SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (15.BÖLÜM)
M.Ö 1595’te Mitaniler ve Hititlerin Babil’i istilalarında Kassitlerin rolünden de bahsetmek mümkündür. Bürokrasi ve kültür alanlarında kendilerine göre bir ekol yaratmışlardır. Bunun izlerine İran kökenli vezirler olarak Abbasi İmparatorluğu’nda Barmekiler , Selçuklu İmparatorluğu’nda Nizam-ülMülk’ün vezirliğinde tanık olmaktayız. Bu tip bürokrasi Kassitlere kadar gitmektedir. Mittaniler , Hurri konfederasyon denemesinden sonra kurulan daha güçlü bir federasyon konumundadır. Habur çayının doğduğu yerde Wajukani adlı bir kent merkezine sahip olduğu, buradan çıkan tabletlerden anlaşılmaktadır. Hurri dil grubu konuşulmakta, ağırlıklı olarak orta Mezopotamya’da, bugünkü Urfa , Mardin ve Şırnak bölgelerinde hüküm sürmektedir. M.Ö 1500-1250 yılları arasında yaşamıştır. Demiri kendi tekelinde tutmuştur. At yetiştiriciliğinde meşhurdur. Asur ve Hititlerle sürekli ve şiddetli bir çatışma ortamını yaşamıştır. En son Asur İmparatoru Salmanassar tarafından varlığına geçici olarak son verilmiştir. Urartu (Sümerce, yüksek yerler memleketi) Van kıyısında merkezileşen önemli bir uygarlık parçasıdır. Khaldi ve Hurri etnik gruplarına dayanmaktadır. Khaldilerin giderek ağırlık kazandıkları anlaşılmaktadır ve Ermenilerin ataları olmaları yüksek bir ihtimaldir. Devletin daha çok kuzey bölgelerinde yaşamaktadırlar. Yüzlerce Hurrit kökenli aşiretlere dayandıkları, başlangıçtaki gevşek federasyonlaşmayı giderek merkezi bir devlete dönüştürdükleri görülmektedir. M.Ö 1000-700 yılları arasında yaşamışlardır. Maden yataklarına, at yetiştirme merkezlerine ve orman kerestesine sahip olduklarından, Asurluların korkunç saldırılarına maruz kalmışlardır.
Bu dönemde savaş teknolojisi güçlü Asur kralları hiçbir halka aman vermedikleri gibi, karşılarında direnen tek güç olmaları nedeniyle Khaldilerin böylesine boy hedefi olmaları anlaşılır bir husustur. Tarihte ilk defa en uzun sulama kanalı (56 km uzunluğu) ve barajları kurma ustalığını göstermişlerdir. Elit tabakanın dili karışıktır. Sümer kutsal metinlerini okul sisteminde okutmaktadırlar. Asurca devlet dili arasında yer almaktadır. Her tarafta olduğu gibi Sümer uygarlığının ağır dil ve kültür yapısı etkinliğini sürdürmektedir. Aşiretlerin dili farklıdır ve yazıya konu olmamaktadır. Bu husus da günümüze kadar varlığını sürdüren bir bölge gerçekliğidir. Egemen ve işbirlikçi yöneticiler hakim dil ve kültürün taşıyıcıları iken, aşiretler daha çok yerel halk dil ve kültürünün taşıyıcıları konumundadırlar. Urartulardan az sonra, bu sefer daha doğuda Gutilerin bir devamı gibi Babillilerle ittifak halinde hareket eden Aryen kökenli Med aşiretler federasyonu, M.Ö 625’lerde Asur İmparatorluğu’nu yıkar. Babil bir kez daha ve son olarak üstünlük kazanır. Medlerin gevşek federasyonu, yükselen Aryen-Pers kökenli Akhamenit Hanedanlığı için bir geçiş rolünü oynar. Med kralı Astiyag’ın yeğeni Kiros’un saray darbesiyle, siyasal otorite ilk defa Güneybatı İran’da yoğunlaşan Pers aristokrasisinin eline geçer ve kısa bir süre sonra M.Ö 550 yıllarında güçlü ve merkezi Pers İmparatorluğu’nun kuruluşuyla sonuçlanır.
