DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK 11.BÖLÜM (SON)
EK: TOPLUM, AHLAK VE SANAT:
İnsan olgusunun kendisi toplumsal varlığın bir ürünüdür. Toplumsal gerçeklik insanlaşmanın hem nedeni hem de sonucudur. Toplumsallaşma düzeyiyle insanlaşma düzeyi birbiriyle doğru orantılı iki gerçekleşme durumudur. Toplum olmadan insanın diğer canlı varlıklardan farklı bir anlam zenginliğini ve bütünlüğünü kazanacağını düşünmek kadar, insan olmadan da toplum gibi bir varlığın oluşabileceğini düşünmek mümkün değildir. Toplum denilen varlık, insandaki yaratıcılığın açığa çıkmasını sağlayan en büyük icattır. Bu anlamda insan yaşamının gelişme kapısını açan bütün icatlarının anası toplumsallık denilen icadıdır. İlk insan atalarının daha yeni yeni doğadaki diğer oluşumlardan kendilerini farklı kılacak bir yola girmelerine imkân tanıyan şey toplumsallık dediğimiz özellikleridir. İlk insanların hayatta kalmak için büyük yaşam mücadelesindeki imtihanlarını başarıyla geçmelerine olanak tanıyan da onların bilinçli veya bilinçsiz olarak kendilerinde taşıdıkları toplumsal karakterleri olmuştur. Bu realite sadece ilk insanlar için geçerli bir durum değildir kuşkusuz. Bugün de bir insanlıktan bahsediyorsak, bir yeni insan arayışı içindeysek, bunun toplumsallıktan kaynaklı insanda oluşmuş maddi ve manevi sisteminden kaynağını aldığı kesindir. Toplumsallık insan bireyini besleyen bir ana gibidir. İnsanın içinde terbiye edildiği, olgunlaştığı, kimlik kazandığı mekân da toplumudur.
Toplum, insan bireyine rağmen, ama onun varlığına dayalı olarak vardır;
Tüm olgularda olduğu gibi toplumun da kendi öz yasaları vardır. Yine her olguda olduğu gibi, toplumun da doğru bir işleyişle olması gereken doğrultuda gelişmesi için toplum içinde yaşayan insanların o yasaları bilmesi, o yasaları yaşamsal kılması ve geliştirmesi bir zorunluluktur. Çünkü toplumsal yasalar insan yaşamının yasalarıdır. Kuşkusuz toplumsal gerçeklikten ve onun insanı insan eden gücü ve yasalarından bahsederken, toplumun devletçi karakterinden dem vurmadığımızı baştan belirtmek istiyoruz. Çünkü toplumun devletçi biçimi bizim toplum olarak vurgulamaya çalıştığımız varlığın yoldan çıkmış tarzıdır. Özellikle Önder APO’nun Bir Halkı Savunmak adlı eserinden sonra, toplum derken, kendi içinde kadın merkezli, ahlaki ilkeye dayanan, komünal, demokratik ve toplum-birey dengesinin en yararlı bir noktada kurulduğu var olma biçimini anlıyor, bu temel kuruluş ve bir aradalık ilkelerine dayalı insanlık gerçeğine vurgu yapıyor ve onu esas alıyoruz. Toplumsal yasaların temelini oluşturan yasa, toplumun ahlaki bir örgüden oluşuyor olması gerçeğidir. Toplum özünde ahlaki bir birliktir. Ahlak, insanın bir arada olmasına neden olan ihtiyaçların insanda yarattığı edimlerin dışavurumudur. Ahlak aynı zamanda bir insanın gönüllü birliktelikten doğan yaşam gerçeğinde kendi görev ve sorumluluklarını insani bir görev olarak bilmesi ve yerine getirmesidir. Birlik olmayı bilmek, paylaşımcı olmak, eşitlikçi ve adaletli olmak, bu ve benzeri değer yargılarının pratik yaşayanı olarak etkinliklerde bulunmak ahlakiliktir.
Her ne kadar insanda toplumsal olma gerçeği bir öz olarak varsa da, öğrenme kültüründen dolayı insan kendisine ait olan birçok özelliğini toplumsal yaşam içinde değişik yöntemlerle sonradan başkalarından öğrenerek yaşar. Bu, ahlak için de böyledir. Ahlakilik bir toplumsal kültür olayıdır. İnsanın toplumsal gerçeklik içinde kazandığı zihniyet kalıpları ve ölçülerinin rengi her konuda olduğu gibi ahlakiliğini de belirler. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu, yine yarar ve zarar, güzel ve çirkin gibi birçok yaşam ölçüsü, insanın sonradan kazandığı zihniyet örgüsüyle direkt bağlantılı durumlardır. İnsan toplumsuz, toplum da ahlaksız olamaz. Bu temel ilkeden hareketle rahatlıkla belirtilebilir ki, var olan bir olgunun, yine sonradan öğrenilerek maddileşen bir gerçeğin doğruluk derecesi onun toplumsal düzeyiyle doğru orantılıdır. Eğer toplumu ‘varlık koşulumuz’ olarak kabul edeceksek, tüm değer yargılarımızı ve etkinliklerimizin ürünlerini toplumsal gerçeğin kendi öz terazisine vurabilir ve buradan çıkan sonuçlardan hareketle ne kadar insani - yani olması gereken- olduğunu rahatlıkla ölçebiliriz. Bu, özellikle günümüzün postmodern dünyasında yaşanan anlam ve kavram kargaşasında başvuracağımız temel bir yöntem olmak durumundadır. Toplumsal gerçeğin herhangi bir aşamasındaki zihniyet durumunu ve insanların toplumsal gerçeklikle yaşadığı uyumu ya da uyumsuzluğunu onun değişik üretim alanlarındaki ürünlerinden öğrenebiliriz. İnsanın en çıplak bir biçimde kendi gerçeğini dışavurduğu sahalar olmasından dolayı felsefe, bilim ve sanat olgularını insan, toplum ve ahlak bütünselliğinin karakterini anlaşılır kılmak için ele alabiliriz. Çünkü bu her üç olgu toplumsal zihniyeti belirler. Felsefe, bilim ve sanat, toplumdan öğrenme ve toplumu yeniden yaratmada hiçbir etkinlik sahasında olmadığı kadar bir içeriğe ve özgünlüğe sahiptirtir. İnsanın maddi ve manevi kapasitesinin toplamı içinde bu her üç alanın payına düşeni çıkarmaya kalkarsak, insana geriye çok az şeyin kalacağını belirtmeye gerek yoktur. Bu alanların diğer bir özgünlüğü de kendi dönemlerindeki zihinselliğin zirvesini temsil eden kişi ya da gruplarca yapılmasıdır.
Toplumsallık içinde toplumsal yeniden üretime katılmaya yol açan öğrenme olgusunda temel rol oynamaları da buradan ileri gelmektedir. Felsefe insanda sorgulamaya yol açıp yeni bir düşünsel mecrada akmaya yol açarken, bilim daha çok toplumun maddi üretiminin gelişimine katkı yapan bir özellik gösterir. Felsefe genel düşünsel üretimi ifade ederken, bilim daha somut ve güncel olanla ilgilenen bir konumda olur. Sanat ise düşünülüp pratikleşenlerin anlaşılır kılınmasına, onların yaşama daha rahat ve kabul edilir bir tarzda çekilmesine katkı yapar. Sanat çok sert olan bir yaratımı yumuşatarak toplumsal yaşama çekeceği gibi, gerçekleşmesi imkansız gibi görünen bir ihtiyacın düşünülüp yaratılmasını da sağlar. Bu noktalardan hareketle herhangi bir dönemin insanlarının nasıl düşündükleri, bu düşüncelerini nasıl pratikleştirdikleri ve bu pratiklerini toplumsal yaşamın diline hangi biçimlerde yansıttıkları temelinde o dönemin toplumsal karakterini ya da ahlaki örgüsünü anlamak mümkün olabilmektedir. Toplum ve onun ahlaki bütünselliğini en çok tanıma ve anlama zemini veren kuşkusuz sanattır. Çünkü sanat veya sanat ürününün tümüyle toplumsal bir özle gelişmesi zorunluluğu vardır. Sanat, bilim ve felsefeden daha çok insanın toplumdan öğrenerek kazanıp üretime dönüştürdüğü ürünlere dayanmak durumundadır. İnsanın kültürel yaratımlarının yaşama çekilmesini ve daha da somutlaşması için yeni biçimler altında topluma yeniden kazandırılıp farklı ürünlerin doğmasına vesile olmasını en fazla sağlayan da yine sanattır. Sanat hiçbir alanda olmadığı kadar insan yaratımlarına kimlik kazandırma özelliğine sahiptir. Bu özelliklerinden ötürüdür ki, zihniyet örgüsünün kurulmasında ve buna bağlı olarak ahlakiliğin temel ölçülerinin oluşturulmasında sanat çok önemli bir işleve sahip olmaktadır. Sanatın bu yanını toplumsal gelişimin her döneminde ve o dönemin kendi karakterinde görmek mümkündür.
Örneğin bilinçli toplumsallığın başlangıç dönemlerinde yaşamın bütününü oluşturan eylemlerin yansıtılış tarzındaki sanatsallığı değerlendirdiğimizde bu özellikleri çok açık ve sade olarak görebilmekteyiz. Toplumsal kuruluşun gerçekleşmesine öncülük eden kadının figürlerinin yapılması, ürünlerin paylaşım anlarının zevk veren duygularını ifade eden törenlerdeki ritüeller yine yararlı olan bitki ve hayvan resimlerinin çizilmesi yaşamın sanat diliyle izahı olmaktadır. Burada önemli olan şey, sanat dilinde anlaşılır kılınmak istenen olguların tümünün toplumsal yaşamın gelişmesine temel teşkil eden olgular olması gerçeğidir. Toplum neye dayanarak gelişiyorsa, o şey daha güzelleştirilmiş bir tarzda insanların zihniyetine sanatın estetik gücüyle yerleştirilmeye çalışılmaktadır. İnsanların kendi geleceklerini daha sağlıklı oluşturmak için ihtiyaç duydukları ne varsa sevilip sayılmalarına yol açmakta ve bunlar sanatla daha çok sevdirilmektedir. Sanatsal etkinliğin bu biçimde yaşamı mümkün kılan eylemlerinin insana yansıtılışı, insanoğlunun kendi ürünlerine içten bağlanmasını getirerek ahlaki olmayı sağlamaktadır. Bu şekilde toplumsallığın başlangıç dönemlerinde toplumsal yaşamın kuruluş dili ağırlıkta sanatsal olmuştur. Ya da sanat ö dönem yaşamının vazgeçilmez dili olmuştur denilebilir. Toplum şekillerinin var olmasını sağlayan değer yargılarının sanatın özgün dili ve tarzıyla sunumu, gücünden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar bir yeniden yaratım şekli olarak gelmiştir. Toplumun köleci biçimindeki mitolojilerin edebi karakteri, bu toplum sahiplerinin güç simgesi olan tapınakların mimarisi, egemen erkeği övgü ile tanımlayarak topluma kabul ettiren destanlar, şiirler, şarkılar ve tiyatro oyunlarının bu toplum biçiminin yeniden yaratılması ilkesi temelinde insanlığa kabul ettirmedeki rolünü kimse inkâr edemez. Kısacası toplumun köleci bir karakter kazanması için gerekli olacak hangi ‘değer’ varsa onun övülmesi, estetize edilmesi ve insanlara çekici gelecek biçime kavuşturulmasında temel işlev sanatın olmuştur.
Daha önce de vurgulandığı gibi, sanatın katlanılamaz kadar sert olan bir toplumsal çelişkiyi yumuşatarak insana sunması özelliği en çok da bu dönemde sistem kazanmıştır. Kuşkusuz bu toplum biçiminde sanatın yumuşatarak anlaşılır kıldığı çelişkiler, yaşamın doğal seyri içinde olup bitenlerin sanatsal sunumu değildir. Burada yapılan şey toplumun devletçi karakterinin gayri ahlaki yanlarını ve büyük baskı mekanizmalarını insanlara kabul ettirme, bir biçimde yanılsama yaratarak insanları kandırıp sisteme gönüllü hizmet eder duruma getirerek köleci ahlakı geliştirmedir. Toplumsallıktaki sapmaya paralel olarak insanların yoldan çıkmasına bu dönemde en büyük hizmeti sanat yapmıştır demek yerinde bir değerlendirmedir. Toplumun devletçi dönemindeki sapması gibi sanatın bu tarzda işlevselleşmesi de hiç tartışmasız bir sapmadır. Aynı sapmanın feodal dönemde de feodal toplumun toplumsal gelişim diyalektiğine paralel olarak sürdüğünü ve bu ilkenin en çok da kapitalizmde neredeyse yaşamı belirler bir düzeye ulaştığını gündelik yaşamdan rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Kapitalizmin bir sistem olarak sermayesini artırırken, yani kâr üzerinden kendini güç yaparken yaptığının esasta toplumun özünü oluşturan ahlaki örgüyü parçaladığı ve komünaliteyi darmadağın ettiği
bilinmektedir. Yine toplumun komünal özünün dayandığı gerçeklik olan kadına kapitalizmin varlık gerekçesi olarak saldırması da bilinen diğer bir gerçekliğidir. Hal böyle iken, kapitalizmin kendini topluma kabul ettirmesinde önemli bir saha olarak sanatın işlevi ya da sanatın toplumsal değer yargılarını ele alış tarzı nasıl olmaktadır? Bir kere kapitalizmin sistem olarak toplum karşıtı olduğu bilinmek durumundadır. Kapitalizm için en önemli gerçeklik bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sanatın toplumsal değerlerden beslenmesi zorunluluğu göz önüne getirildiğinde, sanatsal yozlaşmanın neden en çok bu dönemde gerçekleştiği de anlaşılmış olmaktadır.
Sanat ve sanat ürününde biçim, estetik, imgelerle anlatım, sanatsal zihniyetin zirvede seyretmesinden kaynaklanan eleştirel olma gerçeği, ruhsal ve düşünsel zenginlik yaratma gibi özgünlüklerin tümü kapitalizmde daha çok para kazanmak için yeniden ve yeniden egemen kesimlerin hizmetine sunulmak üzere kullanılır. Sanatın gücüyle insana ve topluma ölçü kazandırma temelinde yeni değerlerin kazanılmasına yol açmak, bugün sistemin lehinde müthiş bir inceliğe kavuşmuştur. Bugün toplumun uyuşturularak rahat yönetilir bir duruma getirilmesinde en önemli işlevi sanatın gördüğünü ve sanatın tam bir toplum karşıtlığı rolü oynadığını rahatlıkla söyleyebilecek bir durum söz konusudur. Dolayısıyla en büyük toplum karşıtlığının, başka bir deyimle ahlaksızlığın sanat sermayedarlarınca, sanatçılar eliyle ve sanat ürünleri yoluyla yapıldığını rahatlıkla söylemek mümkündür. Günümüzde insanın toplumsal bir varlık olduğu ve toplumun komünal öze dayalı oluştuğu bu ilkesini hissederek, bir arada olmayı ifade eden düşünce ve duyguların bütünselliğini anlatan şeyin ahlak olduğunu yansıtan ve bunun etrafında yaşamın kendini yeniden üretimini salık veren ne bir sanat insanına ne de sanat ürününe neredeyse rastlanmamaktadır. Özendirilen şey bireycilik ve özel mülkiyet etrafında olup biten kavgalar ve bu kavgaları yapan tiplerdir. Sanat insanı, toplumda en duyarlı olan, olay ve olgulara en hassas yaklaşan, kişi olarak herkesin kolay göremediğini görebilen, buradan da yaşanan sosyal sorunlara çözümler üretecek zihniyetin oluşmasına katkı yapacak bir duruş içinde olmak zorundadır. Toplumun yaşamını belirleyen pratikler, eylemler neler olmuşsa, sanatın bunları kendi özgün yöntemleriyle sunumu olması gereken yöntemdir. İnsanın beğeni ölçülerini, tercihlerini yükseltme temelinde sürekli değişimi ve ilerlemeyi en çok da sanat öngörür ya da böyle öngörmek durumdadır.
Toplumsal yaşamın anlamlı kılınması için sanat tüm dönemlerde olması gereken toplumsal yeniden üretimi yapmakla yükümlüdür. Özünde sanat böyle bir faaliyettir. Sanatsallık birilerinin diğer insanlardan çok yetenekli olmasından ya da birilerinin bunu çok severek yapmasından kaynaklan bir olgu değildir. Tıpkı toplumsal işbölümlerinde olduğu gibi, bazı insanların da sanata duyarlı olması veya sanat işi için olması gereken işlevselliği göstermesi normaldir. Sanat için kimi özellikler herkeste bulunmayabilir. Örneğin kulağa hoş gelen bir ses gibi. Sanat işi için gerekli olan diğer birçok şeyin sonradan kazanılacak eğitimle geliştirilebileceğini biliyoruz. Ancak bugün sistemin yaşam alanlarını parsellemesinden ötürü, sanatla uğraşanlar da kendilerine has bir ‘sanat dünyası’ yaratmışlardır. Sanat adeta birilerinin işiymiş gibi bir hava estirilmektedir. Sanatçıların çok önemli bir kesimi sanattan kazandıklarıyla neredeyse dünyanın zenginlerinden olmuşlardır. Sanatın para kazandıran yanının çok fazla önemsenmesi, sanat camiası içinde kendine has bireycilikler ve kaprislerin oluşmasına yol açmıştır. Tıpkı sistem içindeki diğer alanların özgün işleyişe kavuşması ve kendilerine ait hukuk belirlemeleri gibi sanat da etrafına bir çember çizmiştir. Sanayi şirketlerinin kendi aralarındaki rekabeti gibi, sanatçılar arasındada rekabetin olması bile kendi başına birçok hususu anlatmaya yeter. Bu çember ne kadar hızlı sistemin büyük çemberi yönünde dönerse, o kadar çok para gelmektedir. Sistem için gerekli olan insan bireyci ve iktidarcı tiptir. En kutsal şey özel mülkiyettir. Özel mülkiyet toplumdan çalmaktır. Sanat da günümüzde toplumun kültürel değerlerini pazarlamaktadır. İnsanlar bilimsiz, hatta felsefesiz de olabilirler, ama sanatsız olamazlar. Bu sanatçıların yeteneklerinden ve diğer insanların yeteneksizliğinden kaynaklı gelişen bir gerçeklik değildir.
Toplumsal yaşamda işleyen soyutun somuta dönüşüm yasası gereği, sanat soyutlamalar yaparak toplumsal hafıza yarattığı için, insan yaşamında olmazsa olmaz gibidir. Bugün ağırlıkta sanatçıların ve özellikle sanat etrafında oluşmuş sermaye şirketlerinin daha da zenginleşmek için sanatı kullanmaları, yukarda vurguladığımız sistemin ahlaksızlığını kullanarak zenginleşmeyi sanat üzerinden yapma tarzlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü ahlakilik toplumsal olmak, toplumsal düşünmek ve yaratmaktır. Toplumdan maddi ve manevi olarak özel mülkiyet ilkesine göre yararlanmak çalmaktır. Çalmak hırsızlıktır. Bu hırsızlık eylemi, ahlakisizlik, devletçi toplumda ahlaki bir ilke olarak geliştirilmekte ve tüm insanlık buna çekilmek istenmektedir. Her devletçi toplumsal sistem bunu kendi varlık koşulu olarak hep uygulamış ve o dönem sanatı da bu temel yöntemleri kendi alanında pratikleştirmiştir. Bugün de olan bu yöntemin kapitalistçesidir. Kapitalizm ekonomik bir sistem olarak toplum karşıtı bir yapılanmaysa, bu sistemi topluma beğendiren, onu insanlara sevdiren, bu beğeni ve sevgiyi geliştiren sanatın oluşturacağı beğeni ölçülerinin toplum karşıtı olmadığını söylemek saflık olur. Bu çarkın dönmesi için tüm yetenekler, imgeler ve estetik kurallarını işlemek en büyük sanatçılık olarak ortamda dört dönmektedir. Tüm birincilikler, ödüller bu çarkın işlemesinde yetenek gösterenlere verilmektedir. Bunu en iyi yapanlar ‘idol’ olarak topluma sunulmaktadır. Bu ‘idollerin’ konuşmaları, yemeleri, içmeleri, giyimleri, kısaca tüm davranış halleri moda olarak insan topluluklarının gündelik yaşamlarını etki altına alarak pazar içine çekmekte ve sisteme monte etmektedir. Sanatın hem para getiren hem de malların satılmasına hizmet eder durumu bu sapmadan ileri gelmektedir. Sanat artık kendisiyle birlikte birçok değer yargısının satılmasına da hizmet etmektedir.
Sanatın toplumsal ahlakla içine girdiği büyük karşıtlığını en iyi gözlemleyebileceğimiz noktaların başında kadın-sanat hususu gelmektedir. Pazar ve tüketim amaçlı yapılan sanatta, sermaye getiren her şeyin bir imge olarak kullanılması anlaşılır bir durumdur. Erkek egemen sistemde sermaye sahibi olarak alım gücü olan erkek olduğu için, pazarlanacak şeylerin erkeğin düşünce, duygu ve güdüsüne hitap etmesi esastır. Devletçi toplumda pazar sahibi ve alıcının erkek, pazarlananın kadın olması bu ilkeden kaynağını almaktadır. Özellikle kadının bugün sanatta tam bir pazarlanan ve ürünü pazarlayan imge olarak kullanılması da buradan ileri gelmektedir. Bu ilke burada anlatıldığı kadar basit bir pazar işleyiş mekanizması içinde gerçekleşmemektedir. Kadını bu temelde kullanım tarzının binlerce yıllık arka planı vardır. Toplumun etrafında kendini tanıma kavuşturduğu güç kadındır. Toplumun öz yasaları kadının doğasından yansıyan değerlerin kurumlaşmasıdır. En güçlü toplumlar kadının etkinliğini en fazla yansıttığı komünal demokratik karakterli toplumlardır. Toplumsal gerçeklikten sapmanın zirvesi olan kapitalizmde kadın karşıtlığı bu tarihsel yasadan kökenini almaktadır. İlk sanat ürünleri olarak değerlendirebileceğimiz heykellerin kadını işlemesi ve ritüellerin kadını kutsamasından sonra, kadını oynatılan bir figüre dönüştüren bugünün sanatı ilginç bir durum teşkil etmektedir. Kadının bir insan ve bir cins olarak toplumsal etkinlikten düşürülmesinin ilk sonuçları, kadının erkeğin mülkü olarak cinselliği ile erkeğin ve sistemin hizmetine sokulmasıdır. Bu realite her dönem daha da geliştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Günümüz sanatında da kadının tam bir cinsel figüran olarak kullanılması bu yasanın bir sonucudur. Bu sapmada sanat, toplum ve tarihsel arka plan diyalektiğinin nasıl işlediğini bir kez daha görebilmekteyiz.
