İMRALI KAYALIKLARINA ÇİVİLENEN HAKİKAT (1.BÖLÜM)
''Gerektiğinde, varlıkları söz konusu olduğunda, özgürlük ve onurlarını yitirmekle karşı karşıya kaldıklarında halkların direnmeleri kaçınılmaz olur. Direniş dışında hiçbir yöntem varlıklarını, özgürlüklerini ve onurlarını korumaya götürmez. Kürdistan’da direnmek, özgürlükten ve kurtuluştan önce varoluş yöntemiydi''. (HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN)
Kimileri Machiavelli gibi her ne kadar direnişi hukuki bir kavram olarak nitelendirse de, özünde direniş yaşama mahsustur ve yaşam iddiasında bulunan tüm varlıkların ortak çabası, yokluk karşısında varlık bulma iradesi ve öz savunması olarak karşımıza çıkar.
Yaşama gücünü taşıyan her varlık bu güce sahip olma bilinciyle hareket ettiğinde kendine yöneltilen saldırıları karşılayabilme, direnç göstererek boşa çıkarabilme ve direnişi örgütleyebilme yeteneğini gösterir. Bu nedenledir ki direniş, canlılık ve yaşam belirtisi gösteren her varlığın varoluş gücü ve oluşum kaynağıdır. İnsan bahsinden hareketle değerlendirdiğimizde özü, toplumsal örgütlülüğe, ahlaki ve politik insana, özgürlüğe dayanır. Ahlaki- politik toplum bilinci, onun özgürlük anlayışı ve bunun için örgütlenme olmaksızın hakiki manada direnişten söz etmek mümkün değildir.
Çünkü insan denen varlığın oluşumu özgürlükten, özgürlük için ahlaki politik bilincine erişmekten ve bunun için direnmekten, direnişi örgütlemekten geçer. Zira bir toplum için direniş, kendisi hakkındaki düşünce eylem gücünü koruması, saldırılar karşısında öz değerlerini savunabilmesidir. Dolayısıyla direniş, var olma, varlığını anlamlandırma ve kendi varlığında sürmenin dolaysız ve biricik çabasıdır. Toplumsal politik bir varlık olarak insanı ve insansal varoluşun örgütlü ahlaki ve politik ifadesi olarak toplum gerçeğini, bu sebeple direnişsiz düşünebilmek güçtür. Direniş gösteremeyen, Öcalan’ın demesiyle “kendi hakkında düşünce ve eylem gücünü yitiren toplum, kendi için varlık olmaktan çıkmış dolayısıyla gelişimi kesintiye uğratılmış olan toplumdur. Ortak aklın işlemediği, politikanın ve ahlakın özgürleştirici özelliğinin yitirildiği böylesi bir durumda yaşanan toplumsal kötürümdür, felçtir. Zira bir toplum ancak felç edildiğinde direniş gösteremez hale gelir.
Toplumsal felç, toplumsal bünyeyi meydana getiren örgütsel ağların ve beyni oluşturan ideolojik yönetim gücünün işlevsizleştirmesi ve işlemez hale gelmesi durumudur. Toplumun düşünce ve hareketten, teori ve pratikten düşerek ağları arasında bağ ve bağlam oluşturumaz, birlik ve eylem üretemez hale gelmesidir. Toplumsal yaşamın sekteye uğratıldığı bu türden anları toplumsal bilinç, “ölü toprağının serpildiği anlar” olarak değerlendirilir. Yanı sıra, toplumun kendi zamanını yaşayamaması anlamına gelir. Peki “kendi için varlık” olamayanın zamanı kendinin edebilmesi mümkün müdür? Tarihsel toplum bilinçliliğinin bu soruya verdiği yanıt, bunun mümkün olamayacağı yönündedir. Kendi için varlık olamayan, başkaları için varlık olma özelliği sergiler ve haliyle başkalarının zamanını yaşar. Varlık, var olma fiiline anlam ve biçim kazandırmak ve bu doğrultuda zamanı kendinin kılmak istiyorsa, kendi özünü kavramak ve ona sahip çıkmak, yani direnmek zorundadır. Böylesi bir sahiplenme sayesindedir ki varlık zamanın kendisi haline gelir ve kendi için varlık olma yolunda bilinç ve form kazanır. Bütün toplumsal, ulusal ve bireysel gerçekleşmelerin şeysi bu çerçevede hayat bulmuştur. Bunun dışında kalan tek bir varlık bulma ve özgürleştirme hali yoktur. Toplumun kendi doğasına göre hareket ettiği ve tamamen kendi zihinsel etkinliğiyle tercihte bulunduğu bu türden bilinç ve form bulma anları ancak direnişle varlık bulmuştur ve biz bunu özgürlük ve özgünce oluş anları olarak tanımlıyoruz.