III- Do¤u Akdeniz’de uygarlaflma; Sümer ve M›s›r sistemlerinin birleflik etkisini en erkenden yaflayan bölge Do¤u Akdeniz Burada mezolitik ve neolitik temel güçlüdür. Verimli Hilal’in batı ucunda yer almaktadır. Semitik kabilelerin M.Ö 4000’den beri giderek artan yoğunlaşmaları görülmektedir. Lübnan sedir ormanları hem Mısır hem de Sümerler için en çok ihtiyaç duyulan zenginlik kaynağıdır. Mısır, Anadolu ve Girit üçgeninde deniz ulaşımı yapılabilmektedir. Verimli tarım topraklarına sahiptir. Yine Anadolu, Mezopotamya ve Mısır üçgeninde yer alıp, bu yönüyle de konumu hem deniz, hem de kara ticaretine uygundur. Fenike, tüccar sınıfı uygarlığı olarak gelişmeye adaydır. Tarihi Fenike uygarlığını ortaya çıkaran belli başlı koşullar bunlardır. Genel adı “Kenan memleketi”dir. Fenike uygarlığı, Anadolu’daki Kaneş kolonisi gibi başta Biblos, Tyr ve daha kuzeyde Ugarit kentlerinde gerçekleşen kolonileşmeye dayanmaktadır. Buralarda karmaşık etnik gruplardan kolonilerin oluştuğu görülmektedir. Günümüz Lübnan’ında olduğu gibi başlangıcından beri bir kozmopolit kültür egemendir. Ama Fenike somutunda bir özgünleşme de yaşanmaktadır. Genelde ticarette, özelde Akdeniz ticaretinde bir deniz kavmi olarak korkusuz ve girişkendirler. M.Ö 2000 başlarında kendi kent devletçiklerine sahiptirler. Etrafı surlarla çevrili bu şehir devletleri ağırlıklı olarak ticarette, ikinci sırada zanaatlarda, özellikle marangozculukta ileri gitmişlerdir. Fenike gemiciliği meşhurdur. Daha kuruluş aşamasında Akdeniz’in birçok kıyı alanında kendilerine bağlı koloniler oluşturmuşlardır. Tarihe en önemli katkıları “Fenike alfabesi” dir.
Günümüzde kullanılan birçok alfabenin temelinde bu alfabe örnek teşkil etmiştir. Sümer mitolojisi esas etkileyici olmakla birlikte, dikkate değer bir özgünleşmeleri vardır. En yüce tanrıları El’dir (Allah buradan ileri gelmektedir). Onun altında güç tanrısı Babil ile ölüm tanrısı Mod’dur. İştar, Astarte unvanıyla yaşamaktadır. Yoğun olarak çocukların kurban edilmesi görülmektedir. Hz. İbrahim’in İsmail’i kurban etmesi efsanesi bu gelenekle bağlantılıdır. Fenike kültürü Mısır ve Sümerlerden sonra Grek, Roma, Bizans ve İslam kültürüyle sürekli özümsemeye dayalı bir özgünleşmeyle günümüze kadar etkisini duyurmuştur. Lübnan’ın laik kültürünün temelinde Fenike uygarlığının özellikleri yatmaktadır. Tarihte Kartaca ve Girit uygarlığının oluşumunda önemli pay sahibi olduğu kadar, Grek kültürünü en çok besleyen de Fenikelilerdir. Ortadoğu mitolojisinin ve alfabenin Greklere taşınmasında belirleyici rolü yine Fenikeliler oynamıştır. Doğu Akdeniz’in daha iç bölgelerinde, başta Kudüs, Şam ve Ha - lep gibi kentler olmak üzere, ikinci sırada bir kentleşme kuşağı daha oluşmaktadır. Ticarete dayalı bu kentleşmeler Mezopotamya ile Akdeniz, Anadolu ile Arabistan yarımadası arasında ticaretin merkezleri olarak yükselmekte olup, yakın çevreleri tarıma da oldukça elverişlidir. Bu uygarlık kuşağı birçok tarihi yolculuğa tanık olmuştur. Kültürlerin taşınma ve özümsenme merkezleri olarak da belirgin bir konuma sahiptirler. Ağırlıklı olarak Batı Semitik kabilelerin dil yapısı egemendir. Çok kültürlü bir yapıyı tanıması bu elverişli koşullar sayesindedir.
M.Ö 1500’lerde Ortadoğu’nun genelinde olduğu gibi bu kuşakta da uygarlaşma hareketleri kent devletçikleri biçiminde doruk aşamasındadır. Coğrafi koşulları nedeniyle ne Babil ve Asurluların, ne Hititlerin, ne de Mısırlıların egemenliğini tam tanımışlardır. Biraz da diplomasi sayesinde üçlü merkez arasında oynayarak bağımsızlıklarını sürdürebilmişlerdir. Sıkışan her kabile, bu özelliğinden dolayı başı tarafından buralara taşınmaktadır. Belli ölçülerde özgünlüklerini ve özgürlüklerini koruyabilmişlerdir. İşte tarihte önemli rol oynayacak kabilelerden biri de bu nitelikte bir güç sonucu buraya Hz. İbrahim tarafından taşınan İbrani kabilesidir. Araştırmalar İbranilerin kökeninin Sümer kolonileri olarak kullanılan bugünkü Urfa (Ur=tepe) ve Harran (Sümerce, Dörtyolağzı) yöresinden geldiğini göstermektedir. Bu kolonilerde Horrit ve Amorit etkiler birlikte gözlenmektedir. İbrani kültüründe bu özelliklerin izi bulunmaktadır. Tahminen M.Ö 1800’lerde Babil kralı Hammurabi çağında yaşanan bu serüven, yaygın bir kral unvanı olan Nemrut adlı şehir kralıyla çıkarları bozuşan bir kabilenin hareketine benzemektedir. Sıkı baskılı bu kent merkezlerinde barınma imkanları sınırlanınca, bir de tarihi bir ticaret hattında yer alınca, bu tip kabile hareketlerini sıkça görmek mümkündür.
