JİNEOLOJİYE GİRİŞ (2.BÖLÜM)
BİRİNCİ BÖLÜM: NEDEN JİNEOLOJİ ?
Bilim nedir?
Bilim en genel tanımıyla insanın evreni anlama çabasıdır. Diğer bir deyişle toplumsal aklın kendini değiştirme gücüne ulaştırmasının bir ürünüdür. Bilim, evrendeki olay ve olguları sistemli araştıran düşünsel etkinliktir. Deneysel verileri ele alırken, sezgiler ve varsayımları dışlamaz. Özünde felsefenin kesinleşen bilgilere ulaşmış, küçük bir bölümüdür. Kendi içerisinde mantıklı bir ilişkiler ve fikirler bütünlüğünü oluşturan her oluşum veya konu bilimin konusudur.
Bir başka tanımlamaya göre neden, merak ve amaç besleyen bir olgu olarak, insanların daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasına, var olmayan olguları bulmasına ve yeni şeyler öğrenmesine ön ayak olan genellemedir Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgidir. Tanımlamaları çoğaltmak mümkündür ancak hepsindeki ortak noktaya bakacak olursak; bilim insanın evreni anlama çabasının bir sonucu olarak çıkmıştır. Uygarlığın bütünlüğü içine alan anlam kazanan bilgi kategorisidir. Yani bilimin taşıdığı anlam ve değer toplumlara ve uygarlıklara göre değişebilir. Bilimin sorgulanması da içinde geliştiği uygarlık sorgulanmadan yapılamaz. Sosyal bilim ise ‘aydınlanma’dönemiyle birlikte ortaya çıkan bir kavramdır. Amacı insanın yarattığı gerçeklik hakkında deneysel olarak doğrulanan, sistemli ve dünyevi bilgi üretmektir. Sosyal bilime göre ortak, evrensel ve değişmez bir insan doğası vardır. Amaç bu ortak insan doğasını keşfetmektir. Nasıl ki doğa yasaları keşfedilerek doğa kontrol altına alınabiliyorsa, insan doğası keşfedilerek de insan ve toplum kontrol altına alınabilir. Yani bir evrensel toplumsal düzen kurmak mümkün olabilir. Burada ‘evrensel’ olarak tanımlanan; Batı Avrupa’nın ulaştığı insani, toplumsal ve entellektüel seviyedir.
O halde şöyle söyleyebiliriz. Sosyal bilimin tanımlanması ve oluşumu sorunludur. Kapitalist modernitenin temel düşünce yöntemi olan pozitivist paradigmanın sosyal bilimlere aynen aktarılması, toplumsal hakikati parçalamıştır. Doğa gibi toplumun da kontrol altına alınması isteminden doğan sosyal bilim, ne kadar toplum yararına olabilir, toplumsal sorunlara cevap olabilir. Ya da toplumsal ihtiyaçlara cevap olabilir. Dahası, böylesi sorunlu bir tanımlama ve şekillenme kadını ne kadar doğru tanımlayabilir? O halde şunu söyleyebiliriz: Toplumsal cinsiyetin tüm toplumsal dokuya hâkim kılınmasında iktidar ve devletçi düşünce kadar, bilimciliğin de önemli bir payı var. Bilimsellik adına yola çıkan, ancak özne-nesne sarmalından kurtulamayan bilime yapacağımız temel eleştiri bu. Toplumsal ihtiyaçlara değil, iktidarın kar güdüsüne odaklanan bir yapıda olması.
Bilimin kendisini tek geçerli hakikat olarak tanımlaması mitoloji, din ve felsefeyi tümden dışlaması 17.yy Avrupa’sında gerçekleşti. Bu düşüncenin fikir babalığını Descartes ve Bacon yaptı. Bu bilim anlayışı kendisini tek geçerli yöntem ilan etti. Ortadoğu’nun zengin bilgi birikimini devşirerek, binlerce yılın neolitik birikimine sahip kadın bilgeliğini “cadı avı” adı altında katletti. Evreni makro kozmos, insanı mikro kosmos olarak tanımlayan ve kadın ve erkek tohumlarının birleşmesi ile meydana gelen çocuk misali senteze inanan simyacıları etkisiz kılarak zaferini ilan etti. Bu bilim anlayışında artık doğa-kadın özdeşliği, kadının ve doğanın kutsal, sırlı yapısı kontrol altına alınmalıydı. Bunların tamamı insan aklına boyun eğdirilmesi gereken nesneler haline getirildi. Duygulardan, inançlardan, değerlerden arındırıldığı söylenen bilim, sonuna kadar iktidarın, cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın hakim olduğu bir alan haline getirildi.
Rêber Abdullah Öcalan’ın ‘‘Daha demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik bir toplum yapılanması için öncelikle yeni sosyal bilim yapılanmasına ihtiyaç vardır’’ değerlendirmesi sosyal bilimin yeniden ele alınması gerektiğini ihtiyacını ortaya koyuyor. Bu ele alışın çerçevesini de sosyal bilimlerin yanılgılı, tıkanan yanlarına eleştirilerimiz oluşturacak. Sosyal bilimler kadını incelemeye değer bulmamıştır. Sosyal bilime yapacağımız eleştirilerin başında kadının incelenmeye değer bulunmayışı geliyor. Sınırlı da olsa incelenmeye değer! bulunduğunda ise kadının bir sorun kaynağı olarak ele alınması bir başka eleştirimizdir. Oysa kadını ‘toplumun tortusu olarak değil, özü ve bir özne-nesne toplamı olarak aydınlatmak’ varlığı ve hakikatine dair objektif veriler sunabilir.
Tarih, arkeoloji, ekonomi, mitoloji ve daha birçok bilim incelendiğinde kadınların insanlığın ve toplumların birçok ilklerinin yaratıcısı olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. Tıp, ekonomi, ekoloji, sözlü edebiyat, dengbejlik, tarım, ilk müzik enstrümanları, sayılar ve yazı gibi sayamadığımız birçok bilimsel buluş kadınların öz icadıdir. Bu yaratımlara el konulması ve kadının günümüzde bunlarla vuruluyor olması gerçeği değiştirmez.
Nitekim M.Ö. 6000-4000 arasında Toros-Zagros kavisinde yaratılan neolitik teknik buluşlar Avrupa’nın ancak 16. yüzyıldan sonraki buluşlarıyla kıyaslanabilir nitelikte. Gerçek bu kadar net iken sosyal bilimlerde kadın, toplumsallığı başlatan temel öğe olarak değil bir sorun kaynağı olarak ele alınıyor. Bunun kaynağı 17. Yy’da önceki tüm bilgi yapılanmalarını red üzerinden gelişen sosyal bilim anlayışıdır. Aydınlanma döneminden sonra bilim, insanın evreni anlama çabasında tek geçerli yöntem sayıldı. Francis Bacon’un “Zamanın Eril Doğuşu” adlı kitabında doğanın tıpkı bir kadın ve iffetli bir gelin gibi ele alınmasından bahsedilir. Bacon, doğayı fethedilmesi, örtüsünün kaldırılması ve tecavüz edilmesi gereken bir kadın olarak tanımlar. İşin ilginç yanı Bacon’un bu yöntemine, kilise tarafından yayınlanan ve cadı avlarının nasıl yapılacağının anlatıldığı Maleus Maleficarum adlı kitap esin kaynağı oldu. Yani, bilimsellik olarak tanımlanan bu süreç kadını bilgiden uzaklaştırma, kadının bilgisini çalma süreçlerinden bağımsız gelişmedi. Bilim toplumun kollektif zihniyeti, tecrübesinin birikimi ve anonim karakterinden koptu. Keşifler yapan parlak zekalı Avrupalı beyaz erkeklerin alanı haline geldi ve kadınla bağı koparıldı.
Antropologlar bir toplumu incelediklerinde büyük oranda erkekleri inceledi. Hatta toplumsallığın pasif konumda olan kadınla başlamasının mümkün olmadığını iddia etti. Ta ki toplumsal cinsiyet araştırmacıları bilimsel! olduğu iddia edilen bu tezi verilerle birlikte çürütene dek... Tıpta, anatomide de aynı zihniyet öne çıktı. Uzun yıllar (hala) erkek bedeni esas alındı, kadın bedeni sadece bazı hormonlar ve üreme organları baz alınarak incelendi. X kromozomunun yapısı, kadın beynini işleyişi, yumurtanın ve spermin döllenme hareketleri bunun örnekleridir. Arkeoloji de kutsal görülen kadın bedeni, kadın üreme organlarına dair heykel, resim ve ritüeller yada bereketi simgeleyen cinselliği bu önyargılarla fahişelik olarak değerlendirdi. Ancak şunu da belirtmekte fayda var. Bilim bu ön yargıları ve zihniyeti eril mitolojilerden, dinlerden ve erkek aklının egemen olduğu diğer bilgi yapılanmalarından devraldı ve bilimsellik, tarafsızlık kılıfıyla gizledi. ‘Kadını alnından doğuran’ Zeus’tan ‘Kadın eksik insandır” diyen Aristo’ya , ‘kadın şeytanın insan nefsine giriş kapısıdır’ diyen Aquinalı Thomas’tan ‘kadınlar doğaları gereği köledirler ve bu değişmez bir gerçekliktir’ diyen Freud’a kadar uzanan bir halkadır bu. Üstelik bu zihniyet özgürlük, adalet, eşitlik gibi değerlerle andığımız birçok isme de nüfuz etmiştir. Jean Jacques Rousseau ‘Kadınlar akıl tarafından ehlilleştirilmesi gereken potansiyel bir düzensizlik kaynağıdır’ derken, Karl Marx kadınları ‘antropolojik bir kendindenlik (entity- tek ve bağımsız varlık mevcudiyet, eleman) ve oldukça soyut bir ontolojik kategori’ olarak tanımladı. Sosyolojinin kurucusu Auguste Comte kadın beyninin küçüklüğünden hareketle kadının ideal ırk tipine göre daha aşağıda olduğunu iddia etti. Araştırma konusunu sadece Avrupalı beyaz erkekle sınırlı tuttuğu halde bilimsel veri elde ettiğini düşünebildi!
Jineolojinin en temel gerekçesi de bu; Kadını doğru tanımlamaya kavuşturmak ve
kadının varlık olmasını sağlamak...
DERLEYEN: DORŞİN
YORUM GÖNDER