamını idame ettirmeleri için gereken şeylerin birebir doğanın insana sunmaması, insanların belli bir bilinç, emek ve pratik sergiledikten sonra bu ihtiyaçlarını karşılaması doğrusunu ifade ediyoruz. Yine doğanın fiziki koşullarının insan üzerindeki etkisi karşısında, en azından o fiziki koşulları karşısında, ona rağmen yaşamayı sağlayabilmesi çabası olarak anlayabiliriz.
Burada da zaten özellikle kültürel çeşitliliğin, zenginliğin insanlar içerisinde nasıl derinleştiğini anlatırken, doğanın hangi derecede birebir insanın yaratımları üzerinde etkide bulunduğunu anlattık. Şu tespit edilmiştir: İnsanların doğayı hiç değiştirip dönüştürmeden, doğanın fiziki koşulları karşısında bir mücadele içine girmeden yaşamalarının mümkün değildir. Ama günümüzde yapıldığı gibi insanların doğayı aşırı zorlayan ve tahakküm altına alan yaklaşımlarıyla da doğada yaşanamaz. Eğer insanlaşmayı bir kültürel kimlik olarak ifade ediyorsak, bu da insanların ilişkisi, çelişkisi ve doğayla olan uğraşlarını ifade ediyorsa, burada mutlaka bir dengenin olması gerektiği net bir şekilde ortaya çıkıyor. Özellikle kapitalist süreçte ortaya çıktığı gibi, insan öyle istediği biçimde doğaya yaklaşamaz. Zaten ekolojik olmak biraz da budur. Bunu da doğa dayatıyor. İnsanlar doğa üzerinde yaşayan bir canlı ise, yaşam bunun üzerinden idame ettiriliyorsa, yaşamı var eden bütün yaratımlar, bütün ihtiyaçlar bu doğa üzerinden karşılanıyorsa, o zaman doğaya gelişigüzel yaklaşımın olamayacağı açıktır. Bu gerçek her zamandan daha çok da günümüzde kanıtlanmış bir doğrudur. Doğanın dili yoktur, yani biz insanlar gibi konuşmuyor. Ama insanlara sunduğu imkânlar üzerinden bunu bize hissettiriyor, bize fark ettiriyor. Ekolojik sorunlar son elli yıldır giderek artan bir biçimde kendini çok ciddi bir şekilde insanlara dayatmıştır. Günümüzde toplumsal sorunların ekonomik ve siyasi boyutları değerlendirilirken, bunlar içerisinde en fazla gündemleşen ekolojik sorunlar olmaktadır. Belki bizim coğrafyamızda, toplumumuzda çok ciddi şekilde doğayı tahrip etme yoktur. Fakat Batı toplumlarında bu çok ciddi bir sorundur. İzahını tekrardan yapmamız gereken bir konuda zorunluluk ifadesidir. Kültürel değişimde zorunluluk ile ifade ettiğimiz şeyi şu şekilde anlayalım: Eğer insanlaşma bugüne kadar gelebilmişse, bunda ilk dönemin çok doğal şekilde gelişen yaratımlarının etkisini görmeden bir değerlendirme yapmak yanlış olur. Yaşanmış, oluşmuş olan bir durum vardır. Bu gelişim diyalektiğini değerlendirirken, gerçekleşen bir realite söz konusu olduğu için böyle değerlendirdik.
Yani zorunluluk derken, ille de her şey bugün yapıldığı gibi olmalıdır anlamında kullanmıyoruz. Bugün bir insanlık vardır. Yani milyonlarca yıl göçebelik biçiminde yarı hayvanlar gibi sürüp giden, on binlerce yıldır da bilinçli bir toplumsallık biçiminde devam eden bir yaşam söz konusudur. Eğer böyle bir gerçeklik varsa, insanlar kimi zorunluluklara cevap verdikleri için böyle bir gerçekleşme yaşanmıştır, gelişmiştir. Özellikle doğal toplum aşamasını belirtirken vurgu yaptık; bu dönem insanlığı öyle tasarı kuracak, planlama yapacak, farklı yol ve yöntemler deneyecek kabiliyete henüz sahip değildir dedik. Doğallık da zaten buradan çıkıyor. Bir varlıktır, yaşamak istiyor, doğayla ilişki ve çelişki içerisindedir; yaşamak için olması gerekenler ne ise onları yapıyor. Zorunluluk biraz bu noktada ortaya çıkıyor ve çok doğaldır. Sadece yaşamak için; ne etrafını tahrip ediyor, ne kendisini tahrip ediyor, ne diğer canlılara çok ciddi tahribatlar veriyor. Bir canlıdır, yaşamak istiyor. Tıpkı bir ağaç gibi, bir orman gibi kendi özgünlüğü içinde var olmak istiyor. Değişik yöntemlerle bu gerçekleşebilir miydi? Bu farklı bir tartışmadır. Ama bugün üzerinde konuştuğumuz, tecrübelerinden ve yarattıklarından yararlandığımız bir insanlık varsa, doğal toplum ve komünal toplumun neolitik süreçteki gelişmesi bir anlamda olması gereken şeyler olduğu kanısını insanda uyandırıyor. Fakat insanda biraz düşünce geliştikten sonra, bir ihtiyacı gidermenin yol ve yöntemlerinde zenginlik ortaya çıkıyor. Bu aşamadan sonra uyguladığı yöntemler zorunlu değildir. Artık orada insanın bilinci, ihtiyaçları, coğrafyası, toplumsal değerleri, ihtiyacın kendisini dayatma şiddeti, velhasıl bir bütün olarak o anki kültürel varlığını ifade eden her şey belirleyicidir. Birçok yol, birçok yöntem vardır; bunların içinden insanlar birini seçiyorlar. Neye göre seçiyorlar? Dediğimiz gibi onları o aşamada var eden kültürel değerlerine göre bir seçime gidiyorlar. Burada bir zorunluluk yoktur.
Örneğin komünal toplum gelişmiştir; yeryüzünde varlığını somutlaştırmış, kanıtlamış insan artık vardır. Bu insan doğanın fizik kuralları karşısında bir duruş sahibidir. Zorluklar doğadan nasıl gelirse gelsin, bunların karşısında bir duruş sağlamış, diğer canlılarla belli bir uyum geliştirmiştir. Onlara karşı kendisini koruyabiliyor, ihtiyacı kadar onlardan yararlanabiliyor. Bu daha fazla nasıl derinleştirilir? Bu gelişme düzeyi kendisiyle birlikte ne tür yeni ilişkiler yaratır? Artık o biraz insanın eline geçiyor. Örneğin koyun evcilleştirilmiştir. Sadece sütünden mi, yoksa kesip etinden de mi yararlanacak? Bu, insana kalmış bir şeydir. Burada tercihler önemli oluyor tabii. Sonra da sadece sütünden yararlanmanın getireceği bilinçle onu kesmek, onu parçalayıp köpeklere vermek ya da onu kendi ortamından kovmak, insanın bilincine ve kültürel değerlerine bağlı gelişebilecek bir şeydir. Özellikle erkeğin bir insan olarak toplumsal yaşama katılımıyla birlikte, bu durum kültürleşmede toplum içerisinde değişikliğe yol açıyor. Bu, devletçi toplum olarak gelişiyor. Bu kendisiyle birlikte yeni şeylere yol açıyor; özünde insanların kendisini, toplumunu, kültürel değerlerini nasıl ele aldığıyla bağlantılı olarak giderek derinleşiyor. Tarla ekiyorsun, ürün elde ediyorsun. Bir insan olarak bir köy yaşamını idame ettirmek için mi tarlayı ekiyorsun; yoksa bu tarlayı rahiplere, ziggurata peşkeş çekmek için mi ekiyorsun? Herkes gitsin, o tarlada çalışıp ürün getirsin, sonra köyün deposunda saklasın, ihtiyacı kadarını alsın biçiminde bir üretim ve tüketim mi geliştiriliyor; yoksa herkes tarla eksin, buğday toplandıktan sonra ürünü ziggurata teslim edip rahibin denetiminde yapılan bir üretim ve tüketime tabi olsun biçiminde mi oluyor? Burada bir zorunluluk yoktur. Seçim insanların kendi elindedir. Her iki yöntemden biri ya da daha değişik bir yöntem geliştirilebilir. Ama tarla ekmek biraz zorunlu gibi geliyor. Nasıl ekileceği ve ürünün nasıl dağıtılacağı konularında belirlenmiş yöntemler zorunlu değildir. Kültürel gelişmede zorunlu gibi anlaşılan husustan kastetmeye çalıştığımız biraz böyledir.
Kadın-erkek farklılığı da bu noktada devreye giriyor. Belirttiğimiz gibi ilkel komünal toplum yaşamı ve kültürünün sistem kazanması bir kadın duruşudur. Bunun nedenleri vardır. Kadının biyolojik yapısı, bir ana olarak doğurganlığı gibi özellikleri, yine üretimde bulunurken kazandığı zihniyet ve duygu dünyasının somut ürünlere dönüşmesi komünal bir yaşamı ortaya çıkarıyor. Bu farklı bir yaşam, farklı bir kültürdür, ana-kadın kültürüdür. Erkek dışarıdan topluma fiziki gücüyle katılan, toplum içinde ana tarafından eğitilen bir üyedir. Bununla bağlantılı olarak harcadığı emek, bir baba olarak kendini fark etmeye başlamasının yarattığı duygu ve düşüncesinin ürüne dönüşmesi, bunun da giderek sistem halini alması, kuşkusuz farklı bir toplumsal gerçeklik yaratmıştır. Bunu devletçi toplumun özü, devletçi toplumun temel kimliği olarak değerlendiriyoruz. Çok somut bir ifadeyle analık, komünalliği ifade eden
toplumsal duruşun sembolüdür. Ya da ananın duygu ve düşüncesi insanlar içinde bir sisteme dönüştüğünde, bir ürüne ve paylaşıma dönüştüğünde komünal demokratik duruşu ortaya çıkarmıştır. Ama babalık ya da erkek olgusu, erkeğin duygu ve düşüncesi sisteme ve üretime dönüştüğünde, toplumun kendi iç ilişkisini ele alma biçimi devletçi topluma yol açmıştır. Ortadoğu toplumları açısından hem coğrafyanın, hem de toplumsal şekillenişin burada yarattığı gelişmeler, ilk toplumsal yapı olan komünalizmin de, bunun aşılmasından sonra oluşan devletçi toplumun da ilk burada ortaya çıktığını tarih tespit etmiştir. Toplumsallık kendi içinde değişik biçimler ya da formlar alarak gelişmiştir. Bilindiği gibi komünal toplumda temel yaşam formu klandır. Komünallik derken ifade ettiğimiz kültür, ilk olarak klan biçiminde örgütleşiyor. Daha sonra klan toplumsallığın nicelik ve nitelik kazanmasıyla birlikte kabileye dönüşüyor. Kabile dil, tarım ve inanç noktasında daha çok gelişmiştir. Kabile birliklerinin toplumun kendi içinde hiyerarşiyi yaratmasıyla birlikte aşiret oluşuyor. Aşiret örgütlenme olarak köklü işbölümlerine kavuşmuş toplumsal biçimdir. Klan ve kabileler tamamıyla, aşiret ise kendi içinde komünaldir.
Toplumun bu form ilerlemesi sonunda etnik yapı değimiz ve bugün ulus olarak tanımlanan toplumsal formun hemen hemen tüm altyapısını yaratmıştır. Bunun için toplumların etnik yapısı devletçi sistemler ortaya çıkmadan oluşmuştur diyebiliriz. Devletçi toplumlar etnik yapıların ortaya çıkardıkları kültürel zenginliği daha da zenginleştirmektense, toplumları egemenlikleri altında tutmak için kullanıyorlar. Örneğin etnik yapının aşiret konfederalizmi döneminde, aşiretlerin “Benim dinim ve dilim seninkinden daha iyidir, sen bizimkine tabi ol” tarzındaki dayatmaları çok nadirdir. Çünkü aşiret yapısı kendi içinde devletleşmeye rahat izin verecek özellikler taşımamaktadır. Devlet, aşiret yapısının bozulmasını gerektirir. Aşiret ilişkisi soy, kan ve akraba ilişkisidir. Aşirette dayanışma, birbirini koruma duygusu güçlüdür. Dış saldırılar karşısında kahramanlık kültürü de yaratılır. Bildiğimiz tüm kahramanlık destanlarının örnekleri neredeyse tümüyle aşiret kökenlidir. Bu konuda kahramanlık destanlarının ve sanatsal ifadeye kavuşmuş tüm değerlerin giderek oluşmaya başlayan devletçiliğe karşı direnişlerde ortaya çıktığını bilmeliyiz. Özellikle sanatla uğraşanların, halk sanatlarının biçim kazanması, halk oyunları, halk müziği gibi ayrışmaları yaratmasının devlet toplumuna karşı direnişlerden doğduğunu bilmeleri sanat anlayışı için önemli olmaktadır. Bu konuda da Kürt kültürü ve sanatı zengin örnekler sunmaktadır. Devletçi toplumun, köleciliğin ve dinin Ortadoğu’da şekillenmesi, kendisiyle birlikte kuşkusuz diğer alanlarda da farklı toplumsal yapılara yol açmıştır. Aşiret konfederalizmi de dahil, kavim ve millet biçimindeki toplumsal formlar da Ortadoğu kökenlidir. Kavim ve millet esas alarak daha çok tek tanrılı dinlerin zihniyet biçimini oluşturmuştur. Kavim, millet içinde aşiretin kan ve soy bağı çözülür, yerine aynı dine inanma duygu ve düşüncesi geçer. Artık aşiretlerin kendi kültürü içinde yarattıkları çok önemsenmez. Her etnik yapının kültürü tabi oldukları dinin kültürüyle ne kadar uyumluluk gösterirse o kadar esas alınır. Örneğin İslamiyet Arap kökenlidir. İslamiyet her ne kadar Arap toplumu içindeki köleci kültürü dışlayarak iktidar olmuşsa da, merkezine Arap kültürü yerleştirilmiştir. Dil, aile içi ilişki, evlilik biçimi, kılık kıyafet, yine İslam geleneği denilen yüzlerce davranış kalıbı buna örnek verilebilir. Zerdüştlük tek tanrılı dinlere kaynak olmuş doğa, tarım ve ziraat dini ve kültürüdür; Kürt kökenli olduğu için adeta silinip yok edilir. Bu mücadelede ideolojilerin gücünü bir kez daha hatırlamalıyız.
Kapitalist Sistem En Kültürsüz Sistemdir;
Devletçi kültür içinde en etkili olan kültür arabesk kültürdür. Komünal dönemin canlı, heyecanlı yaşamı daha çok şiirsel bir dil ve kültürle somutlaşıyor. Devletçi toplum insanın iradesini kırdıktan sonra, yaşamda umut ve coşku ortadan kalkıyor. Bundan sonra insana hükmeden çaresizlik, çözümü başka yerden bekleme, başkalarına tabi olma, emeğine yabancılaşma, kaderine razı olma, mücadele etmeden umut ve hayallerinin bir gün gerçekleşebileceğine inanma gibi bir ruhsallık hâkim olmaya başlar. Arabesk kültür kölecilikle ortaya çıkar. Tek tanrılı din sistemlerinin hayat damarlarında akmaya başladıkça temel biçim olur. Yani bugün anlaşıldığı gibi arabesk demek, türkülerde Arap müziği tarzını kullanmak demek değildir. Arabesk, devletin topluma enjekte ettiği ruh ve düşüncedir. Arabesk konuşma, arabesk yaşam da vardır. Örneğin kendine inançsızlık ve güvensizlik de arabesk olmaktır. Dinin alt topluma yaydığı kültürü ağırlıkta arabesk kültürdür. Yenilgili ruh hali, yalvarıp yakarma, bağışlanma isteme, af dileme gibi tutum ve davranışlarla bunları ifade edebilecek her şeyi arabesk kültür içinde değerlendirmek mümkündür. Devletçi toplum kültürünün en iyi izlendiği yer şehirdir. Köle devletleri şehir devletleridir. Devlet şehir yaşamı ve ilişkileri içinde kendisini daha güçlü sistemleştirir. Şehir yaşamı ile kırsal yaşam arasında görülen farklar sadece şehirlerin büyüklüğünden dolayı ortaya çıkmamıştır. Köleciliği yaşamayan şehirler de olmuştur. Şehir insanın soy, kan, akraba, dayanışma ve koruma ilişkilerinin bozulup yerine ekonomik ve hukuki kuralların geçtiği alandır. İlişkiler şehirde ahlaki değil siyasidir. Siyasi çıkarlar ve sistem ne ise, insanlar arasındaki ilişkiler de öyle kurulmaktadır. Devlet sınıflaşma üzerinde kurulmuştur. Dolayısıyla şehirde akraba ve aşiret ilişkisi yerine sınıf ilişkileri gelişir. Mahalleler, okullar, sinema, tiyatro, spor alanları, eğlence merkezleri, alışveriş merkezleri şehrin temel kimliğidir. Bu kurumlar sınıflara göre oluşmuştur. Örneğin üst sınıfın mekânları köle, kul ve işçilerin mekânlarından ayrıdır.
Her devletçi toplum iktidarını yürütmek için benzer kurumlar yaratmıştır. Bu kurumların biçimine uygun olarak insana da şekil vermişlerdir. Örneğin kapalı giysiler, türban, cami, kilise, dini ilahiler dinin kimliği olurken, yarı çıplaklık, gökdelenler, anlamsız, basit sözlü ve hareketli sanat da kapitalizmin kimliğidir. Kapitalizme kadar dünya biraz Ortadoğu’dur; biraz Güney Asya ve Afrika’nın doğusudur. Avrupa kıtasında Yunanistan’da, İtalya’da birikmiş insan toplulukları vardır. Diğer alanlarda da göçebe biçiminde yaşayan topluluklar söz konusudur. Avrupa ağırlıkta kapitalizmin ürünüdür. Tabii öncesinde Yunan ve Roma uygarlığı vardır. Kıta kültürü, toplumu olarak Avrupa son süreçlerde gelişiyor. Bu, Milattan Önce 800’lerde başlayan bir süreçtir. Ortadoğu toplumsal tarihi açısından bu dün kadar yakın bir dönemdir. Ortadoğu Milattan Önce 12.000’li yıllarda toplumsal yaşamı başlatmıştır. Toplumsallaşma, kültür yaratma, duygu ve düşüncede derinlik kazanma, sistem oluşturma, dil geliştirme, din yaratma Avrupa’da yoktur. Bugünkü hâkimiyetten ötürü Avrupa bu kadar ön plandadır. Ama kültür olgusunun bütün ürünlerini birlikte ele alarak tartıştığımızda, Avrupa’nın yeri kapitalizmdir. Çünkü Yunanistan da, Roma da Doğunun bir yansımasıdır. Bilindiği gibi Hıristiyanlık da bir Doğu kültürü, Doğu kimliğidir. Önderliğin tanımlamasıyla, Ortadoğu’ya göre daha dünkü çocuktur Avrupa. Tabii kapitalist gelişmeyle birlikte Avrupa’yı farklı değerlendirmek yerindedir. Kültürde köklü farklılıklar oluşmuştur. Ancak Doğu kültürü karşısında Batının durumu, 60-70 yaşındaki bir insanın hayat tecrübesiyle dünkü çocuğun hayat tecrübesi arasındaki fark kadar derindir. Avrupa toplumu Doğu karşısında zayıf bir toplumdur, zayıf bir duruştur. Bütün bu son 300-400 yıllık gelişmelere rağmen, Ortadoğu’nun bir türlü Avrupa’nın istediği noktaya gelmemesinin nedeni kültürünün gücüdür. Günümüzde bile bu kadar ciddi çelişkiler ve çatışmaların yaşandığı ‘çok geri’ dedikleri Ortadoğu’da Amerikan emperyalizmine karşı bir direniş varsa, bu direniş Doğu kültürünün gücünden ötürüdür.
Örneğin aynı direnişi biz Asya’da ve Latin Amerika’da göremiyoruz. Ama Batılıların gerici dedikleri Ortadoğu kendisine ilerici diyenleri kolay kabul etmiyor. Çünkü insanlığın binlerce yıllık birikimi buradadır. Dolayısıyla gericilik, ilericilik, kültürlülük gibi tanımlamaları kendi paradigmamıza göre yapmamız gerekiyor. Bunun için orası kültürlüdür, burası kültürsüzdür diye bir tanımlama doğru değildir. Zaten öyle bir tanımlamayı biz kabul etmiyoruz. Kültür insanın kendisini, bütün yaratımını ifade ediyorsa, insanlar da milyonlarca yıllık bir yaşam süreci sonucunda günümüze kadar gelmişlerse, toplumsal yaşam içerisinde çok önemli aşamaları kabul ediyorsak, komünal dönem, kölecilik, feodalizm ve dinler, bunların hepsi burada gerçekleşmiştir. Buna karşılık kapitalist biçim Avrupa’da vücut bulmuştur. Onun için bir kültürsüzlükten bahsedilecekse, en büyük kültürsüzlük Avrupa’dakidir. Çünkü komünal toplum da, kölecilik de, feodalizm de buradan bir yansıma olarak orada gerçekleşiyor. Bu da tespitli bir şeydir. Dolayısıyla kültürleşme, kültürlülük derken neyi kastediyoruz? Bir süreç üzerinden kültürlülük ve kültürsüzlük tanımlaması yapılamaz. Kapitalistleşmek ya da onun tanımlamasına göre modernleşmek kültürleşmek ise, o zaman onlara şu soruları soracağız: Modernleşmenin altyapısını hazırlayan zemin nereden geldi? Modernleşmenin kendisine kabul ettiği din nereden geldi? Modern toplumun inandığı peygamber nereden çıkmıştır?Modern toplumun kabul ettiği felsefenin merkezi neresidir? Modernleşmenin en çok kullandığı bilimsel düşüncenin kaynakları nerede ortaya çıktı? Bu sorular daha çok derinleştirilebilir. Nereden geldi bütün bunlar? Tüm bu değerlerin köklerinin Ortadoğu’da olduğu tartışmasızdır. Biz kültürleşmeyi salt feodalizm üzerinden de tartışamayız.
Putperestlik varmış, insanlar eskiden çamura tapıyorlarmış, Allah yokmuş, onlar geri, kâfir, putperest insanlardı, vahşiydiler, en iyisi biziz! O zaman o insana şöyle bir soru sorulur: Tanrı kavramına nereden ulaştın? Dinin köken aldığı inanç olgusu nerede ve nasıl ortaya çıktı? İbadet yeri derken kullandığın kilise, sinagog, cami neyin uyarlamasıdır? Sen insanların hangi duygu ve düşünceleri temelinde bu dini geliştirdin? Peygamberlik kültürü nasıl doğdu? Kendini ifade ederken kullandığın dili, kelimeleri ve benzetmeleri nereden getirdin? Suç ve ceza olarak kabul ettiğin efsaneleri nereden getirdin? Cehennem mitolojisi nereden geldi, cennet nereden çıkmıştır? Bu soruları kendilerine yöneltelim, bakalım ne cevap verecekler. Hiçbir şeyin yoktan var edilemeyeceğini biliyoruz. Ne kapitalizm ne de ondan önceki sistemler yoktan yaratmışlardır. Köleci döneme sorulsa, onlar da “Eskiden insanlar başıboştular, kadının denetimindeydiler, çok ilkelce yaşıyorlardı ve doğa karşısında zayıftılar. Taşlara ve ağaçlara tapıyorlardı. Biz onları getirip şehirleştirdik, şehir ortamını yarattık, öngörüleri yoktu, biz öngörü yarattık, zavallıydılar, biz onları geliştirdik” denilecektir. O zaman köle sahibine de sormak lazım: Sen tarla sürmeyi nereden öğrendin? Toprağı kazmayı, kanal açmayı, buğday ekmeyi kimden öğrendin? Hayvan evcilleştirmeyi, kerpiçten ve taştan ev yapmayı, duvar örmeyi kimden öğrendin? Önderlik Savunmasında benmerkezcilikten bahsediyor. Her sistem kendisini merkez yapmak ister; bu özelliğinden ötürü her egemen sistem her şeyi kendisinden başlatır. Bu, devletçiliğin akıl hastalığıdır. Bugün yaşadıklarımız bütün tarihimizin bir sonucudur. Bu konuda Önderliğin “Biz tarihin başlangıcında gizliyiz, tarih günümüzde gizlidir” belirlemesi temel yaklaşımımızı anlatır. Bireyde toplumu, bir toplumda da tarihi biliyoruz.
Bizim toplumların tarihine yaklaşımımız, kültürlülüğe ve toplumsal gelişmişlik düzeyine yaklaşımımız işte budur. Ama her aşamanın kültüre kattığı iyi ya da kötü şeyler vardır. Toplumsallaşma sağlandıktan sonra, zincirin halkaları gibi toplumda sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Değişim ve dönüşüm kölecilik, feodalizm ve kapitalizm olsa da olmasa da yaşanacaktı. Bu, toplumsal gelişme açısından bir zorunluluktur. Bütün insani değerlerin ne kadar komünal, eşitlikçi, adaletli, doğayla uyumlu ve özgürlükçü olup olmadığı kültürlülük için temel ayraçtır. Bu bizim terazimizdir. Buna göre bütün toplumsal gelişmeleri ele alıyor ve değerlendiriyoruz. Devlet denilirken kastedilen toplumsal yaratım süreci, insan olma gerçekliği karşısında bir sapmayı ifade ediyor. Bunun nedenleri ve sonuçları diğer derslerde tartışılacağı için oraya fazla girmeye gerek yoktur. Bizim her tanımlama açısından esas alacağımız şey, paradigmal olarak Önderliğin kendi Savunmalarında ortaya koyduklarıdır. Bir insan kapitalisttir, moderndir, onun için de iyidir mi diyeceğiz? Bir insan Avrupalıdır, onun için çok gelişkindir; bir insan da Ortadoğuludur, bu yüzden çok geridir denilebilir mi? Hayır, böyle bir tanımlamayı yanlış buluyoruz. Ortadoğulu bir insan olarak Usame Bin Ladin teröristtir, insan öldürüyor. George Bush da daha kötüsünü yapmıyor mu? Neden Bush iyi de, Ladin terörist? Bizim felsefi ve ideolojik yaklaşımımıza göre kapitalist feodalden kötüdür, feodal köleciden kötüdür. Yani egemenler arasında bir çözümleme yapacaksak, rahip bugünkü devlet adamlarından daha iyidir; köle sahibi efendi, patrondan daha iyidir. Çünkü devletçi toplum ilerledikçe kökleşiyor, derinleşiyor, sapma giderek derinleşiyor. İnsanı insan eden kültürden o kadar uzaklaşma yaşanıyor. Kölecilikte toplumsal öz daha güçlüdür. Feodalizmde bu biraz daha azalıyor, kapitalizmde ise bir bütün olarak ortadan kalkıyor.
İnsanlık, kültür, toplumsallık ve insani değerler açısından en kötü sistem kapitalizmdir. Bunun için en büyük kültürsüzler kapitalistlerdir, kapitalist sistemin kendisidir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için kapitalist dönemde bu sistemin değer yaratmadan ziyade yaratılan insanlık değerlerine yaklaşımını ele alarak daha somut vurgular yapabiliriz. Kapitalist sistem tüketim üzerinden var olduğu için kültürü nasıl tükettiğine bakmak bu sistemi daha iyi tanımamıza olanak tanır. Kimi noktalar tekrar gibi gelse de, kapitalist sistemi izah etmek için gereklidir. Kapitalist sistemin dayandığı zihniyetin diğer toplumsal sistemlerden farklı olması, onun anlaşılması için yapılacak değerlendirmelerin de kendi içinde daha değişik bir dile ihtiyaç hissettirir. Sistemin iddiası bilimselliğe dayandığıdır. Onun bilimsellikten kast ettiği, kendisini güç yapan bilimin kullanılma tarzıdır. Bilimsellik insanlığın ilk dönemlerinden beri var olan bir
kültürdür. Toplumsal yaşamın kuruluşundan beri adım adım gelişen bilimsellik ve bilimsel düşünce hiçbir sisteme ait olamaz. Onun için toplumsal bir yasa gibi, ileriye vela geriyi doğru, her zaman değişim olur. Fakat toplumsal kültür değerlerinin kullanılması her sistemin karakterine göre değişik olur. Kapitalizmin de yaptığı, bilimsel düşünceyi ve buna bağlı olarak yaratılan teknolojiyi kendi iktidarı için kullanma başarısıdır, bununla yaşamı kontrol etmesidir.
CİHAN EREN 3.BÖLÜM
YORUM GÖNDER