Döneme ilişkin Ugarit belgelerinde Hz. İbrahim’in kuzeyden güneye hicretinde olduğu gibi birçok tüccar kabile hareketi söz konusudur. Yarı çoban tacirler olan bu kabileler konar-göçer biçiminde yoğun bir hareketlenmeyi yaşamaktadırlar. Hz. İbrahim’in Sümer Ur şehir kültüründen etkilendiği, onların çok tanrılı yapısını tanıdığı, ama ataerkil bir kabilenin başkanı olarak kendi totemini esas alıp dönemin egemen din ve tanrı kültüründen aldıklarıyla birleştirerek tek bir kabile tanrısı kavramına ulaştığı çok güçlü bir ihtimaldir. Kendi kabile totemini tanrı katına yükseltmesi ve tek tanrıya dönüştürmede kabilesinin özgürlüğünü bir toplumsal zemin olarak kullanması, aslında Hz. İbrahim’in din alanındaki en büyük devrimciliği olduğu gibi, bu dönüşümün özünü de yansıtmaktadır. Sümer sisteminden tepki sonucu kopmuştur. Zaten birçok Amorit kabilesi bu tür tepkiyi sürekli yaşamakta, bununla birlikte eskinin ilkel kabile totemi dönemin din ihtiyacına cevap verememektedir. Bu, aşılması gereken bir modeldir. Bu ikili tarihi koşul, İbrahim dininin temelini oluşturmaktadır. Küçük, önemsiz gibi görünen bir adımdır, ama tarihi açıdan en büyük “ideolojik devrim” rolünü oynamıştır. Kutsal kitapların her üçünde de (Tevrat, İncil, Kuran) kabul edilen tek tanrılı dinin kurucu atası, peygamberi unvanı boşuna değildir; oynadığı bu stratejik rolden ötürüdür.
Çok tanrılı dinler, olgunlaşan uygarlık aşamasına göre artık geri tasarımlar, kimliklerdir. Putlaştırılamayan, göze görünmeyen, insanın gelişen zihniyet yapısına, mantığına daha iyi hitap eden, siyasi birliğe de daha iyi hizmet eden bu ideolojik devrim, tarihi döneme zamanında ve en iyi ilerletici cevap durumundadır. Hz. İbrahim geleneğinde görülen oğlu İsmail’i kurban etmekten vazgeçmesi de devrimci nitelikte bir uygulamadır. Fenike inançlarında kendi çocuklarını Tanrı Baal ’e kurban etmek oldukça yaygın bir dinsel ibadettir. Büyük kötülükler ve olumsuzlukların önüne ancak böyle geçilmektedir. Hem çok vahşi hem de zorunlu ve yaygın olan bu adete karşı çıkmak, o dönemin koşullarında bir dinsel devrim niteliğindedir. Çocuk kurbanlığını önlemek, sıradan tekil bir olay olmayıp köklü ve yaygın, ama ilkel dinsel fanatizmin en uç örneğine karşı insan vicdanının uyanması eylemi olarak büyük değer ifade etmektedir. Bu, ilkelliğe karşı çok büyük anlamı olan bir eylem niteliğindedir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim sadece bu iki önemli devrimi geliştirmekle, yani dönemin iyice tutuculaşan ilkel puta tapıcılık ve çocuk kurban törenlerine karşı çıkmakla yetinmez. Kenan’ın El’ini (bu El ve İl kelimeleri de kaynağını İlah El’den alsalar gerek), gök tanrısı El’i kabul eder. Ama bunu kendi kabile önderliği gerçekliğiyle uyumlu hale getirerek yapar. El’in giderek tüm Arabistan yarımadasının “Allah”ı haline gelmesi, çöl çoban kabilelerinin totem (puta tapıcılık) geleneğini kırıp tüm kabilelerin tek tanrı sürecine girmesi, tek tanrılı din devriminin en önemli aşamasıdır.
Bu öyle kolay olmayacak, uzun bir süreci kapsayacaktır. Musa da bu El’i tek ilah olarak esas alacaktır, ama o öncelikle İbrani kabilelerin tanrısıdır. Kitab-ı Mukaddes’te bu husus şöyle geçer: “Sizi kendimle evlendirdim ve tüm insanlardan üstün tuttum.” Bu çok önemli bir hükümdür ve günümüze kadar Yahudi toplumunun özgünlüğünü ortaya çıkaran geleneğin oluşumunda temel rol oynar. Zaten ismini de değiştirirler. Bunu Musa sağlar. Önce Elohim olan ad, sonra özel kavim tanrısı haline getirilmesi sonucu Yehova (Yahudi ismi buradan gelir) adını alır. İsrail’in kelime manası da “El ile güreşen”dir; yani Tanrı El ile neredeyse eş kuvvette olan İbrani kabilesi, o kadar senli benlidir ki, tanrısıyla güreşebiliyor. Hz. İbrahim’in Kenan illerinde yaşadığı bu dönüşümler Kutsal Kitap’ta kendine özgü bir üslupla tanrı kelamı gibi konulmaktadır. Kabilenin giderek büyüdüğü ve –Mısır’dan çıkış sürecinde 72 kabile sayıldığına göre– önem kazandığı ortaya çıkmaktadır. Sayıları artınca bir emirlik konumuna geçerler. Yerel kabile birliklerinin ve küçük şehir devletçiklerinin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanırlar. Bazen çelişirler. Tıpkı bugünkü İsrail-Arap çatışması gibi bir durumu daha başlangıçta yaşarlar. Bu anlaşmazlık ve çatışma aynı karakterde halen devam ediyor. Hem de aynı yerde, Kudüs çevresinde. Hz. İbrahim dönemindeki İbrani kabilelerinin durumuyla Mısır’dan çıkış süreci arasındaki ilişkiyi ve oluşumu özenle değerlendirmek büyük önem taşır. Daha İbrahim döneminde göçün durmadığını, Mısır’a kadar gittiğini din kitaplarının Tanrı sözü biçiminde anlatması ilginç ve çok öğreticidir.
Tıpkı Aryen yoksul kabileleri zengin Sümer uygarlık alanına, şehirlerine aynı zaman diliminde Kassitler adı (Sümer dilinde Kassu=Fakir, Kassit=Fakir halk anlamına gelmektedir) altında nasıl yerleşiyorlarsa, Mısır içine doğru da benzer bir gelişme yaşanmaktadır. Birçok yoksul çöl kabilesi Mısır’a akmaktadır. Tıpkı zamanımızın ABD ve Avrupa’sına her taraftan akın eden göçler gibi. Mısırlılar, bu göçlere Abiru (kelime manası, tozlu çöl insanı) demektedirler. İbrani sözcüğü de bu kelimeden türemiştir. Kabile Urfa’dan, Harran’dan çıkarken böyle bir adı, özelliği yoktur. Mısır’da yoksul, ama yarı özgür kabileler olarak yaşam sürdürüyorlar. İçlerinde Yusuf örneğinde görüldüğü gibi, çok sınırlı olarak bürokrasi içinde yer bulan çıkıyor. Yusuf öyküsü, Mısır bürokrasisi içinde yükselişin kutsal tanrı kelamı haline getirilmiş biçimidir. Benzeri bir gelişmeyi Amorit kabilesi Akadlı Sargon’un öyküsünde daha özgün bir mitolojik anlatım biçiminde görmekteyiz. Öyle anlaşılıyor ki, adı sanı pek duyulmayan bir kabileden yeni bir hanedan yaratan ya da devlet adamı olan çok kişi için böyle öykülerin geliştirilmesi çok uzun bir tarihi geçmişe dayanmaktadır. İbraniler için Mısır süreci yaklaşık üç yüz yıl sürmektedir. Ağırlıklı ihtimal Mısır içindeki bir isyanda taraf durumuna gelmeleri ve Musa (Mısırca Mos=oğul) adlı bürokraside Yusuf gibi yer bulan birisinin bu anlaşmazlıkta yer alması, konumunun tehlikeye girmesi, ayrıca İbranilerle akrabalık bağının bulunması, yeni göçün çıkış ipuçlarını vermektedir. Çöl kabilelerinin halen güçlü olan serbest yaşama alışkanlıkları bunda rol oynayacaktır. Hem Mısır firavunu (İbrahim için Nemrut unvanı neyse, Musa için Firavun unvanı aynıdır, kralın unvanı anlamına gelmektedir) için güvenilirliklerini yitirmeleri, hem de eski kabile yaşamlarına duydukları özlem bu çıkışın maddi koşullarıdır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER