KORKU CESARETİN KAYNAĞIDIR
Kuzey rüzgârlarının ağırlığı altında ezilen uzun ve karanlık bir gecenin içinde, sadece toprağa batırılan, kimi zamanda taşlara çarpıp tiz bir sesle yankılanan bir kazmanın sesinden başka bir şeyin duyulmadığı Ömeryan vadilerinden birinde harıl harıl çalışmaktaydık. Karpuz dilimini andıran ay, dokuzuncu gününe girmişti. Gökyüzünde yıldızlar büyük bir ihtişamla güzelliklerini sergiliyorlardı. Ay ışığının da aralarına katılmasıyla gökyüzünde olağan üstü bir güzellik oluşuyordu. Ta uzaklardan gelen kurt sesleri gece karanlığını yırtıp bize ulaşıyordu. Hemen yanı başımızda bulunan, kalın ve yüksek meşe ağacının üstünde ki baykuş kötüye, tehlikeye haber veriyordu. Küçükken ninelerimizden dinlediğimiz masallarda hep böyle anlatılmaktaydı. Batıl inançlarda olumsuzluğun habercisi ve figüranı olan baykuşun üstümüzde dolaşması boşuna değildi. Oysaki biz bunu fark etmeyecek kadar çalışmaya dalmış, bir şekilde sabah olmadan elimizde ki işi bitirmeye çalışıyorduk.
Daracık bir vadinin içinde, daha önce büyük bir taşın altı oyularak hazırlanan ve yarıda bırakılan bir sığınağın tamamlanmasıyla uğraşıyorduk. Sığınağın içinde kazma darbeleriyle eşilen toprağı kısa saplı bir kürekle torbaların içine doldurup ta uzaklara kadar taşıyor, arazide bulunan taşların arasına sıkıştırıp geliyorduk. Bu iş gecenin geç saatlerine kadar devam etmişti. Her gidiş geliş adeta bir işkenceye dönmeye başlamıştı. Arazide iz çıkmasın diye taşların üstünde seke seke gitmekten bir hal olmuş, yorgunluktan, uykusuzluktan bitkin düşmüştük. Artık torbalardan ziyade kürekleri sayar olmuştuk. Mevsimin kış olmasından kaynaklı, geceyi kuşatan soğuk hava iliklerimize kadar işleyip dudaklarımızı titretiyordu. Bizim işimiz bitmiş geriye sadece araziye taşıdığımız toprakların üstünü kamuflaj edip araziye uygun hala getirmek kalmıştı. Bu iş ince titizlik ve gizlilik kadar hassastı. Kamuflajı sağlam yapılmayan bir sığınak, beraberinde ölüm de getirebilirdi.
Mardin gibi bir alanda yaşamın tek güvencesi, hareket tarzındaki duyarlılık, gizlilik ve kamuflajdır. Bu bütün alanlar için geçerli olsa da, Mardin de bu çok daha önemli olmakta ve hayatın vazgeçilmez bir parçası olmaktaydı. Sabaha saatler kala kamuflaj işini bitirip, sığınağı olduğu gibi kapatarak, kullanmakta olduğumuz diğer bir sığınağa doğru yola koyulmuştuk. Yorgunluğun etkisiyle yürümekte güçlük çekiyor, yokuşa tırmandığımızda bazen bir adım ileriye atarken, iki, üç adımda savrulup düşecek gibi oluyorduk. Sığınağın çok fazla uzakta olmadığını bildiğimiz için diğer bir adıma yükleniyor, yerimize varmaya çalışıyoruz. Sığınağa iki yüz, üç yüz metre yakınlaştığımızda…
Ay ışığı gökyüzünde son çığlıkların atmaya başlamış, yerini ardından doğacak olan güneşe bırakmak istemezcesine, adeta çekile çekile giderken, doğuda ufukta çoban yıldızı görülür olmuştu. Bizler ise ayakkabılarımızı çıkarmaya çalışıyor ve ayakkabı izi çıkmasın diye, taşların üstüne yalın ayak basarak yürümek zorunda kalıyorduk. Yere düşen kırağıdan dolayı zemin ıslak ve soğuktu. Yavaş yavaş yürümeye çalışırken yerinde oynayan taşları düzelterek ilerliyorduk. Sığınağın üstüne vardığımızda ayak tabanlarımız yarılırcasına yanıyor ve üşüyordu. Önceki öğünden kalmış patates haşlamasını ısıtıp sofraya koyduğumuzda ne kadar acıktığımızı, çayın kaynamasını beklemeden tandır ekmeği ile kaşıkladığımız patatesleri yememizden anlaşılıyordu. Tıpkı memeye saldıran çocuk saflığı ile bunu yapmıştık. Yorgunluğumuzu dindirecek tek ilaç olan çayın kaynamasıyla biraz daha kendimize gelmeye başlamıştık. Birer kadeh alıp, çaylarımızı yudumlamamızla beraber, yorgunluk giderek kendini göstermeye tekrar başlamıştı ve yerine de uykunun dayanılmaz ağrılarını bırakmıştı.