Sanatsal yaratımda bizzat kendisi bir sanat olan toplumsal yaşam ve ihtiyaçlar diyalektiği ile bu ihtiyaçların belirlendiği merkezler kadar, ihtiyaçların anlam-olgu ilişkileri bakımından da incelenmesi, belirttiğimiz bütün diğer noktaların bir bakıma kısmi de olsa temel mantığını verecektir. Bir kere kesinlikle sanatsal eylem belirli anlam kümelerinin toplumu tanımlayış biçimi olmak kadar, belirli anlam kümelerinin tanımladıkları toplumdan kaynaklanmak gibi bir gerçeğinin olduğu da unutulmamalıdır. Hal böyleyken, bu ikili birbirini besleme durumunu inkâr etmek anlamına gelen, kimi kendilerince ‘ideolojik olmayan’ düşünüş biçimlerinin parçaladığı bilinç biçimleriyle sanatsal etkinlik ve yaratım ilişkisini koparan anlam dizgelerinin varlığı da endişe vericidir. Postmodernizmin kendi somutunda bütün dünyaya hâkim kılmaya çalıştığı bu anlayış “Anlamın anlamı yoktur, anlamın anlamı sonsuz imadır” biçiminde formüle edilebilmektedir. Bu yüceltilmesi gereken ile reddedilmesi gerekenin bir saptırmayla biribirine karıştırıldığı bir çarpık bilinçlendirmedir. İdeolojik-felsefi boyutları bir tarafa, sanatsal etkinlik açısından son derece kapsamlı irdelenmesi gereken yan da budur. Kuşkusuz herhangi bir sanatsal etkinliğin kim tarafından, kimin için yapıldığı sorusu o etkinliğin köken ve amaçlarını ele verecektir. Postmodernizm özellinde bu bütün saptırma çabalarına rağmen cevabı bulunmuş bir sorudur. Hiçbir etkinlik yoktur ki, bir düşünsellikten, toplumsallıktan ve onun düşünsel örgüsü olarak ideolojiden kaynaklanmasın, ondan beslenmesin ve ona dönmesin.
Avrupa ortaçağında kilisenin elinden kurtarılan, bunu Reform ve Rönessans’la başaran sanatsallık postmodernizm özelinde yeniden adeta kiliseye, engizisyona gönderilir gibidir. Sanatsal duruşun cezalandırılması artık toplumcu, demokratik nitelikleri ölçüsünde arz-talep dengesinden dışlanması tarzında olabilmektedir. Bu bile tek başına postmodernizmin sanki bir din görüntüsüne büründüğünün açık kanıtıdır. Açık ki sanat bir varlaşma biçimi olarak kendinden bir şey değildir. Yine sanatsal duruş ve yaratım bir süreç olarak insanlık tarihi ve onun demokratik talepleriyle birlikteliğini inkâr edemez. Bizim anılan kimi yaklaşımların gıdasını aldığı Avrupa modernitesinin ‘doyuma ulaşmış’ özel bilinç biçimlerinin tekelinde şekillenen tartışmalarla entelektüel düzeyde tartışma ve karşıt argümanlar bakımından olmakla birlikte zihinsel birlikteliğimiz olamaz. Toplumsal kuruculukta sanatın rolünü düşünürken, onun kaynaklandığı ve dayanmak zorunda olduğu ahlaki duruşu da tarihinden alması gerektiği, yansıtacağı gerçeklerin de buradan çıkış bulabileceği gerçeği tartışmasızdır. Sanat toplumdan gelmiştir, onu ilerletir, ona döner.
CİHAN EREN 11.BÖLÜM (SON)
YORUM GÖNDER