Özgürlük, yani öz’ün kendi değerleri temelinde herhangi bir baskıya maruz kalmaksızın kendini sürdürebilmesi ve güçleşmesi olayı olduğuna göre, direnişi bu oluşan meşru yaşam gücü ve enerjisi biçiminde bir yoruma kavuşturmak daha doğrudur. Devlet ve iktidar aygıtlarının “yasallık” kılıfları karşısında direnişi, daha otantik, daha köklü ve daha tarihsel-toplumsal bir aidiyete ve meşruiyete sahiptir. Meşruluğunu tarihsel ve toplumsal yaşamın kendisinden, varoluşun çoklu ve özerk karakterinden alır. Yasallık ise, iktidar ve devletçe üretilmiş sınıfsal tahakküme ve bu tahakkümün sömürüye dayalı kemirgen karakterinin cezai kurallarla güvence altına alınmasına dayanır. Neticede toplum, insan ihtiyaçlarının bir gereği, devletse kusurlarının bir ürünü olarak açığa çıkmıştır. Toplum, ortak yaşamı, iyi, doğru ve güzel olana ulaşma ereğini tanımlarken, devlet bir avuç sömürgen bürokratın ve hakim tekellerin topluma uyguladığı şiddeti ve mutlak kötülüğü tanımlar.
Her ne kadar Machiavelli, bozuma ve yozlaşmaya uğrayan bir devlet için başvurulacak en iyi yol “kurucu ilkelere geri dönmektir” dese ve yeniden kurma hareketi üzerinden başlangıç ilkelerini canlandırarak çürümenin önüne geçilebileceğini belirtse de, bu, iktidar ve devlet gerçekleşmeleri açısından yerine getirilmesi oldukça zor bir reçetedir. Tarihsel ve güncel realitede “kurucu ilkelere dönüş”, yaşamı güncel gerçeklikle ilişki içerisinde yeniden kurmayı gerektirir. Ancak tarihsel ve güncel anlamda bunu başarabilmiş tek bir iktidar ve devlet örneği bulunmamaktadır. Örneğin; güncel Türkiye zemininde kısmi bir didişme içerisinde görünen Beyaz Türk ulusçuluğu ile Yeşil Türk ulusçuluğu da karşılıklı kurucu ilkelerine dönüş tutumundan söz etmektedirler. Fakat her ikisinde de kurucu ilkelerden anladığı farklı bir dünya tasavvurudur. Biri kurucu ilkelere dönüşten medeniyet, Kemalist düzen anlayışına dönüşü anlarken, diğeri “Yeni Osmanlıcılık” fikriyatı temelinde eski hegemen Osmanlı rüyaları görmektedirler. Biri sol model olarak M.Kemal’i belirlerken, diğeri Ertuğrul veya Osman figürleri üzerinden tarihi çarpıtma pahasına da olsa, olmayan bir tarih ve olmayan kişilikler kavgasına sarılmaktadır. Red ve inkarın, örgütlü yalan ve imalatın kurucu ilkeleri belirsizleştirdiği böylesi koşullarda, haliyle hiçbiri yaşamı güncel gerçeklikle bağ içerisinde yeniden kurma basireti gösteremeyecektir. Çünkü her iki rejimde tarihin çarpıtılması, toplumun baskı altına alınması ve homojenleştirilmesi üzerinden kendilerini kurgulamışlardır. Yaşadıkları ideolojik iflas da bu tarihsel ve köksüzlükten almaktadır.
Yaşamı güncel gerçeklikle ilişki içerisinde yeniden inşa etme çabası ise, devrimci demokratik bir çaba ve eylemdir. Özgürleşme ve özgür oluşma bilinciyle iradeleşen direniş içerisindeki politik insanın süreçlere uyguladığı düşünsel ve eylemsel müdahaleler esas kurucu rolü oynar. Direniş burada hem düşünsel hem de eylemseldir. Direnişin düşünsel yönünü kavram ve kuram üzerinden yürütülen teknik mücadele oluşturur. Eylemsel yön ise, teorisinin ideolojik-politik, taktik örgütlülük ile topluma mal edilmesi ve amaç ihtiyaç stratejisi doğrultusunda harekete geçirilmesidir. Her ikisinin bütünlüklü ve birbirini tamamlar içerikte gelişmesi direnişin niteliğini ve sonuç yaratma düzeyini belirler. Diğer taraftan direniş kollektif bir muhtevaya sahiptir ve tüm topluma yayılmayı, toplumu bir araya getirmeyi ve toplumsal yaşamı yeniden kurmayı amaçlar. Direnişi anlamlandıran veya anlamsızlaştıran temel öğe, bu örgütlenme ve örgütleme ilkesinin gereklerini yerine getirip getirmemesiyle ilişkilidir. Direniş, eğer örgütleniyor ve örgütlüyorsa, yeni topluma yayılıyor ve yeni bağlamlar oluşturup buna stratejik bir düzen ve akışkanlık içerisinde süreklilik kazandırabiliyorsa, bu anlamlı bir varoluş mücadelesinin yürütüldüğü, özgürlük ve kurtuluşu da garantilediği anlamına gelir. Yok eğer bunun aksi söz konusuysa yani direniş olan bir çekirdek yapı ve alanla sınırlı kalıyor, ahlaki-politik ve demokratik toplum inşalarıyla bütünleştirilemiyorsa, o direniş anlam ve değer üretemiyor ve bu nedenle kendi kendine oluşturduğu sınırlara çakılıp kalıyor demektir. Bu tarzdaki direnişler bir tür kendi kendini tüketme mekanizması gibi işler ve hep aynı kısır döngü içerisinde devinmekten kaynaklı aşınma ve çözülmeyi yaşamaktan kurtulamazlar. Daha çok mücadele kültürünü ve bileşenlerini öğütme işlevi görürler.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER