YASAKTA SINIR YOK
Dün sırf Kürtleri hedef aldığı için iktidarların yasakçı ve inkarcı politikalarına verilen desteğin bedelini bugün tüm toplum ödemektedir. Özellikle 2015’ten beri yaşananlar, “Cizre’ye nasıl girdiysek ODTÜ’ye de öyle gireriz” sözü içi boş bir tehdit değil.
Van’dan İstanbul’a, Trabzon’dan Muş’a tüm Türkiye, sadece muhalifler, kadınlar, LGBTİQ+’lar, emekçiler, maruz kaldıkları haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı sesini yükseltenler, sokağa çıkanlar için değil herkes içi bir yasaklar cehennemine döndü.
ABD’de polisin orantısız şiddeti ile yaşamını yitiren George Floyd’un son sözü “Nefes alamıyorum” olmuştu. İktidar tarafından adeta bir cehennem haline getirilen bu coğrafyanın halkları olarak bizler de nefes alamaz hale geldik.
Aslında çok uzağa veya geriye gitmeye gerek yok. Sadece son bir ay içinde 11 konser, 2 festival, 1 tiyatro oyunu yasaklandı. Buna iktidarın özgürlükler karşısındaki siyasetinin simgesi haline gelmiş valiler ve kaymakamlar eliyle uygulanan eylem ve etkinlik yasakları (Van’da 21 Kasım 2016’dan beri kesintisiz uygulanan bu yasak 2000 günü geride bırakmıştır), yapılan eylem ve etkinliklere yönelik müdahaleler dahil değildir. Bunlar eklendiğinde tablo çok daha vahim ve katlanılmaz bir hal almaktadır.
Bu yasakların bir kısmı, bekleneceği gibi, iktidarın “olağan şüphelileri” yani Kürtleri hedef almaktadır. Ankara’daki bir üniversitede Kürtçe müzik eşliğinde halay çeken öğrenicilere “bu benim ideolojime aykırı” diyerek müdahale eden rektör tam da bu durumu özetlemektedir aslında. Kürtçe ve Kürt kimliği onların ideolojisine aykırıdır. Bu yüzden de her daim hedef tahtasındadır.
Sadece bu kadar değil. Bu coğrafyanın diğer “olağan şüphelileri” Ermeniler ve Rumlar da bu yasakçı ve ırkçı zihniyetin kurbanları arasındadır. Bu “olağan şüphelilerin” ötesinde gençlerin bir araya gelip eğleneceği festivaller, bizzat iktidara ait belediyelerin düzenleyeceği festivallerdeki konserler de yasaklanmıştır.
Bu yasak kararlarının altında, resmi kararda gerekçe olarak ne yazarsa yazsın, aynı tekçi zihniyet yatmaktadır.
Düne kadar bu tekçi zihniyetin ana hedefi Kürtlerdi. Hedef Kürtler olduğunda, bu tekçi ve yasakçı zihniyet geniş kesimler için aslında çok da bir sorun teşkil etmiyordu. Hatta bir kesim tarafından destekleniyordu. Dün sırf Kürtleri hedef aldığı için iktidarların yasakçı ve inkarcı politikalarına verilen desteğin bedelini bugün tüm toplum ödemektedir. Özellikle 2015’ten beri yaşananlar, “Cizre’ye nasıl girdiysek ODTÜ’ye de öyle gireriz” sözünün içi boş bir tehdit değil iktidarın politikalarının özü olduğunu, inkarcı ve yasakçı zihniyetin onların da varoluşlarını ve yaşam tarzlarını hedef tahtasına oturttuğunu ortaya koymaktadır.
Mevcut iktidarın yönetmekten anladığı insanların bedenleri ve zihinleri üzerinde mutlak bir tahakküm kurmaktır. Kendinde insanların sadece ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini değil en az bunlar kadar onların ne yiyip içereceğini, nasıl aşık olacağını, nasıl eğleneceğini, saat kaça kadar eğleneceğini, nasıl giyineceğini, kaç çocuğu olacağını belirleme hakkını görmektedir.
Bu tarz siyaset, sadece iktidarın yönetememe krizine çözüm, yaklaşmakta olan ve kaybedeceği kesin görülen bir seçimi tersine çevirmek için sarıldığı bir araç olarak düşünülmemelidir. Tam tersine bu tarz siyaset, iktidardaki faşist bloğun “yönetme” tarzının tam da özüdür. Kriz bu özü sadece daha da görünür kılmıştır, daha da keskinleştirmiştir.
Özcesi, iktidar, iktidarın çevresindeki her türden ırkçı ve gerici çevrenin sahip olduğu bu zihniyet, kendileri gibi olmayan, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan, zevkleri kendilerinden farklı olan herkese adeta bir savaş açmış durumdadır. Bu yasaklar iktidarın kimliklere, yaşam tarzlarına açtığı savaşın dışavurumudur.
Buna karşı yapılacak tek şey, kime yöneldiğine bakmadan bu coğrafyada siyaset yapma şeklinin en küçük hücresine kadar işlemiş tekçilikle mücadele etmektir. Nerede bir yasak varsa, orada yasakların karşısında dikilip özgürlükleri savunmaktır. Kimliğine, diline, inancına, cinsel yönelimine bakmadan nerede birilerinin hakları kısıtlanıyorsa, orada onların yanında olmak, onların mücadelesi ile kendi mücadelemizi ortaklaştırmaktır.
Bu coğrafyanın kültürel, ulusal, inançsal çoğulluğunu bir sorun değil bir zenginlik olarak kabul edip buna uygun bir siyaset hattı örmektir. Yani radikal demokrasi mücadelesini daha da yükseltmektir.
Ve her daim sese, müziğe gülmeye düşman bu zihniyete inat özgürlük aşkını, gelecek güzel günlerin çok da uzak olmadığı umudunu yüreğimizden ve kahkahalarımız yüzümüzden eksik etmeden şarkılarımız en gür sesimizle söylemektir.
CİHAN DENİZ
YORUM GÖNDER