JİNEOLOJİ ÜZERİNE (2.BÖLÜM)
DOĞAL TOPLUMDA KADIN:
İnsan olmaya dair her şeyde kadın ve ona dayalı kültürün belirleyici olduğuna inanıyoruz. Bu konuda veriler de var ama biz buna inanarak mücadele yürüten bir kadın hareketiyiz. İnsanın kendini bilme hikayesi, dili, kültürü bilimi geliştirmesinin kadın eksenli olduğu tüm pozitivist, eril ve kapitalist modernitenin kafa karıştıran her türlü ideolojik saldırısına rağmen her geçen gün doğrulanıyor. İnsan zihninin dille geliştiği, bu yüzden ilk kelimelerin büyük oranda dişil öğeler taşıması, doğanın dişil tanımlanması bunun ifadesidir. İnsanın kendisine ve yaşama anlam vermesi, çözüm gücü olması temelinde bilimi geliştirmede de kadınların erkeklerden daha başat olduğunu söylemek için çok fazla kanıtımız var. En pozitivist bilim tarihçileri de; Fiziki ve mekanik bilimin temelini alet yapımı ile atıldığını, ateşle uğraşmanın suyu kaynatma, toprak çömlek yapmanın ve yemekleri pişirmenin kimya biliminin temeli olduğunu söylerler. Örneğin en çok zorlanılan şeylerden biri suyu taşımakmış. Uzun süre suyu taşımak için hayvan derileri kullanılmış sonra suyu kaynatmaya yarayacak toprak kaplar kimyanın başlangıcıdır. Ateşin denetlenmesi, kullanması, gizlenmesi, korunması hep kadınlara bağlanır. Farklı coğrafyaların aynı dönemlere ait söylencelerinde erkekler bilerek ya da bilmeyerek ateşin yanlış denetimi ya da “çalınması” sonucu felaketlere neden olan kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Burada promethus’u daha özgün ele alabiliriz.
Çünkü o egemenlerden çalmıştır ateşi ve insanlığa vermiştir. Ama birileri de ana kadından çalmıştı onu. Hayvanların davranışları ve bitkilerin özellikleri hakkında elde edilen bilgilerin günümüz biyoloji biliminin temelini oluşturduğunu dile getirirler. Mezolitik, neolitik dönemi hayal edelim bunlarla en çok kim uğraşmıştır. Kadınların en büyük öğretmeni toprak ve onun ürünleri oldu. Toprağın ve onun doğurduğu tüm doğanın dönüşümünü içine sindirdi. Kadının belli dönemlerde toprak yemesi de bu ilişkiyle bağlantılıydı. Kadın toprak gibiydi. Kadının tanrıçası her şeyi doğuran topraktı. “göklerdeki babamız” a dönüşmeden önce herşey “toprak anamız” dan gelirdi. “Toprak Ananın gebe kalmak için bir babaya gereksinimi yoktur. Bu düşüncenin izleri Akdeniz Tanrıçalarının tanrı doğurmalarına ilişkin efsanelerde görülmektedir ve Toprak Ananın kendine yeterliliğinin ve üretkenliğinin mitolojik ifadesidir. Bu tür mitolojik kavrayışlara, kadının bitkilerin hayatı üzerinde belirleyici etkiler icra eden gizil büyüsel-dinsel güçlerine ilişkin inançlar karşılık gelmektedir. Kadının büyüsel-dinsel prestiji kozmik bir modele sahiptir: Toprak Ana.” Elisabeth Badinter; ise kadının statüsündeki temeli ve tarihsel değişimi şöyle dile getirmektedir: “Kadınların gücü tarih dışı bir zaman-uzamda etkili iken, erkeğin güç alanı tarihsel bir zaman-uzamda ortaya çıkmıştır. Kadının güçleri arasında yer alan ölümsüzlük, onu aşkınlık alanında önemli kılmaktadır. Kan bağlarının ve alt klanların devamlılığını sağlamaktan o sorumludur. Birçok eski dinde ortak olan Ana Tanrıça mitidir.” Şamanlık, ilk dönemlerde kadınlara özgü bir uygulamadır. Şamanların uzun saçlı olması, özel giysilerinin kadın bedeninin simgelerini taşıması, cenaze törenlerinde kadınların en önde yürümeleri sayılabilir. Bilinenle bilinmeyen arasında bir aracı olarak kabul edilen Şamanlığın, büyüsel düşünceden dinsel düşünceye geçişte de bir aracı kurum olduğu, ataerkil sistemle birlikte babadan oğula aktarılan bir şefliğe dönüştüğü dile getirilmektedir.
Hastalık-sağlık süreçlerine ilişkin bir başka yaklaşım, hastalık etkenlerinin doğadan kaynaklandığı, dolayısıyla tedavisinin de doğada bulunduğu varsayımından hareket eden otacıların deneme yanılmaya dayalı bitkisel yöntemleri kullanmasıdır. Otacılık geleneğinde toprakla doğrudan ilişkisi ve bitkiler konusunda daha fazla bilgiye sahip olması nedeniyle kadınların egemen olduğu bilinmektedir. Pek çok toplumda “kocakarı ilaçları” olarak adlandırılan bitkisel tedavi yöntemlerinin akılcı tıbbın ve farmakolojinin öncüsü olduğu, bu bağlamda kadınların tıbbın gelişimine tarihin ilk dönemlerinden başlayarak katkıda bulundukları söylenebilir. Zaten doğum yapıyor olması nedeniyle kadın iyileştirici görülüyor. Bitki köklerinden, kendi tükürüğünden, adet kanı, anne sütü ile tedavi yapma hala bizim toplumumuzda da devam eden kalıntıları günümüze ulaşan veriler. Çocuğun cinsel ilişki sonucu oluştuğu bilinmediğinden, doğurma eylemi kadının gizemli güçlerine bağlanıyor, bu da ona kutsal statü veriyordu. Topluluk içinde doğal bir saygınlık yaratıyordu. Bunu hemen hemen tüm coğrafyalarda ama özellikle Asya, Ortadoğu, Afrika ve Amerika’da görmek mümkündü. E. Fitcher, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakküm ilişkisinin erkeklerin döl verme kapasitelerini keşfetmesinden sonra geliştiğini söyler. Ataerkillik bir nevi bu fark edişin ideolojik inşasına dayanır. Erkekler , böylesi doğal bir yaratıcılık karşısında , iki problemle yüz yüze gelmişlerdir: kadınların doğurma yeteneklerini nasıl denetleyip onları nasıl taklit edecekleri.
Kadın merkezli toplumların ya da anaerkilliğin kanıtı olarak (paleolitik çağdan kalma) kadın figürlerinden başka bir başka bir şey bulamadım. Anaerkillikle kastettiğim şey de kadınların ‘egemen cins’ olmaları değil (egemenlik nosyonu patriyarkal bir nitelik taşır) kültürü kadınların deneyiminin belirlemesidir. Andree Collard Neolitik’ten önceki avcı-toplayıcı topluluklarda kadın ve erkeklerin ayrı mekanlarda yaşadığı ifade edilir. Ancak yaşam-ölüm, yeniden doğum kadınını gücü dahilindedir. Cenazeleri kadınlar yönetirmiş. Ölenlerin yanına deniz kabukları (kadın vajinasını andırdığı için) konulurmuş. Doğuran aynı zamanda yaşama da döndürebilir diye düşünülürmüş. Tanrıçaların (Ninhursag, İnanna, İştar, Hepat, Astarte, Kibele, Afrodit, İsis, Tiamat, Artemis, Hakete, Diana, Demeter, ) Doğurganlığın Ana Tanrıçası, Hayvanların Sahibesi, Şehirlerin Koruyucusu, Evin Koruyucu Tanrıçası, Ormanın Tanrıçası ve Yeraltının Tanrıçası, Aşkın, Ölümün, Yaşamın, İyileştirmenin, savaşın tanrıçaları, ayın, güneşin, berektin, buğdayın, avcılığın... Bu tanrıçaların bazı ortak simgeleri var, bunlar güneş, ay, yılan ve kuşlar. Yılan çok önemli bir sembol. Yılanın hikayesinin takip ettiğimizde tanrıçalara ulaşırız. Tiamatın betimlenmesine çok benzeyen şahmeran bir kilim deseni, yastık yüzü, tepsi işlemesi biçiminde tanrıçalığın kalıntısı olarak evlerimizde hala bulunuyor. Sağlık simgesi hala şifalı bir ota sarılmış yılandır. Yada erginleme törenleri. Aslında bu konu incelenmeye değerdir. Sere sale, newroz geleneği ve daha iyi araştırılsa bunun izleri mutlaka vardır. “Genç kızlar tören topluluğunun da yaşlı bir kadının yönetiminde düzenli aralıklarla toplandığını ve cinselliğe, evliliğe, cenaze ritüellerine, şifalı bitkilerin sırlarına vb. ilişkin geleneksel bir eğitim aldığı”na ilişkin ritüellere kalıntı kabilinden de olsa rastlanır”. Bunların izleri yunan da demeter kültünde var. Mart ayında yapılıyor olması da ilginçtir.
Önderliğin çok güzel ifade ettiği gibi Melerin çalınışı çok somut olarak kadın sanatlarının erkeğin eline geçme hikayesidir. Me’nin kelime anlamı: hem dünyanın hem de insan toplumunun iyi işlemesini sağlayan düzenlemeler, kurallar, bilgiler, sanatlar. Varlık, oluş yada tanrısal güç olarak tercüme edilmiş. Ölü ve canlı maddelerdeki değişmez, varlığı sürüp giden ama kimseye ait olmayan tanrısal güç. (me’lerden bazıları; tanrılık, soylu-ebedi taç, krallık tahtı, soylu asa, değnek ve pruva halatı, çobanlık, doğruluk, ölüler diyarına iniş, ölüler diyarından çıkış, hançer ve bıçak, kara giysi, alaca giysi, ensedeki saçların salıverilmesi, ensedeki saçların toplanması, sancak, sadak, penisin işlemesi, penisin öpülmesi, fahişelik sanatı, sürat sanatı, doğru söz söyleme sanatı, iftira atma sanatı, süslü söz söyleme sanatı, kült fahişeliği, kutsal meyhane, An’ın aşıklığı, çınlayan müzik aletleri, şarkı sanatı, yaşlılık, kahramanlık, kudretli olma sanatı, iki yüzlülük sanatı, dürüst olma sanatı, kentlerin yağmalanması, ağıtların yükselmesi, yüreğin sevinci, hile, asi ülke, iyi olma sanatı, yolculuk, güvenli oturma yeri, marangozluk sanatı, bakır işçiliği sanatı, yazmanlık sanatı, demircilik zanaatı, deri işçiliği zanaatı, çırpıcılık zanaatı, duvarcılık zanaatı, kamış işçiliği zanantı, anlayışlı kulak, dikkat gücü, kutsal arınma ayinleri, besleyen kalem, sıcak kömür yığını, ağıl, korku şaşkınlık, ümitsizlik, ateşin tutuşturulması, ateşin söndürülmesi, birleştirilmiş aile, yavrulama, çekişmenin alevlenmesi, zafer sevinci, öğüt verme, yüreği yatıştırma, hüküm verme, karar alma…)
TANRIÇALARDAN-TANRILARA GEÇİŞ:
İdeolojik saldırı en bariz haliyle tanrıçaların özellikleri ve isimlerindeki dönüşümde ortaya çıkar, Kutsallığın- saygınlığın-yaratıcılık-doğurganlık çalınmıştır. Kutsal ana kutsal fahişe olmuştur, İnanna yer altına indiğinde tüm elbiselerin soyulur, tecavüze uğrar. Pandora, Hera… şeytan, yılan, kötülük, kıskançlık, karanlıkla özdeşleşmeye başlar tanrıçalar. Doğurganlık konusundaki en kıskanç tutumu Zeusun bilgelik tanrıçası metisi yutup athenayı kafasından doğurması pes yani ancak bu kadar kıskançlık olur. Mitraizm, Mazdeizm, hürremizm, zerdüştlük, mani, alevilik… kadınların daha farklı ele alındığı inançlar olarak günümüze kadar sürse de tek tanrılı dinlerle birlikte baş aşağı gidiş başlıyor. Dinleri biliyoruz zaten. Tevrat tümden kadın düşmanlığının ve kadın karşısındaki korkunun ifadesidir. Hem Yahudilik hem de Hıristiyanlık iyi ve kötü evli kadınların kalıcı modellerini oluşturmuşlardır. Tüm kadınlar Havva’nın kızları olduğundan, hem Yahudi hem de Hıristiyan inanışına göre erkekleri baştan çıkarabilirler. Ama onlar aynı zamanda Eski Ahit te yer alan ve kocalarına yalnızca iyilik yapan, Süleyman’ın 31. Özdeyişi anlattığı ‘erdemli ‘ aile kadınlarının da örnekleridir- Sara, Rebeka, Rahel ve Leah. Çağlar boyunca Yahudi kadınlara çalışkan verimli büyükanneleri hatırlatılmıştır.
Diğerleri de biliniyor. Hristiyanlığın özgün bir yanı var önderlik bunu vurgular. Son savunmada önderlik Hristiyanlığın rahip-rahibe uygulaması ile İslam’ın çok eşli harem kültürünü kıyaslarken “Cinsiyetçilik toplumsal gelişme üzerinde sanıldığından daha fazla etkilidir. Doğu ile Batı toplumları arasındaki farkın açılmasında cinsiyetçiliğin rolü üzerinde önemle durmak gerekir. İslam’ın cinsiyetçilik anlayışı, gerek kadının derinliğine köleleşmesinde, gerekse erkeğin iktidarcı kesilmesinde Batı uygarlığına nazaran çok daha olumsuz sonuçlar doğurmuştur”. Demektedir.
En soluk halde Meryem ana kültü, azize ve manastırlarda rahibe olunması kadınlara evlilik dışında seçenekler sunmuştur. Kadınların kendilerini eğitme, dil öğrenme, kilise de toplanmış kitapları inceleme imkanlarının olması önderliğimiz tarafından batı toplumunda bu gün kadının görece gelişkin durumunun nedenlerinden biri olarak ifade edilir. “Hristiyanlığın başında, henüz Roma İmparatorluğu‟nun resmen bu dini kabul etmediği dönemde, birçok Hristiyan kilisesi (mezhep) ortaya çıktı. (…) kadınlar da rahip olabiliyordu. Onlara göre Havva, bilgi ağacının tadına bakan ilk insandı; yani kadınlara da bilgelik bahşedilmişti.” Kadın peygamberlerin yolundan giden bir Anadolu- Hristiyan inancı Montanizm, Uşak‟ta doğdu, üç kıtayı etkiledi, kilise tarafından yok edildi. Beginler:Yüzyıllarca, Beginler‟in etimolojisi tartışma konusu olmuştur. Fakat 1911‟de Britannica Ansikolopedisi, 1170‟lerde ismin kendilerini yeminler etmeden dini yaşama adayan bir kadınlar topluluğunun kurulmasını vaaz veren Liege‟li bir rahip adından gelmekte ve bu rahibin rakiplerinin, bu kadın topluluğunu “Beginler” olarak adlandırmasından kaynaklandığı sonucuna varmıştır. Beginler de benzer şekilde yine kadın topluluğundan bahsetmek üzere kullanılmıştır fakat bu kez bir rahibin adından gelmektedir.6 Beginler cemiyeti, tam olarak, örgütlülük bağlamında 13. yüzyılda en belirgin halini aldı denilebilir. Birinci büyük kültürel kırılmayı köleci devletin doğuş aşamasında tanrıça İnanna -İştar- kültüründe gözlemlerken, olgunlaşan sistemin kadına yönelik kültürel kırılmasını Musa’nın ablası Mariam, Hz. İsa’nın annesi Meryem ve Hz. Muhammet’in eşi Ayşe örneğinde çarpıcı bir biçimde gözlemleyebiliriz.
ORTADOĞU VE İSLAM TOPLUMLARINDA KADIN:
Batıdaki gelişmeler böyle olmuştur ancak biz Ortadoğu ve diğer yerler hakkında yeterince araştırma ve bilgi sahibi değiliz. Örneğin Ortadoğu da cadı avları olmamıştır bu gün hala şifacı, ebe kadınlar yaşamaktadır. Ama burada da başka mekanizmaların işlediği kesin. Fariba Zarinebaf Shahr “Müslüman kadınların tarihi üzerine yapılan araştırmalar son zamanlara kadar sınırlı olmuştur. Bu sınırlılık temelde kadınların tarihi üzerine olan kaynakların azlığından kaynaklansa da ayrıca bu Orta Doğu hakkındaki oryantalist önyargılardan da kaynaklanmıştır (1996: 81). 1400 yıllık İslam tarihi boyunca, İslam devletinin en yüce makamları sayılan halifelik ve imamlık erkeklerin tekelinde kalmış. (Arapçada bu iki sözcük eril.) İslam’ın ilk yıllarında, Muhammed’in eğitim-öğretim için kadınlara ayrıca zaman ayırdığı, durumu müsait olan kadınların, Cuma ve bayram namazı da dahil olmak üzere bütün namazlara katıldıkları, Müslüman kadınların Muhammed’in evine giderek onunla sohbet ettikleri, kadınların Muhammed’le çok rahat konuştukları ve çokça soru sordukları, kamu hizmetlerinde görev aldıkları, savaşlarda tıbbi hizmetler, lojistik destek ve çarpışmaya katılma gibi aktif görevlerde bulundukları rivayet edilmektedir. Muhammed’in kadınların güzel kokularla ve güzel giysilerle camiye gelmesini istemediğine dair hadisler var. Ünlü hadisçi Buhari’nin (ö. 870) Kitabü’l Cuma adlı eserinde şöyle bir hadis görürüz: “Allah’ın mescitlerini Allah’ın kadınlarına yasaklamayın.” Ondan yaklaşık yarım asır sonra, Kütüb-ü Sitte denilen altı önemli hadis mecmuasının beşincisinin müellifi olan İmam Nesâî (ö. 916), kadınların camide nerede duracaklarını, kadın ve erkek cemaatin yoğunluk oranlarını ve aralarındaki uzaklıkları tayin etmeye çalışacaktır. Ondan üç asır sonra ise Hanbeli İmam El-Cevzi (ö. 1200) kadınlara evlerinde namazlarını kılmalarını söyler, bununla da yetinmez kadının evden çıkmasının nasıl dine aykırı olduğunu ispatlar (!).
Kadın, erkeklere namaz kıldıramaz!
12. yüzyıl düşünürü İbn-i Rüşd bu konuda asırlarca süren tartışmaları şöyle özetler: “Kadının erkek cemaate namazda imamlık etmesi üzerine görüşler çok çeşitli, hatta bazıları kadın cemaate bile imamlık etmesine karşı (…) Şafii, kadınların kadın cemaate namaz kıldırmasına cevaz verirken, Malik yasaklıyor. Ebu Tavr ve Tabari’ye göre kadının iki cemaate de imamlık etmesine izin var. Yine de çoğunluğun üzerinde vardıkları anlaşmaya göre kadının erkek cemaate namaz kıldırması yasaklanıyor.” 14. yüzyılın ünlü seyyahı İbn-i Batuta İran seyahatinde şahit olduklarını şöyle anlatır: “Şiraz halkı iyi, dindar ve iffetli insanlar ve özellikle bu konumdaki kadınların sayısı çok daha fazla. Potin giyip, hırka ve peçe takarak dışarı çıkıyorlar… En şaşırtıcı yönleri de her pazartesi, perşembe ve cuma günleri vaaz dinlemek için büyük camide bir araya gelmeleri. Çoğu kez bin-iki bin kadın bir araya geliyor (…) Başka hiçbir yerde bu kadar çok kadın cemaate rastlamadım.” Kuran’da adı geçen kadınlar.
Havva:Hadis külliyatında ve İslam kıssalarında Havva olumsuz bir figürdür. Kuran’da yasak meyvanın yenmesinde tek sorumlu Adem’ken, hadislerde Adem’i ayartan kişi olarak tarif edilir.
Züleyha: Yusuf’u büyüten Mısırlı Aziz’in karısının (adının Züleyha olduğunu biliriz ama Kuran’da adı geçmez), Firavun’un karısının (adı Asiye’dir ama Kuran’da geçmez), Aziz’in karısı (Züleyha), hadis geleneğinde olumsuz bir figürdür. İddiaya göre Züleyha, Yusuf erişkinliğe erdiğinde onu baştan çıkarmaya (fuhuşa itmeye) çalışmış, ama Yusuf buna başarıyla direnmiştir.
Saba Melikesi Belkıs: Hikâyenin asıl mesajı son derece büyük bir siyasi güce sahip olan Belkıs’ın sonunda kocası Süleyman’a ve Allah’a teslim olmasıyla, siyasal iktidarın kadından erkeğe devridir ki bu konu üzerinde pek konuşulmamıştır.
Meryem: Harun’un kızkardeşi Meryem’dir. Öyle ki Tevrat ve İncil’de bile Meryem’e bu kadar yer ayrılmamıştır. Ancak anlatılan kadının Musa’dan 1000 yıl sonra yaşamış olduğu varsayılan İsa’nın annesi Meryem olduğu anlaşılır. Bir hadise göre: 'Cennetlik kadınların en üstünleri Huveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma, Firavun'un zevcesi, Müzahim'in kızı Asiye ve İmran'ın kızı Meryem'dir.' Bazı İslam ilahiyatçıları Meryem’i, İsak ve Musa’nın annesi Sara ve Firavun’un karısı Asiye ile birlikte peygamber sayarlar. Çünkü bu üç kadın da Allah’ın meleklerinden bazı işaretler almışlardır. Kuran’da ayrıca Nuh’un, Lut’un ve İbrahim’in karılarından da adı verilmeden (ve olumsuz bağlamda) söz edilir.
Ayrıca Peygamberin karılarından Zeynep, Ayşe (Aişe) ve Ümmü Salama da Kuran’da dolaylı olarak (ve çoğunlukla kıskançlık, başkasının malına göz dikme gibi negatif bağlamda) yer alır. Hatice Hadis külliyatında olumlu biçimde ele alınan başarılı bir tüccar. Muhammed’in sırdaşı, Muhammed’in bu dünyadaki kutsal görevinin ne olduğunu ilk öğrenen, yüzü kıbleye dönen ilk kadın Hafsa: Kuran’ın ayetlerinin yazılı olduğu çeşitli malzemeleri evinde saklayan Ömer’in kızı, ilk Müslüman kadınlardan Ümmü Varaka, Şii hadis külliyatında Peygamberin kızı, Ali’nin karısı Fatma’dır. Ayrıca 20’ye yakın kadın hadis nakledici olarak anılır. İslam tarihinde bazen olumlu (Peygamberin en gözde eşi olduğu için, Peygamberin ölüm yolculuğunda ona eşlik ettiği için), bazen olumsuz (Ali ve Muaviye çatışmasındaki kışkırtıcı rolü yüzünden) ele alınan figür ise Ayşe’dir. Öyle ki Ayşe’nin adı Şii geleneğinde ‘fitne’ ile özdeşleşmiştir.
İslam Toplumlarında Kadınların Siyasetteki Yeri;
“Halifelik” ve “imamlık” eril kelimeler olsa da “sultan” ve “melik” kelimelerinin pek çok dilde dişil karşılıkları var. Yani bu makamlar İslam ülkelerinde konuşulan diller açısından kadınlara açık görünüyor. Peki bu pratiğe geçmiş mi? İslam dünyasında siyasi egemenliğin iki temel ölçütü var: Cuma hutbelerinde adın okunması ve adına para basılması. Müslüman kadınların siyasete giriş süreci kademeli olmuş. Önce devleti perde arkasından yönetmeyi denemişler. Bu konuda ilk örnekler, Tabari’nin (ö. 923) hikâyesini anlattığı iki cariye; Emevi Halifesi II. Yezid’in gözdesi Habibe (yıl 720) ile Abbasi Halifesi El Mehdi’nin eşi Hazeyran (yıl 775). 150 yıl sonra (930 yılında) karşımıza yine güçlü bir kadın çıkıyor: Abbasi Halifesi El Mukter’in annesi Şahab, 13 yaşındaki oğlunun hilafetine naiblik yapmış. 961-976 arasında Endülüs Emevilerinin Halifesi El Hakim El Müstansir’in karısı Sabah da, kocasının ölümünden sonra oğlunun naibi olarak 20 yıl boyunca Kordoba Hilafetini yürütmüş. İslam tarihçileri, Hıristiyan kökenli olan Sabah’ı, Kanuni’nin eşi Hürrem gibi ‘entrikacı’ biri olarak tasvir ediyor. Gerçeğin ne olduğunu Allah bilir! Fatımi hilafetinde bir kadın İktidarı doğrudan elinde tutan ilk Müslüman kadın, 1020 yılında Kahire’deki sarayında, bir sabah uyanıp tanrı olduğunu ilan eden Fatimilerin 6. Halifesi Hekim Biemrullah’ın esrarlı yok oluşundan sonra Halifelik makamına oturan ablası Sittü’l-Mülk.
14-15. Yüzyıl tarihçisi El Makrisi’ye göre ruh sağlığı bozuk olan El Hekim halkına yaptığı çeşitli zulümler bir yana, kadınların cismini dahi görmek istemezmiş. Bunun için önce geceleri sokağa çıkmalarını yasaklamış, sonra gülmelerini, ağlamalarını yasaklamış, kunduracıların kadın ayakkabısı yapmalarını yasaklamış, kadınlara has hamamları yasaklamış… Nihayet kadınların gündüz bile sokağa çıkmalarını yasaklamış. Makrisi, El Hekim’in sonunu bu bitmez tükenmez baskıların ve elbette tanrılık iddiasının getirdiğini söylese de, bazı tarihçilere göre sonu ablası Sitt’ül-Mülk’ün elinden olmuşa benziyormuş. ‘Devlete Hükmeden Hanım’ın iktidarı kısa sürmüş, ama olayın etkileri günümüze kadar gelmiş. Nedir bu etki derseniz, El Hekim’in bir gece ansızın ortadan kayboluşunu kabul etmeyenler İsmailiye mezhebinin mensupları günümüzde Dürziler diye anılıyorlar ve Cebel Lübnan’da El Hekim’in dönüşünü bekliyorlar. Yemen’in ‘hür’ kadınları Yemen’de hüküm süren Şiiliğin İsmailiye koluna bağlı Süleyhi hanedanından Esma (ö. 1087) yıllarca iktidarı kocası Ali Süleyhi ile paylaşmış. Sanılmasın ki, Ali zayıf bir kişilikmiş de ondan bu sıradışı işi yapmış. Aksine Ali Süleyhi bir kadı oğluymuş, çok zekiymiş, dini bakımdan çok bilgili, siyasi açıdan da çok güçlüymüş. Kaynaklara göre, karıkoca resmi belgeleri birlikte imzalarmış. Esma meclis toplantılarına peçesiz katılırmış. Yemen camilerinde hutbelerde adı kocasıyla birlikte okunurmuş. Ali Süleyhi bir hac yolculuğunda muhalifleri tarafından öldürüldükten (1066) sonra, Esma kocasının kesik başıyla birlikte birkaç ay hapis yatmış, ama sonunda ülkesine dönmeyi başarmış. Oğlu ve gelini Ürve’yle birlikte ülkeyi yönetmeye devam etmiş. Ürve ise kocasının hastalanmasından itibaren (ve ölümünden sonra) tek başına 50 yıl iktidarda kalmış. Ancak Ürve dönemine dair bilgiler sınırlı nedense.
Bu iki kadının da unvanı ‘El Hürre’ yani ‘hür, özgür kadın’ imiş. Bu devirde bir başka ‘El Hürre’, Yemen’in bugünkü başkenti San’aya komşu Zübeyd’in melikesi olan ‘El Hürre Alem’. Kaynaklara göre kocası Mansur, önce cariyesi, sonra karısı olan bu kadının zekâsından ve mantığından öyle etkilenmiş ki, ona danışmadan hiçbir karar almaz olmuş. Adına hutbe okutulmadığı bilinen El Hürre Alem, bu işi o kadar iyi yapmış ki, kocasının ölümünden sonra da devleti yönetmeye devam etmiş. Yemenlilerin bu hanım sultanlarla övündüğünü şuradan anlıyoruz: Onlara, Kuran’ın tartışmalı ama güçlü kadın hükümdarı Belkıs’a atıfla, ‘Belkıs es Suğra’ (Küçük Belkıs) diye hitap ederlermiş. ‘Erkek gibi’ Raziyye Sultan 1236’da Delhi’de kardeşi Sultan Rükneddin’in işlediği suçtan sonra halkın önünde adalet isteyen ve ardından tahta çıkan ve uzun yıllar hüküm süren Raziyye Sultan. İbn Batuta olaydan 100 yıl sonra Hindistan’a geldiğinde, adına sadece hutbe okutulan değil para da bastırılan ilk Müslüman kadın olan Raziyye’nin efsanesinin hala dillerde olduğunu gözlemlemiş. Batuta’ya göre Raziyye’nin tahta geçer geçmez ilk işi peçeyi çıkarmak olmuş: “Bu kadın hükümdar dört yıl boyunca mutlak bir otoriteyle saltanat sürdü. Erkekler gibi ata biniyor, yayı ve okluğu sırtında, çevresinde saraylılar, yüzü peçesiz çıkıyordu.” Bir başka kaynağa göre ise saçlarını erkek gibi kestirmiş, erkek gibi giyinmeye başlamış. İslam tarihçilerinin övgüyle bahsettiği Raziyye’nin düşüşü, bir köle erkeğe âşık olmasından olmuş. Raziyye erkek rakiplerinin topladığı ordularla yaptığı bir dizi savaştan sonra öldürülmüş. Kısacası erkeklere münhasır bir alana göz dikmenin bedeli ağır olmuş.
Fransız Kralı’nı esir alan kadın;
Tekrar Mısır’a dönelim. 1250’de, Mısır’da hüküm süren Eyyubi hanedanından İzzeddin Aybak’ın eşi Şeceret’üd- Dür, iktidarı bir erkek gibi askeri güçle ele geçirmiş, bununla yetinmeyerek Nil deltasındaki Mansura’yı kuşatan Fransız Kralı IX. Louis’yi esir almış. Cuma hutbesinde ve bastırdığı paralardaki unvanı şöyleymiş: “Arapların ve Arap olmayanların sultanı, karaların ve denizlerin hükümdarı, Hind ve Sind, Yemen, San’a ve Aden ülkelerinin hükümdarı, Doğu ve Batı ülkelerinin sultanı”. Ancak onun da sonu Raziyye gibi acı olmuş. 1257 yılında kendisine isyan eden askerler tarafından öldürülmüş, cesedi yarı çıplak biçimde bir yardan atılmış. Mezarı bugün Kahire’de adını taşıyan caminin haziresinde gömülü. Mutlu Türk ve Tatar hatunları Erkekler, Şeceret’üd-Dür’ü tahttan indirmeye çalışırken 1258 yılında Cengiz Han’ın oğlu Hülagû’nun orduları Bağdat’ı fethederek, Abbasi Hilafeti’ne son vermişler. Hülagû’nun gözde zevcesi Dokuz Hatun (Nasturi imiş), Moğolların bölgedeki politikalarında önemli rol oynamış. Onun sayesinde önemli görevlere Nasturiler atanmış. Zaten İbn-i Batuta’ya göre “Türkler ve Tatarlar arasında bunlar (kadınlar) çok mutlu bir kadere sahipler. Bir emirname yazıldığında altına mutlaka şu kelimeler ekleniyor: Sultan ve hatunlarının buyruğudur.” Bu hatunların ünlülerinden biri 1257-1293 yılları arasında Kirman Devleti’nin hükümdarları olan Kutluk Türkan Hatun ile kızı Padişah Hatun. Kutluk Türkan Hatun 7 yıl hüküm sürmüş. Sultanlığı 1264 yılında Hülagû tarafından onaylanmış ve ‘İsmedü’d-dünya ve’d-din’ (Dünya ve dinin temizliği) unvanıyla adına camilerde hutbe okunmuş. Kızı Padişah Hatun ise ‘Saffetü’d-dünya ve’d-din’ (Dünya ve dinin duruluğu) unvanını almış.
Halen Berlin Müzesi’nde bulunan bu paralardan birinin üzerinde “Hakhanu Padişah Cihan Hadavand Alem Padişah Hatun” yazısı okunabiliyor. Bu unvanda din kelimesinin olmaması manidar. Anlaşılan hatunun aklı öteki dünyada değil bu dünyada. Padişah Hatun’un yeğeni Ebeş Hatun ise 1263-1287 yılları arasında Fars Krallığı’nı yönetmiş. 1316’da Luristan bölgesinde kocası İzzeddin Muhammed’in ölümünden sonra tahta çıkan Devlet Hatun’un iktidarı kısa sürmüş, hatun yerini kardeşine bırakmış. 1339’da İlhanlı tahtına çıkan Satı Bek Hanım ise iktidarda kalabilmek uğruna üç kere evlendiyse de, sadece 9 aycık saltanat sürebilmiş.
Yarı çıplak sultanlar;
İbn-i Batuta’dan öğreniyoruz ki, 13. yüzyılda Maldiv Adaları’nda üç kadın sultan (Hatice, kızı Meryem, onun kızı Fatma) hüküm sürmüş. İbn-i Batuta Maldivli Müslüman sultanların ve halktan kadınların başlarını örtmemesinden, saçlarını sımsıkı tarayıp bir yerde toplamasından, sadece bir peştamalle göbeklerinden bileklerine kadar örtünmelerinden, diğer yerlerinin açık olmasından şikayet ediyor ve devam ediyor: “Bu adalarda kadılığa getirildiğimde bu alışkanlığa son vermek için çaba gösterdim, kadınlara giyinmelerini emrettim ancak başaramadım.” 14. yüzyılda Irak’taki İlhanlıların bir kolu olan Celayirli Hanedanı’ndan Hanım Sultan Tendü (Döndü) adına da camilerde hutbe okunmuş. 15.yüzyılın ortalarında yine Yemen’de hüküm süren Şerife Fatma, tarih kitaplarının yazmadığı bir başka ünlü kadın hükümdar. 1482-1492 arasında Gırnata’da (Elhamra’da) egemen olan Ayşe el Hürre, ile onun soyundan, Sida el Hürre, 1510-1542 arasında önce Akdeniz’de korsanlar kraliçesi olmuş, sonra tahta çıkmış. 1641-1699 yılları arasında Endenozya’nın Sumatra Adası’nın güney ucundaki Müslüman Açe (Aceh) Sultanlığı’nda üst üste başa geçen dört prensesin (adları ve unvanları çok uzun olduğu için yazmıyorum) muhalifleri, “Müslüman bir kadının devlet yönetmesinin caiz olmadığına dair Mekke’den fetva aldığı halde tahttan vazgeçmemişler. Hindistan’ın ikinci büyük Müslüman eyaleti Bhopal’de 1819-1926 arasında art arda dört ‘begüm’ün tahta geçtiğini söyleyerek tarihçeyi bağlayalım. Sözümüz bitmedi ama yerimiz bitti. Kadın araştırmacıların tarihte adeta arkeolojik kazı yaparak ulaştıkları bu bilgi kırıntıları bile, İslam dünyasında, asırlardır kadınların, erkeklerin kendilerine biçtikleri kıyafetlere de, rollere de sığmadığını gösteriyor. Bugün de böyle, yarın da böyle olacak. Ama kadınların tarihlerini erkekler yazdığı sürece, aynen bizler gibi, gelecek kuşaklar, bunun farkında olmayacak belki de…
Bacıyan-ı Rum;
Bacıyan- ı Rum4 adı ilk kez Aşıkpaşazade5 Tarihi‟nde geçmektedir. Kadınların 13. yüzyılda kurduğu, faaliyet gösterdiği bu teşkilattan ilk bahseden kişi ise, Bacı Teşkilatı‟nın bilinen ilk lideri Fatma Bacı‟nın babasının halifesinin oğludur. Eserinde, kadınlardan bahsederken “fakiregan” olarak bahsetmiştir. “Fakiregan”, hanım dervişler anlamına gelmektedir ve “Bacıyan” kelimesinin Farsçasıdır (Erdem, Yiğit, 2010: 30). Bacıyan-ı Rum‟un kesin varlığından ve özerk bir yapıya sahip olduğundan bahsederken, diğer yazarlar ya Ahiler‟in bir kolu olarak bahsetmiş ya da bazı batılı yazarların da gözlemlerine dayanarak böyle bir yapının varlığından şüphe etmişlerdir. Bu çalışmada ise esas olarak Aşıkpaşazade ve Fuad Köprülü‟nün görüşleri Fatma Aliye Hanım (1862-1924) Osmanlı’da 1893 yılında çıkmaya başlayan Hanımlara Mahsus Gazete’nin yazarlarındadır. 1896 yılında bir inceleme yazısı yazarken, İslam coğrafyasında 13. yüzyılda erkeklere eğitim veren yüze yakın kadın profesörün varlığını saptıyor. Ayrıca, Fatma Bint-i Abbas’ın şeyhi olduğu bir tekkede erkekler tarafından kötü muameleye maruz kalan kadınların barındırıldığını buluyor. Bunlar bizim izini sürmemiz gereken kadınlardır. Yani sömürgeleştirmeler açısından batıdaki kadınların tarihi belli oranda açığa çıkarılmış olsa da henüz diğer yerler için bu geçerli değildir. Demokratik toplum geleneğinin sürdürüldüğü, direndiği her yerde kadın etkiliydi. Kadın özgürlüğü-toplum özgürlüğü bağlantısının doğrulandığı yerdir. Kadınların sadece tarihin kurbanları gibi değil tarihteki demokratik komünal değerlerin taşıyıcısı önderliğin tanımı ile özü ve tortusu olduğunu ortaya koyabilmek gerekir. Demokratik toplum geleneğinde hep kadınlar kendi dönemlerine göre etkin bir rolün sahibi olmuşlardır. Karmatilerde, madeizm ve hürremizm de, sühreverdi ve şeyh bedrettinde bunun bol miktarda örneği vardır. Alevilik de benzer biçimde demokratik komünal kültürün taşıyıcı geleneği olarak kadının konumunun Sünniliğe göre daha özgür olduğu bir gerçekliği taşır.
Tarihteki Kürt kadınları Kürdistan tarihi dersinden verileceği için değinmiyoruz. Demokratik komünal geleneğin güçlü taşıyıcıları olarak Kürt kadınlarının tarihine ilişkin de daha kapsamlı araştırmaların yapılması gerekiyor. Özellikle sözlü gelenekte, destanlardaki, çirok ve dengbej hikayelerindeki kadınların ve Kürt kadın kimliğinin izini sürmek de yine jineoloji kapsamında bir görev olarak önümüzde duruyor. Kadın cephesinden tek tek kadınların yada kültürel olarak direnişin izlerini sürmek, feminist çıkışlar, kendini feminizm olarak adlandırmasa da diğer çıkışlar hala da kadın tarihi açısından araştırmayı gerekli kılıyorlar.
Modern bilimin oluşum süreci ve cadı avları;
Babalığını Descartes ve F. Bacon’un yaptığı eril bilimin ortaya çıkışı öncesi kadınların elinden bilim çok kanlı operasyonlarla çalınmıştır. Batı bilimi ortaya çıkarken batıda cadı avları ile başlamıştır işe. Cadı avları ortaçağ gericiliğine mal edilse de daha fazla çağdaş “bilim adamları” bundan fayda sağlamıştır. Bacon kendisi zaten cadı mahkemelerinden savcılık yapmış biridir. Cadılara işkence yapılarak onlara bir şeylerin itiraf ettirilmesini kendi bilim yöntemi olarak formüle etmiştir. Bilimi oğullarına miras olarak bırakmıştır: F. Bacon:''Doğa bilimsel mantık ile biçimlendirebileceğin, kendine tabi kılabileceğin gelinin olsun senin. Ben gerçek anlamdaki görüşümle doğayı tüm çocuklarıyla sana sunmak istiyorum. Doğayı senin hizmetine sunmak ve senin kölen yapmak istiyorum''. O doğadan -she- olarak bahsederken doğa kadın bağlantısını erkek hakimiyetçi düşünce ile örtülü bir biçimde çok iyi ortaya koymaktadır. Yani doğa kadındır ve erkek bilimdir. Burada işaret edilen sadece bilimin doğa üzerindeki hakimiyeti değil aynı zamanda erkeğin kadın üzerindeki 'bilimsel' hakimiyeti idi. 17. yüzyılda doğa felsefecileri 'yeni bir bilim' ortaya çıkarma coşkusuyla yola çıktılar. Fakat 'yeni bir bilim ' konusunda o kadar çok görüş vardı ki bunları bir çatı altında nasıl toparlıyacakları asıl sorun haline geldi. Ağırlıkta ve esas olan iki kavram bu çağın düşünce tarihine damgasını vurmuştur. Bu kavramların biri hermetik diğeri ise mekanik idi. Hermetik sözcüğü ise gizli ya da ulaşılmaz anlamına gelir. Hermetik geleneğe göre maddi doğa tanrısal bir ruh ile içiçe geçmişti. Bunu anlayabilmek için kalp, el ve aklın birleştiğini, içiçe geçtiğini kavramak gerekiyordu. Mekanikçi felsefeciler ise maddeyi ruhtan, aklı ve eli de kalpten ayırmayı savunuyorlardı.
Hermetik felsefenin merkezinde 'Mikrokozmos, makrokozmosun nihai amacı, makrokozmos ise mikrokozmosun evidir.... Makrokozmos ve mikrokozmos birbirlerine öylesine bağlıdır ki, biri her zaman ötekinde mevcuttur. Makrokozmos-mikrokozmos denkliği Çin'de, kadim Hindistan'da ve Yunanistan'da biliniyordu. Ama özellikle Paracelsus ve öğrencilerinde yeni bir güce kavuştu. Kadın ve erkeğin birlikteliğini, cinsel birleşmeyi ve hermafrodit birleşmeyi görüyorlardı. 17. yüzyılda yaşamış olan Giambattista della Porta şöyle yazmaktadır; 'Bütün dünya içiçe örülmüş ve bağlanmış, çünkü dünya yaşayan bir yaratıktır. Her tarafta eril ve dişi, bütünün parçaları birlikte birbirlerine karşı olan sevgilerinden dolayı çiftleşmektedir.' Paraselsus'un da buna yakın ifadeleri vardır: 'Kadınsız erkek bir bütün olamaz, sadece bir kadınla tam olabilir. Her ikisi de yeryüzündeki varoluşlarıyla ve biçimsel oluşlarıyla bir bütünü oluşturuyorlar. Bu anlamda hastalık dişisini istiyor ve dişisi onun ilacıdir.' 'Hastalik dişisini istiyor' sözü Arıstonun ' özdeke biçim gerekiyor' sözüne verilmis bir yanıttır. Simyacıların prensibi simetrikti, yani kadın ve erkek arasındaki eşitliği savunuyor ve Arıstoyu tamamen reddediyordu. Başka bir yerde yine Paraselsus şöyle diyor; 'tohum kucak tarafından kabul edilirse, doğa kadının ve erkeğin tohumunu birbirine bağlar. Her iki tohumdan en iyisi ve en güçlüsü kendi doğasına uygun diğerini biçimlendirir.. Erkek beyninin tohumu ile kadın beyninin tohumu birlikte biricik beyin yaratırlar; çocuğun beyni bunlardan tohumu güçlü olanın beyniyle oluşur ve buna benzer, lakin hiç bir zaman aynısı olmaz.'
Ancak bilindiği gibi baskın olan Descartes’in mekanikçi görüşü olmuştur ve günümüz bilimi de buna dayandırılmıştır. Sonuç olarak, nesnelliği erillikle eşitleyen ve yücelten erkek egemen kültürel/siyasal değerler sistemi, bağımlılık ve öznelliğin dişil nitelikler olduğu anlayışını yaygın kabul haline getirmektedir. Erkek çocuklar, özneden radikal kopuş (anneden ayrılma) deneyimlerinin ve cazip eril iktidar seçeneklerinin önlerine serilmiş olmasının katkısıyla bilimsel çalışmalara eğilimli olmalarına karşın sevmekte zorlanan erkeklere dönüşmektedirler. Kız çocukta özerklik gelişimini sınırlayan bu durum, onları kendisiyle eylemi arasında keskin sınırlar çizmeye yönlendirmekte, dolayısıyla nesnellik iddiası taşıyan bilimden uzak tutmaktadır. Ataerkilliğin ve cinsiyetçiliğin önyargılarıyla çarpıtılmış bilim tanımı ve bu çerçevede oluşturulan bilimsel model, kadınları dışlayan bir mekanizmaya yol açmaktadır.
Cadı avları:
Bütün kadınların, aile sağlığı hakkında bir şeyler bilmeleri beklenir. Ne var ki kadın bu bilgisini evinin dışında kullanmaya, amatörlüğün sınırlarının ötesine geçmeye kalktığı anda, büyük bir direnişle karşılaşırdı. 11. ve 13. Yy. arasında, Arap dünyasıyla ilişkinin de etkisiyle Avrupa'da tıp özel bilim ve meslek alanı olarak belirmeye başladı. Mesleği icra edebilmek için biricik araç, üniversite eğitiminden elde edilen izin belgesiydi; oysa kadınların genellikle üniversiteye girme hakları yoktu. Böylece kadınlar giderek tıp alanından tümüyle dışlandılar. Bu dışlanmanın kimi araştırmacılara göre son derece dramatik sonuçları da oldu. Örneğin Ann Oakley dört terimin ya da rolün etimolojik ve tarihsel olarak birbiriyle yakından ilintili olduğunu söylemektedir. Kadın (woman), cadı (witch), ebe (midwife) ve sağaltıcı (healer), Oakley'e göre, sanayi öncesi Avrupa’da kadınların sağaltıcı olarak uzun bir tarihleri vardır. Sürekli yoksulluk ve hastalıkla boğuşan topluluklarda insanlar, hastalık zamanında “bilge kadın”a (wisewoman) başvururlardı. Bu kadın, o topluluğun pratisyen hekimi gibi bir şeydi. Kadınlar her zaman şifacı olmuşlardır. Dünyanın her yerindeki kültürel söylenceler, yaşam ve ölümün gizemlerini yalnızca kadınların bildiği, dolayısıyla yalnızca onların büyülü şifacılık sanatını uygulayabildikleri bir zamandan söz eder. Kriz ve felaketlerde(bazı öykülere göre), kutsal bilgeliğin koruyucusu kadınların bu saygın konumu kasten ve zorla ellerinden alındı.
Başka yerlerde, başka dönemlerde, kadınların şifacılık mesleğini yasal olarak uygulama hakları değişen adet ve dinsel öğretilerle yavaş yavaş aşındı.”(Jeanne Achterberg) 'Cadı avı' Son 'putperestlik' kalıntılarının, yani esas olarak bereket tapımlarının ve erginleme senaryolarının tasfiyesini amaçlıyordu. 16. ve 17. yüzyıllarda yetkililerin huzuruna çıkarılan 'büyücüler',cadı değil 'otacı- kahin' olduklarını hemen kabul ediyor, ancak işkenceden sonra 'Şeytan'ın köleleri' olduklarını itiraf ediyorlardı. Hizmet ettikleri topluluk içinde saygın bir yere sahip olan bu kadınlara olumsuz “cadı' sıfatını takan kilisesi'ydi. Ortaçağın büyücü-cadı safsatalarına bağlı olarak yargılananların büyük çoğunluğunun kadın olduğu bilinmektedir; örneğin Essex’deki yargılamada 291 kişiden 268’i, Salem yargılamasında 162 kişiden 120’si kadındı. Cadılıkla suçlanan erkeklerin çoğu ise, “cadı” kadınların kocaları ya da oğullarıydı. Onaltı-onyedinci yüzyıllarda Finlandiya’dan İtalya’ya, İskoçya’dan Rusya’ya kadar geniş bir coğrafyada yüzbinlerce köylü kadın, korkunç cadı avının kurbanları olarak işkenceyle öldürüldüler, 12. Tipik 'cadı', sosyo-ekonomik statü bakımından aşağı sınıftan, yaşı 41, ile 50 arasında değişen, evli ya da dul bir kadındı. Cadılıkla suçlanan erkeklerin çoğu ise, kadın cadıların çocukları ya da kocalarıydı. Ortaçağ toplumunda üç hiyerarşi birbirine denk düşmektedir: Ruhban sınıfı dışındaki halk üzerinde kilisenin, kadın üzerinde erkeğin ve köylü üzerinde toprak sahibinin egemenliği. kadın -ebe-cadı- sağaltıcı ise, her üç hiyerarşiye de meydan okumakta, kilise dışı bir alt-kültürü temsil etmekte ve bir azınlık grubunun sahip olduğu potansiyel gücü simgelemekteydi.
Kilise'nin iddiası, cadıların yada bilge kadınların (kocakarıların) hastalığı iyileştiremeyeceği (veya hastalığı sağaltmanın kendi başına kötü bir şey olduğu) değil, bu kadınların başarısının şeytan ile işbirliğinin sonucu olduğuydu. Ünlü ortaçağ cadı-avı metni Malleus Maleficarium'un yazarları 'katolik inancına ebelerden daha fazla zarar veren hiç kimse olmadığını söylüyorlardı. Cadılar, yalnızca çocukları öldürüp yemekle değil aynı zamanda kısırlığa yol açmak, çocuk düşürtmek ve ana sütünün kesilmesine neden olmakla suçlanıyorlardı. (Bu suçlamaların ardında bir gerçek payı yok değildir. Ortaçağ ebesinin, doğuma olduğu kadar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesine ve çocukların düşürülmesine de yardım etmiş olması çok muhtemeldir. Bugün de köylerde aynı işi yapmıyorlar mı? Çok benzer bir anlayış, kadına 'hbel şitan' (şeytanın ipi) sıfatını yakıştıran İslam kültüründe de vardır' Hbel, de aynı zamanda tesbih anlamına geldiğinden, burada hem kadının şeytanın tarikatına mensup olduğu, hem de erkeği 'bağlama', erkekliğinden yoksun etme gücünün bulunduğu ima ediliyor. Cadı avı, kadınlara karşı açılmış bir savaştı; bu onları alçaltmayı, şeytanlaştırmayı ve toplumsal güçlerini ellerinden almayı amaçlayan planlı bir girişimdi. Kadınlar işkencelerden geçip kazıklara oturtulurken bir taraftan da, burjuva kadınlık ve eve bağlılık idealleri şekilleniyor, kapitalist cinsellik disiplini oluşuyordu”. Kadın artık ‘evdeki meleğe’ dönüşmüştü. Kadının yeri tam olarak belli olmuştu; kadın evde ya da genelevde, erkek ise toplumda idi.
Önderlikten:
Ortadoğu’nun yenilenmiş kadın tanrıça bilgeliklerine, Musa, İsa ve Muhammed’lere, Saint Paul’lara, Mani’lere, Veysel Karani’lere, Hallac-ı Mansur’lara, Sühreverdi’lere, Yunus Emre’lere, Mevlana’lara, Işıkçı’lara Bruno’lara ihtiyacı vardır. Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz. Devrimler ve devrimciler ölmez, sadece miraslarına sahip çıkılarak yaşanılabileceğini kanıtlar. Tüm aile, kabile ve aşiret sistemleri, konfederasyonları, kent demokrasileri ve demokratik konfederalizmleri, manastırlar, tekkeler, komünler, eşitlikçi partiler, sivil toplumlar, tarikatlar, mezhepler, iktidarlaşmamış din ve felsefe toplulukları, kadın dayanışmaları, yazıya geçirilmemiş sayısız dayanışmacı cemaat ve meclisleri vb. devasa toplumsal gruplar demokratik uygarlığın hanesine kaydedilmelidir.
ZEYNEP KINACI AKADEMİSİ 2.BÖLÜM
YORUM GÖNDER