HAKİKAT YOLDAŞLIĞI (4.BÖLÜM)
Doğu’ya Giden Yol;
En yakın alan olarak Hindistan'da MÖ. 500-400’lü yıllar arasında yaşamış olan ve gerçek ismi Siddhartha Gautama olan yerel bir krallığın prensi, hakikat yolculuğuna çıkmıştır. Kendisine buda da denmektedir. Buda, kelime olarak aydınlanmış anlamına gelmektedir ki, budizm de bundan türetilmiştir.
Gautama, sarayın şatafatlı hayatı içerisinde halkın durumundan bihaber yaşarken, bir gün çok acı çekmekte olan yaşlı bir adamla karşılaşır ve bundan etkilenerek, halkın çektiği acıları görmek için halkın arasına karışmaya karar verir. Toplum içerisinde geçirdiği günlerden sonra çileci bir derviş olarak yaşama kararı alır. Kendisi için edindiği amacı şu sözleri ile dile getirmektedir:
“Bedenlerinizin mundarlıklarla dolu olduğunu biliyorum.
Doğumla ölüm, hastalıkla ihtiyarlık sizinledir.
Bense insanların erişmesi güç olan ödülü istiyorum.
Bilgelerin gerçek ve şaşmaz bilgeliğinin peşindeyim…”
Bununla beraber artık kendisini bir hakikat arayışçısı olarak tanımladığını görmekteyiz. Yaşadığı altı yıllık bir çile hayatından sonra kendisinin aydınlığa ulaştığını belirterek, Guatama Buddha (Aydınlanmış Guatama) ismini alarak kendi öğretisini yaymak için Hindistan’ı dolaşmaya çıkar. 80 yaşına kadar da bu uğurda gittiği her yerde kendi öğretisini insanlara anlatır ve 80 yaşında ölür. Ölümünden sonra ise buda’nın öğretilerini kendilerine esas alan ancak farklı şekillerde yorumlayan değişik buda okulları kurulur.
Buda, kendisine amaç edindiği bilgelerin gerçek bilgeliğinin peşinde olmayı; yani hakikat arayışçılığını herkes için telkin eder. O tam anlamıyla bir arayışçıdır. Buda aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunmak yerine, aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup, kendi eylemleriyle, deneyimleriyle doğrulamalarını öngörür. Bu anlamıyla aydınlanma yolunu (budalık) yani hakikat arayışçılığını herkese açık tutar. Bu anlamıyla buda’da mutlak hakikat yoktur. Herkesin kendi aydınlanma yöntemi ile hakikate ulaşma gücünde olduğuna inanır. Buda’nın yaşadığı dönemde budizm bir din, buda da bir peygamber değildir. Budizmin mutlak yasaları yoktur. Buda kendisini, tanrı mesajı taşıyan ya da emirlerini bildiren bir elçiden veya peygamberden çok insanların ve tanrıların öğretmeni olarak tanımlamıştır. Buda, “aydınlığa körü körüne bir inançla değil, kişinin kendini bulmasıyla” ulaşılabileceğini belirtir.
Buda aydınlanmayı fark edebilmek için bir yaratıcı tanrıya gerek olmadığına inanmıştır. Doktrinlerinin ezber ve inançla öğretilmesi yerine, kişinin kendisi için doğruluğu nasıl keşfedebileceğini öğretmeye çalışmıştır. Budizm'in odak noktası; inançlardan ziyade, eylemlerdir.
Buda’da her ne kadar mutlak yasalar olmasa da “Dört Yüce Gerçek” ve “Sekiz Aşamalı Asil Yol” bütün budist okullarında itibar edilen öğretilerdir. Bunlar biraz da buda’nın kendi hakikat yoğunlaşmalarında ulaştığı esaslar oluyor. Buda, ulaştığı aydınlanmadan sonra verdiği ilk vaazda bunları dile getirmiştir. Bunlar:
Birinci Gerçek, Dukkha: Acı hayatın ve varoluşun bir parçasıdır. İkinci Gerçek, Samudaya: Acıların kaynağı arzu ve isteklerdir. Üçüncü Gerçek, Nirodha: İstek ve arzular bırakılırsa, acılar sona erdirilebilir. Dördüncü Gerçek, Magga: Acıların sona erdirilmesinin yolu, “Sekiz Aşamalı Asil Yol”dan geçer.
“Sekiz Aşamalı Asil Yol” ise en önemli budizm öğretilerindendir. Buda’nın belirlediği “Dört Yüce Gerçek”in sonuncusudur ve Nirvana’ya giden (acıları sona erdiren) yol olarak kabul edilir. Budizm, acıdan ve ıstıraptan kurtulmanın ancak bu sekiz yol sayesinde olacağını savunmaktadır. Bu sekiz yol da:
Gerçek bilgi
Doğru zihniyet
Doğru söz
Doğru davranış
Doğru yaşam biçimi
Gerçek çaba
Gerçek dikkat
Gerçek uyanık olarak sıralanmaktadır.
Budizm’in bu öğretileri incelendiğinde zerdüştlük ile benzerliği hemen göze çarpar, zira ilk iki maddede dile getirilenler, zihniyete dönük vurgulardır. Zerdüşt’ün “iyi düşün” ilkesiyle birebir örtüşmektedir. Üçüncü madde “doğru söyle” ilkesiyle uyumluyken, geri kalanlar “güzel yap” ilkesiyle aynı anlama gelmektedir.
Toplumsallığın güçlü bir kavranışına dayanan bu öğretileriyle buda, kendi döneminin en büyük filozoflarından ve ahlak kurucularındandır. Öğretileri sadece ahlaki ilkeler ve tespitler içermez, kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı bir evren yaklaşımı da vardır. Budizm’de nihai hedef olan Kurtuluş’la (Nirvana’ya ulaşma) gerçekliğin doğru bir şekilde algılanması yakından ilgilidir. Ancak kendinin ve tüm olguların gerçek doğasının farkına varan kişinin, ıstıraplardan (Dukkha) ve sonsuz yeniden doğum döngüsünden (Samsara) kurtulabileceği belirtilir. Varlığın doğasına ilişkin tespitleriyle budizm diyalektik materyalizme yakın görüşler dile getirir.
Budist felsefenin önemli bir parçası da “bağımlı kaynaklanma” olarak ifade edilen ve diyalektiğin “her şey birbirine bağlıdır” ilkesiyle benzerlik gösteren ilkesidir. Buda bu ilke ile tüm olguların, bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde, neden ve etkiler ağından ortaya çıktığını ifade eder.
Kayıtlara göre buda kendisini bir örnek olarak göstermiş, ancak takipçilerinden kendisine inanç beslemelerini talep etmemiştir. Ayrıca öğretilerinin olduğu gibi kabul edilmemesini söylemiş ve takipçilerini bunları kendi başlarına test edip kabullenmeleri için cesaretlendirmiştir. Ancak temelde bir ahlak öğretisi olmasından kaynaklı olarak da, aslında bazı temel kurallarla toplumsal yaşama da bir biçim kazandırmaya çalışmıştır. Ortaya koyduğu ahlak kurallarını dört temel toplumsal alana göre ayrıştırmıştır. Birincisi temel ahlak kuralları (Beş İlke) olarak, daha çok toplumda herkese sunulan ilkelerdir. İkincisi; çileci temel ahlak kuralları, (Sekiz İlke) rahip olmak isteyenlerde aranan ilkeler oluyor. Üçüncüsü; öğrenci rahiplere dönük ahlak kuralları (On İlke) ve son olarak da rahiplere dönük ahlak kuralları (Vinaya ya da Patimokkha) biçiminde tasarlanmıştır.
1. Can almaktan kaçınmak,
2. Verilmemiş olanı almaktan kaçınmak (hırsızlık yapmamak),
3. Tensel (cinsel) suistimalden kaçınmak,
4. Yalandan kaçınmak (her zaman doğruyu söylemek),
5. Farkındalık kaybına yol açan sarhoş edici maddelerden (özellikle alkol ve uyuşturucular) uzak durmak, İlkeler uyulması zorunlu emirler olarak değil, halkın istekleri doğrultusunda kabul edip izleyeceği, uygulamayı kolaylaştıran eğitim kuralları olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla başkalarını ahlaki olarak yargılamak için kullanılmazlar. Çileci temel ahlak kuralları veya Sekiz İlke olarak isimlendirilen kurallarda, cinsel suistimal hakkındaki üçüncü ilke daha katıdır ve “bekarlık ilkesi” olarak değiştirilmiştir. Diğer üç ilke ise lüks tutkusuna ve nefse hakimiyete dönüktür.
6. Yanlış saatlerde yemekten kaçınmak (yalnızca gün doğumundan öğlene kadar yemek),
7. Dans etmekten, müzik çalmaktan, mücevher takmaktan, makyaj malzemesi kullanmaktan, gösteri ve eğlencelerden kaçınmak,
8. Yüksek veya lüks sandalye ve yatakları kullanmaktan kaçınmak.
Sonuç itibari ile buda, hakikatin kendisinden ziyade, hakikate ulaşmanın yöntemiyle daha fazla uğraşmıştır. Herkesin hakikate ulaşmada kendi çabasının ve eyleminin belirleyici olması, aslında hakikatte insan iradesinin rolü ile insan aklına olan sonsuz güveni açıkça ortaya koymaktadır. İnsan aklına ve iradesine olan bu sonsuz güven dogmalara ihtiyaç duymayan ve toplumu gönüllü ahlak kuralları ile bir araya getirmenin mümkün olduğu bir sistemin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu yaklaşımıyla buda da komünal toplum geleneğinin bir parçası olarak ana ırmağın akışına kendi yatağında bir kol olarak katılmayı başarmıştır.
Bu ırmağa katılan bir diğer kol ise; hemen hemen aynı tarihlere denk gelen ve coğrafik olarak buda’dan biraz daha ötede olan Çin’de ortaya çıkmış olan taoizm olmaktadır. Her ne kadar taoculuk MÖ. 6. ve 3. yy.’lar arası dönemde ortaya çıkmış olsa da bunu daha çok MÖ. 4000 yıllarına dayanan Çin neolitiğinin gelişmesine yol açan düşünce yapılarının bir devamı olduğunu dile getirenler daha fazladır. Yani özü itibariyle taoculuk da, komünal toplum geleneğinin bir devamı olarak Çin’de bu dönemler içerisinde iktidar yapılarının yol açtığı toplumsal sorunlara bir çözüm arayışı içerisinde olmuştur. Ortaya koyduğu çözüm yaklaşımlarının felsefik, mitolojik ve dini yapılarını da daha çok evrensel hakikati anlama ve tanımlama üzerine oturtmuştur.
Taoculuğun ilk düşünürleri kabul edilen Lao-tzu ile Chuang-tzu, yaşadıkları dönemin büyük siyasi ve sosyal karmaşalarına karşılık “kalıcı bir sosyal düzen nasıl sağlanır?" sorusuna yanıt bulmanın arayışı içerisinde olmuşlar ve Çin neolitiğine dayandırılan Tao (Yol) öğretisini de bu amaçla geliştirmişlerdir. Taocu felsefenin, kadim zamanlara ait bir doğaya tapınma ve kehanet geleneğinin gelişmiş bir yorumu olduğu birçok araştırmacı ve filozof tarafından kabul edilmektedir. Bu anlamıyla taoculuğu en iyi tarif eden, yine Tao’nun kelime anlamı olmaktadır. Tao kelime olarak Yol, Söz ya da Öğreti anlamlarına gelmektedir. Yani özü itibari ile Tao’nun kendisi yine bir yol durumunu ifade ediyor. Durağan sabit bir kavram olmaktan ziyade öncesi, şimdisi ve sonrası olan bir hareket durumuna tekabül ediyor. Tam da hakikat arayışçılığı olarak tanımlamaya çalıştığımız durumu ifade ediyor. Peki, acaba gerçekten de aradığı hakikat ne kadar komünal toplum hakikatidir?
Öncelikle Tao’da evreni tanımak gerek. “Tao, taşta uyur; çiçekte rüya görür; hayvanda uyanır; insanda uyandığının farkına varır” sözü, derin evren anlayışını içinde barındıran bir söz olmaktadır. Tao-yol olarak tanımlananın bir süreç olduğu çok açık ifade ediliyor. Bu süreç ise taştan (veya bir zerreden) başlayarak çiçeğe, hayvana ve son olarak da -bugün genel bir kanı olarak herkesin kabul ettiği- kendi farkına varan doğa olarak insana ulaşan oluşum sürecini tarif etmektedir. Oluşumun bütünlüğü, kesintisizliği, canlılığı ve amacı dile getiriliyor. Amaç Tao’nun kendi farkına varabilmesi, kendisini düşünmesi, görmesi, hissetmesi. Bu anlamda doğa Tao’nun tam bir tezahürüdür ve Tao'da simgeselleşmiş olmanın mükemmelliğini ve birliğini ifade ediyordu. Dünya mükemmel ve kutsaldı.
Ayrıca taocu doğa anlayışında, doğanın ve evrenin zıt oluşumlarının birliği ilkesi esastır. Düalist nitelikte olan tüm zıtlıklar, örneğin iyi ve kötü, karanlık ve aydınlık, soğuk ve sıcak, yaşam ve ölüm, dişil ve eril gibi zıtlıklar, birliğin farklı açılardaki görünüşleridir. Anti-tez niteliğindeki zıtlıklar, yin ve yang olarak simgeleştirilmiştir. Yin ve yang terimlerinin taoculuk öncesinde kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Yin sözcüğünün soğuk ve kapalı hava düşüncesini çağrıştırdığını ve içsel olan için kullanıldığını; yang teriminin ise güneşli hava ve sıcağı düşündürdüğünü hatırlatıyor... “yang ve yin zamanın somut ve antitez nitelikli yönlerini belirtiyor. ... Demek ki dünya, 'sırayla birbirinin yerini alan ve birbirini tamamlayan iki tezahürden oluşan, döngüsel nitelikte bir bütünlük' gösterir." (Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi-Cilt II)
Taoculuk, yol açtığı toplumsal sorunlardan dolayı uygarlığa karşıdır. Pek çok toplumda olduğu gibi Çin toplumunda da pek çok öğreti cennet hayaliyle geçmiş yaşama bir özlem duymuştur. Taocular da insan toplumsallaşmasının başlangıç halini ‘mükemmel’ olarak addederek, onun o kendiliğinden akan ve mükemmel bir uyumu temsil eden gerçekliğiyle yeniden buluşmayı cennete ulaşma olarak tanımlamışlardır.
Yine toplumsal sorunların kaynağının insan icadı olan yapılar olduğunun derin bilincindedir. Bu nedenle toplum için doğal olanı savunurlar. Doğal topluma karşı yapılan tüm müdahalelere karşıdırlar. Bunu eylemsizlik olarak adlandırsalar da, bu daha çok uygarlık kurumlarının toplum üzerinde gerçekleştirdikleri eylemleri sınırlandırma amacı güden bir yaklaşım olmaktadır. Devleti ‘kaçınılmaz kötülük’ olarak gören Tao’ya göre, “hükümdarların da en iyisi varlığı fark edilmeyendir” ve “Esnek ve zayıf olan, katı ve güçlü olanı yener.”
Dünyanın seyri olan Tao'ya karşılık olarak insanın içinde ‘Te’ denilen kuvvet vardır. Te, Tao'nun insandaki gerçekleşmesidir. Herkesin içinde mevcuttur, ancak bu öz doğru işletilmeli ve terbiye edilmelidir. İçinde Te'nin geliştiği bir insan, kendisine ait arzusu olmadan tıpkı bir çocuk gibi tümüyle dıştan belirlenmiş olacaktır. Tao ile uyumlu bir gerçekleşmeyi sağlayan kişiyi, günlük yaşamın sorunları ilgilendirmez. Hatta bazen kişi o kadar Tao ile bir olur ki, tıpkı Tao gibi ölümsüzleşir. Tao olarak tanımlanan yol, insanda bir gerçekleşmeye bu biçimiyle kavuşmuş olur. Doğaya, topluma ve insana olan bu yaklaşımları da ortaya koymaktadır ki Tao öğretisi de hakikat arayışçılığının Çin’de almış olduğu biçimi ifade eder. Bu sayede Tao, geleneğin bir halkası olarak bu sürekliliği devam ettirir.
Uğradığı her durakta bir emaresine rastladığımız hakikat bir Tao-yol olarak kendisini bu biçimiyle ulaştırmayı başarmıştır. Hakikatin bir rejim haline dönüştüğü her alan göz önüne getirildiğinde; merkezi uygarlık sistemlerinin topluma yaşattığı kırımların bir kriz halini aldığı dönemlerde toplum kendisini uygarlık karşısında bir savunma sistemi yaratmaya çalışmış ve bunu ancak bu biçimiyle gerçekleştirmiştir. Bazen bir din, bazen bir mitoloji, bazen mistik bir öğreti ya da felsefe ile kendisini ifadelendirmeye çalışmıştır. Tabii özellikle Ortadoğu ve Uzakdoğu’da inanç ağırlıklı sistemlerde dile gelen hakikatin felsefik ifadelere de kavuştuğu açıktır. Ancak tüm bu hakikat arayışlarının ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden tamamen felsefeye dayalı bir hakikat arayışçılığının, özellikle Yunanistan’da ulaştığı durağın da kendi içerisinde özgünlükleri olduğu açıktır.
DERLEME
YORUM GÖNDER