Sığınak yeraltında olduğundan kaynaklı, içerde müthiş bir nem havası esiyor, nefes alıp vermekte bile bir hayli güçlük çekiyorduk. İçerisi naylon kaplı olduğu için, nefes alıp verme ve tüpün yanma ısısından oluşan buhar, su damlacıkları halinde tavandan damla damla üzerimize düşüyordu. Alıştığımız bir mekân olduğu için bize çok fazla itici gelmiyor, aksine hepimiz için en rahat sıcacık bir oda gibi geliyordu. Yakın köylerde, ezan sesiyle beraber yükselen köpek, ulamaları, ta sığınağın içine kadar geliyordu. Yatmak için, sığınağın ağzını kasayla kapatmaya çalışan Bawer arkadaşı bekliyorduk. Sığınak kapısı onun için adeta bir görev haline gelmiş, aramızda en güzel o kapatıyordu. Her zaman ki gibi dinleme deliğine taşları yerleştirdikten sonra işi bitmiş ve yatma halinde sığınağın içine damlıyordu. Sadık arkadaş uzanmış bir halde sabah saat dokuzda dışarda olup bitenleri dinlemeye çalışıyordu. Düşman cihazlarını anı anına takip edip hareketlerini öğrenmek için cihazı açık bırakmıştı ve sürekli taramadaydı. Fakat o gece, çalışmadan dolayı takip etme fırsatını bulamamıştı. Zaten düşmanda onları dinlediğimizi bildiğinde dolayı hareket ederken çoğu zaman cep telefonu kullanıyordu. O zamanlarda köyler üzerinde düşmanın yoğun baskısı hâkimdi. Bunu bildiğimiz halde, çalışmalara yüklenmek zorundaydık. Partimiz yeni bir stratejik sürece girmiş, gücün çoğunu alandan çekmiş. Fiili temsilini, umudunu irade ve başarısını bu alanda bulunan arkadaşın çalışmalarına bağlamıştı. En küçük bir başarı ve en küçük bir katkıda çok şeyin değişmesinde yol açacaktı. Düşman bunun farkında olduğu için bizi ciddiye alıyordu. O temelde bir yönelim için hazırlık yapıyordu. Köylerde ajanlaştırma faaliyetlerini eskiye nazaran çok daha fazla geliştirmişti. Her köye gidiş gelişimiz rapor olarak düşmana ulaşmaktaydı. Kabarık bir dosya haline gelen raporlar, düşmanının daha da rahatsız olmasına neden oluyordu ve yeni yönelimlere sevk ediyordu.
Araziye çıkan düşman güçleri, taşların üstünde ıslakken basılmış ve hala kurumamış bir iki adımlık mekap izini bulmuştu. Bu bulgu sığınağın aşağı yukarı nerede olabileceğine yönelik hesap yapması için düşmana yeterliydi. Uyku halinde düşüncelere dalmışken, ağır bir el üstüme çükmüş, beni sarsarak uyandırmıştı. Uyanmamla birlikte içime bir ürperti perdesi düşü vermişti. İlk defe bu şekilde uyandırılmıştım. Hafiften başımı kaldırdığımda, Sadık arkadaş parmağını dudağına götürerek ışşşşşşş! diyerek başparmağıyla dışarıyı göstererek yukarda ses geliyor dedi. Hiç yerimden kıpırdamadan Bawer ve Diyar arkadaşı da uyandırdım. Sesleri artık bizde duymaya başlamıştık. Sesler gittikçe kalabalıklaşıyor, bağırış ve çağırış küfürlerle bir birlerine hitap ediyorlardı. Yakınlaştıkça sesleri bir birinden ayırt edebiliyor, askerlere ayıt olduğu kesinlik kazanıyordu. Sadık arkadaş dinlemekte olduğu cihazı kulaklığıyla birlikte Diyar arkadaşa uzatmıştı. Diyar arkadaş küçük güneyli olup, fazla Türkçe konuşmamasına rağmen, cihazlardan iyi anlıyordu. Sığınağın en fazla elli metre ötesinde bulunan düşman, sığınağımızı arıyor fakat bir türlü bulamıyordu. Bir küçük dalın kırılışı bile ölmemiz için yetiyor ve artıyordu. Sığınağın karanlığında soluğumuz kesilmiş, nefesimizi düzenli vermeye çalışsak da bunu başaramıyorduk. Yaşadığımız yoğun heyecan, askerlerin yakınlaşmasıyla daha da artıyordu. Aradaki mesafe metreyle ölçülecek bir yakınlığa düşmüştü. Heyecan bütün vücudumuzu sarmıştı, istem dışı titremeye başlamıştık. Bu titreme ve heyecan nefesimizi etkileyip boğuk boğuk çıkmasına neden oluyordu. Yerinden çıkarcasına atan kalplerimizin ritimlerini duyar olmuştuk. Sesleri dinlemeye çalışırken, alnımızda sıcak terler akıyordu, elimizin tersiyle silerken birbirimizin gözlerini okumak istesek te okuyamazdık. Aramıza kara bir perde düşmüştü. Birbirimizi sadece kaba olarak görebiliyorduk. Ama birbirimizin hislerini duygularını okuyarak birbirimizi anladığımıza inanıyorduk. Duygusallığın ağır bastığı bir ortama tanık oluyorduk. Ağlamak istesem ağlayamıyor, gülmek istesem gülemiyordum. Yaşadığım bütün anılar ve arkadaşlarımın siluetleri gözümün önünde tek tek geçiyordu. Devrimcilik hayatımda daha bir kaç saat öncesine kadar, köşklere değişemeyecek kadar sevdiğim, yuvam olarak tanımladığım, ama bizim için karanlık bir mezardan hiçbir farkı olmayan bu daracık yer demi noktalayacaktım?. Aniden gözlerimin daldığını hissettim.
Gerçekten ölümün nasıl olabileceğini ilk kez duyguda hissetmiş ve ölümü özlediğimi sezinlemiştim. Oysa ölüm, yaşama oranla daha rahat geldiği için bir daha işin kolayına seçmiştim. Yine ihanet hiç bahsedilmeyecek kadar uzaklarda durmaktaydı. Bu ihanetin yanımıza gelmeyecek kadar uzakta kalmasını istemiştik. İlk defa kararlıca ölümü tercih etmiştim. Sığınağımızın içinde Azrail kapıyı çalıp, içeriye girmesini beklemekten başka çaremiz kalmamıştı. Acaba onunla boğuşup yensek mi kendimizi gösterme zamanımız, fırsatımız olacak mıydı? Ya da bu sığınağın içine süzen incecik güneş ışınları gibi kurtulacak bir şansımız olabilir miydi? Ya ölüm kaçınılmaz ise bunca bilgiyi partiye kim ulaştıracak? Ya her şeyden önemli ve mühim olan partinin temsilini bundan sonra bu alanda kim yapacaktı? Bu olaya dair Önderlik ne diyecekti? İhanet etmiş olmaz mıydık? Böyle bir süreçte, ölüm ihanetin diğer adı değil miydi? Bu gibi düşünceler ve bundan doğan birçok sorunun beni bitkin düşürdüğünü hissediyordum. Dün geceden daha çok yorulduğumu hissetmiş ve uykuya ihtiyacım olduğunun kanısına varmıştım. Ama orada, o anda yatamayacak kadar ciddi bir sorunla karşı karşıyaydım. Ölüm uykusu olarak ta tanımlanabilecek bu uyuma isteği de durumu kurtarmak için yararlı bir şey getirmeyecekti.
Sesinden korkarak tutuğumuz soluğumuz, içimizde öksürüğe dönüşüyor, dışarıya vermemek için Battaniye ya da kefiyeyi azımıza tıkarak ısırıp nefes vermeye çalışıyorduk. Dışarı da halen kalabalıktı ve asker sesleri geliyordu. Bir ayak sesi gittikçe yaklaşıyor, üstümüze doğru geliyordu. Bizi mutlaka bulacağını, doğru keşif yaptığını mırıldanarak sığınağın üzerine yürüyordu. Artık üstümüzde ki taştan ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Sesler bir an duracak gibi oldu, sanki bir kararsızlık anı yaşanmışçasına duraklayıp, sonradan yoluna devam etti. Saatler henüz gündüzü gösteriyordu. Bir ömür gibi gelen tüm bu zaman dilimi, bir saati bile aşmış değildi ve bitmek tükenmek bilmeyen bir yıl gibi ağır ilerleyen bir günün pençesine düşmüştük. Karanlık basar basmaz kurtuluşun kapısı aranılacaktı, ama henüz öğlen dahi olmamıştı ve akşama en az altı saat vardı. Bu uzun bir zaman dilimiydi düşman için bir avantajdı.
Arama faaliyetlerinin, hızlandırmalarına rağmen sığınağın ağzını bulmuş değillerdi ve yanlış yerde arıyorlardı. Her şeyden önce sığınağın ağzı taşlarla kapatılmamış, kapıyı meşe ağaçlarının içinde bir yerde açmış, çukurlaşan giriş çıkış yerini meşe yapraklarıyla kapatmıştık bu yüzden tahmin etmeleri biraz zordu. Bizler halen içerde nefes nefeseydik ve ses çıkmasın diye hiç hareket etmiyor, hata kimi zaman nefesimizi dahi tutuyorduk. Kafamız karma karışık olmuş bir halde bekliyor ve hiç bir hamle yapamıyorduk. Kurtuluş umudumuzu hala yitirmiş değildik, yaşama azmi, direnci ve kararlığı içimizde güçlü tutuyorduk. Bu gücün yegâne kaynağı kuşkusuz parti yoldaşlığı ve birbirimize karşı duyduğumuz güven duygusuydu. Her şeye rağmen taşıdığımız iyimserlik kısa bir sürede kendimizi toparlayıp kazanma umudumuzu arttırmıştı. Ölüm düşüncesi kısa sürmüş ve adeta korkunun cesaretin kaynağı olduğu gibi ölüm düşüncesi de yaşama gücünün ana kaynağı oluşmuştu. Burada eli kolu bağlı olarak ölümü beklemeyi gururumuza yediremiyor, bir türlü kabullenemiyoruz. Böylesi bir ortamda psikolojikmen zorlanmaya rağmen inisiyatifli olma durumu hâkimiyeti elden bırakmamaya çalışıyoruz. Bu ruh haliyle bekleyiş saatlerce sürmüş, fakat artık düşman da yorulup tükenmişti.
Kuşkusuz tek korkan biz değildik. Her taşı kaldırışlarında içlerine oturmuş ölüm psikolojisi, onları da alt etmişti. Hiç birisi o an orada olmak istemezdi. İşte aramızda ki temel farklardan bir tanesi de buydu. Bizler gerekirse gözümüzü kırpmadan canımızı avuçlarımızın arasına alabilecek bir şekilde yaşamayı öğrenmiştik. Onlar ise böyle bir şeye hiç hazır değillerdi ve hiçbir zaman da olmayacaklardı.
Komutanların sesi geliyordu. Komutan ara vereceklerini, arayacakları bir yer daha olduğunu söyleyerek, giderek askerlerin seside uzaklaşmaya başlamıştı. Bu bizi bir nebze olsun rahatlatmış, doyasıya nefes almamızı sağlamıştı. Bulunduğumuz yeri bir daha arama ihtimali olsa da, bu durum bize biraz olsun zaman kazandıracaktı. Saatler ilerlemesine rağmen düşmandan hala bir ses çıkmaması iyiye işaretti. Ara sıra uzaklarda bağırış çağırışlar gelse de, sesin uzaklığı bizi memnun ediyordu. Cihazlardan anladığımız kadarıyla çekiliyorlardı. Fakat cihazlarını dinlediğimizi bildiklerinden bunun bir aldatmaca, bir oyun olabilme ihtimalini göz önünde bulundurarak temkinli yaklaşmak ve eğer herhangi bir oyun söz konusuysa da, bu oyuna gelmemek en iyisi olacaktı.
Öğlenden sonra saat iki civarında ortalık engin okyanuslar gibi sesiz ve sağır kesilmişti. Sanki şiddetli bir kasırga gelmiş ve yıkacağını yıkıp gitmişti. Sadık arkadaş önce yavaşça dinleme deliğini açmış ve ortalığı iyicene dinledikten sonra. Sığınağın ağzını açarak, dürbünle araziyi keşif etmek için belden yukarı sığınağın dışına çıkıp etrafı keşfediyordu. İçerde silahlarımız nemden dolayı pas tutmuştu her gün onları temizlemek gerekiyordu.
Ben ve Bawer arkadaşta su hazırlığını yapmak ve sığınağın içinde ki çöpü dökmek için sığınakta kalmıştık. Halsiz, yorucu ve korku dolu bir günü geride bırakmıştık. Kurtulduğumuza inanmak zor geliyordu ölümün pençesinden kurtulmuş, yaşama gücünü yeniden göstermiştik. Kirlenmiş çoraplarımı görünce tiksiniyordum. Çünkü sığınaktaki küçük bir koku bile, içeriyi dayanılmaz kılıyordu. Karanlık basmadan su ihtiyaçlarımızı karşılamak için ve çöpü gizlenmiş uzak bir yere dökmek gerekmekteydi. Ben suya gideyim dediğim anda. Bawer arkadaşta saçını yıkaması gerektiğini dolayısıyla kendisinin gitmesi gerektiğini söyledi. Fakat çorap kokusunun dayanılmazlığını anlatınca benim gitmeme razı oldu. Pet şişelerini kefiyenin içine koyup elime alarak dışarıya çıkmıştım. Bawer arkadaşın silahımı bana uzatmasından sonra belimi doğrulttuğumda batıda kırmızının bütün tonları ve mavi karışımlı bir Dünya’nın sonsuz güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı. Yaşamın her şeye rağmen çok daha güzel ve çekici olduğunu tüm benliğimle hissettim. İçten içe derin bir nefes alarak ve tekrar aynı derinlikte dışarıya savurdum.
Gözlerim sonsuzluğun girdabına takıldığında, uzakta bir köy çobanının, köy sürüsünü önüne katmış köye doğru yol aldığını gördüm. Etrafımda uçuşan yüzlerce tarla kuşunun özgürce yaşamalarının ve minnetsizce uçuşlarını kıskandım. Dürbünü de boynumdan geçirdikten sonra, su kuyusuna doğru yola koyuldum. Ayaklarım yürüyor, ellerim tetikte bekliyor gözlerim ise etrafı kolaçan ediyor. Kuyunun üstüne vardığımda gizemli bir ayak izi gözlerime ilişmiş, fakat bağın içinde olduğundan bahçıvan olabileceği düşüncesiyle kendimi avutmuştum. Kuyuya sarkıtmak için belimde ki şütüğü yavaş yavaş açarak etrafı da gözetlemeye çalıştım. Şütüğün ucunu kovaya bağlayarak kuyunun içinde daldırdım bir iki pet şişesini doldurduktan sonra tekrar etrafıma bakınırken, gözüm yerde sürünen iki insan sureti ne ilişmişti. O anda yarı çember, üçken bir pusunun orta yerinde olduğumun farkına vardım. Yüz metre uzaklıkta tam karşımda düşman askerleri mevzilenmişti. Beni bir atışta vurmaları içten bile değildi. Beni şimdiye kadar neden vurmamışlardı? Yoksa elle yakalayıp esir mi almak istemişlerdi? Halen anlamış değilim.
Korku denen o lanetli duygu bir afyon, bir uyuşturucu gibi bedenime sinmeye başlamış. Elimde olmadan titreme nöbetine tekrar yakalanmıştım. Şimdi çok daha açık bir şekildi ölümle burun buruna gelmiştim. Bir göz kırpışı bir saniyenin ucuna saklanmış ve de lanetli bir parmağın tetiği çekmesiyle her şey olup bitecekti. Yılların emeği bir nefesin dışarıya alınıp verilmesi gibi, bir kenara çekilecekti. Kalp atışlarım normalin çok üstüne çıkmış, neredeyse duracak gibi çarpmaya başlamıştı. Suyun üstündeyken susuzluktan damağım kurumuştu ve ilk kendimi bu denli yapyalnız hissetmiştim. Cesaretim bile neredeyse beni terk edecek gibi oluyordu. Ayaklarım titriyor neredeyse birbirine dolanacak gibi olmuştu. Ellerim titriyor bir şeyi tutamaz oluyordum. Beynim durmuş gibiydi, adeta şok olmuştum. Nefesim kısılmış beni boğacak gibi boğazımı tıkıyordu. Fakat bu durum fazla sürmemiş kendimi bu şoktan kurtarmak için çaba harcamaya başlamıştım. Kısa süren bu durumdan çıkmak için aklımda bir sürü düşünce gelip geçmeye başlamıştı. Acaba kaçsam mı? Yok, yok kaçarsam tepeye varmadan vurulurum çünkü kuyu tepenin yamacındaydı ve bende tam karşıda hâkimiyetleri altındaydım. Dursam mı acaba? Kaçsam mı, kaçmasa mı ikilemi arasında bocalanıp duruyordum. En sonda onların beni takibe alıp sığınağa dönmemi bekliyor alabileceklerini düşünmüş, böylece benim yerime hepimizi birden imha etmek gibi bir düşünce ve plana sahip oldukları kararına vardım. Buna göre benim yapacağım tek şey. Soğuk kanlığımı korumak, onları gördüğümü onlara hissettirmeden işime devam etmek ve ikide bir sağa sola bakmaktan kendi işimle uğraşmak olacaktı.
Bu kararımı yüreğime, gözlerime, ayaklarıma ve de ellerime hükmetmesine sağlamak hali göç olmuştu. Kovayı tekrar suya daldırıp diğer pet şişelerin doldururken, ha vurdular ha vuracaklar düşüncesinden bir türlü kurtulamıyordum. Doldurma işi bitiğinde, şütüğü açmak için uzun bir süre uğraştım. Şütük kör düğüm oluşu, birde ellerimim titremesiyle hiç mi hiç açılmayacak bir hale gelmişti. Düğüm bir türlü çözülmüyor ve beni gerginleştiriyordu. En son çareyi şütüğü kesmekte buldum bir ayağımı kovanın üstüne basarak var gücümle şütüğü çekmeye çalışırken en son zayıf noktasından koptu. Acele mi etmem gerekiyordu? Sığınak denen nal etli mezardan kurtulmuştum kurtulmasına bu defasında bu su kuyusu mu mezar olacaktı? Buna hiç mi hiç niyetim yoktu ve acele etmem, beni ölüme de, kurtuluşa da götüre bilirdi. Sonunda acele etmeme kararı alarak parkemi giyip dürbünü boynuma geçirip pet şişelerini kefiye içine sıkıştırıp bağladım. Silahımı omuzum attığım gibi yokuşa vurmuştum yokuşa nasıl çıktığımı, bende anlamıyor, sadece ayaklarımın yol yürüdüğünü hissediyordum. Ha vurdular ha vuracaklar endişesi içinde tepenin başına vardım. Bahçeler için yapılan uzun bir duvarın arkasına atladığımda ölümden bir kez daha kurtulmuştum. Artık özgür bir kuş kadar hafiftim.
Beni takip ediyorlardı, ama yol güzergâhımı değiştirerek direk sığınağa gitmem yerine dolaylı gitmeyi tercih etmiştim. Sığınağa vardığım gibi arkadaşlara haber vererek bir çırpıda boşaltarak ağzını kapatıp oradan uzaklaştık. Biz sığınaktan uzaklaşır uzaklaşmaz düşman tekrar sığınağın etrafını çembere alıp bir haftaya yakın ablukada tutup ardından giriş çıkışı olmadığını gördükten sonra sığınağı imha etti.
Bir asker iki duyguyu sürekli olarak bir arada yaşar. Ölümün soğuk nefesinde yaşama olan bağlılık, korkunun kök damarı üzerinde, cesaretin fidesi yeşerir, boy verir. İkisini dengeleyen ise akıl ve beyin gücüdür. Birinin ağır basması ters sonuçlara yol aça bileceği gibi, soğukkanlılık onların tamamlayan etmen rolünü oynar. Yani korku cesaretin kaynağıdır. Cesaret aklın pratikçisi, akıl ise zaferin müjdecisidir.
ÖZGÜR DENİZ
YORUM GÖNDER