SİYAJİN İLE ŞİYAR (4.BÖLÜM)
Ben Suçlu Değilim;
“Suçluları getirin.” Bu tür talimatlara yabancı olmayan Jiyan, iki yüzden fazla kişinin arasında kendini yalnız hissetti. İçini bir soğukluk kapladı. Kar lapa lapa yağıyordu. İki hafta önce yeni yılı kutlayan arkadaşları kardan adam yapmışlardı. O zaman da köşesine çekilmişti. Kardan da olsa bir adam daha yapmaktan yana olamıyordu. Nedenini sorduklarında, “bizim şehre kar yağmaz, anlamam” demişti. Kendisine şakadan kar atanlara karşılık vermek yerine çadıra girdi.
Sobaya odun attı. İstiyordu ki arkadaşları geldiğinde hemen ısınsınlar. Esen rüzgâr naylon çadıra vurdukça sesler çıkarıyordu. Kış mevsimlerinde eksik olmayan bu sese çözüm aranamazdı. Sobanın giderek kızıllaşması etrafa ev duygusu veriyordu. Zaman akşama doğru ilerliyordu. Buralarda karanlık erkenden çökerdi. Bu toprakların her dört mevsimi de güzeldi; böyle derdi Jiyan. Zor olanın üstesinden gelmek ona çok zor gelmiyordu. Doğanın yarattığı zorlukları büyütemezdi. Ölümcül olan o en büyük zorluğu aşmıştı. Sınırlar geçmiş, ölümün soğuk nefesini hissetmişti. Dünün aksine sıcak bir gündü. O günde yolculuğa çıktı. Bir odun parçasını daha attı sobaya. Azıcık geri çekilip oturdu.
İddia makamı, “suç ortada, cezası tüzükte belirtilmiştir,” diyerek yerinden azıcık geriye çekildi. Artık konuşma sırası iki yüzden fazla olan meclise geldi. Onlarca el havaya kalktı. Zaten durum ortadadır, konuşacak bir şey yoktur. Kimse bilmezlikten gelmesin, hepimiz de yönetmeliği biliyoruz. Bazı suçlar vardır ki affı olmaz.
Doğrudur, biz askeri bir örgütüz, askeri yaşamı bozmak cezasız kalamaz, kalırsa savaşamayız.
Öyledir, bizim oralarda olsaydı mahkemeye bile kalmazdı. Cezası bellidir. Ve ayağa kalkan bir kadın:
Kabul edilecek bir pratik değildir, suçun karşılığı neyse uygulanmalıdır.
Vallahi ben şüphelenmiştim. Biz Besta’ dan buraya gelirken de hepimizden farklıydı. İnsan evinde bile bu kadar serbest olamaz.
Bir kültürümüz var, şehitlerimize saygısızlıktır.
Önderlik gecesini gündüzüne katarak bize özgürlük mekânları yaratıyor; bize düşen buna layık olmaktır. Özgürlük mekânlarını yozlaştırmaya kimsenin hakkı yoktur, olamaz. İçimizdeki zehirli damarlardır ve ortadan kaldırılmalıdırlar.
Birbirine benzeyen cümleler kuran onlarca ses duyuldu. Her konuşan, üslubunu sertleştiriyordu. Bir iki ayrıksı sese toptan itiraz etmeler yaşandı. Artık öneriler alınıp onaya sunulacaktı. İki öneri geldi:
Birincisi her ikisinin cezalandırılmasıydı, ikincisi ise sadece Rojin’in cezalandırılmasıydı. Mahkeme başkanı toparlamaya gidecekken, son bir kez söz almak isteyen var mı diye sordu. Tam geçecekken bir el havaya kalktı. Tüm gözler oraya döndü.
Mahkeme başkanı: Heval öneri mi?
Zeki: Konuşmak istiyorum. Ama biz söz hakkı verirken elini kaldırmamıştın.
Benim gibi düşünenler var diye düşünmüştüm. Eğer doğrunun savunuculuğunu yaparsan kim engelleyebilir? Haksızlık olmuşsa da sonunda açığa çıkar. Zeki, hem okur, hem eğitimlerle ilgili olur, hem de öğrenmede öğreteni zorlardı. “Yanlışa ortak olmak, yanlışın sahibi olmaktır” sözünü hatırladı. Belki başkaları da vardı, ama beklenilmeyen anlarda bir kişi çıkış yapardı. Bir yıl önce ablasını Cudi’deki bir çatışmada kaybeden Zeki şaha kalkacaktı. Jiyan gözlerini ona kilitledi. Ne pahasına olursa olsun oda konuşacaktı.
Mahkeme başkanı: Biz bir halk mahkemesi yapıyoruz. Buyurun heval, kısa tutun, belki size de itirazı olan olur.
Zeki: Bu halk değil, gerilla mahkemesidir. Hepimiz yanlış olanı yapıyoruz. Parti adına yaptığımız bir hatadır. Buna ortak olmak saygınca olmaz.
Jiyan’ın yüzüne bir sıcaklık geldi. Zeki’ye bakıp gülümsedi. Cesaretine hayran kaldı. Bu çocuk çılgın olabilir miydi? Filozof olacaksa niye o olmasındı? Filozof ile çocuğun dünyasının aynı olduğunu felsefeciler söylerlerdi. Zeki’nin gözlerinde kardeşi Şoreş’i gördü. Her ikisinin de yaptığı aynıydı. Gidip Zeki’yi öpesi geldi, ama yapamadı. Şoreş geldi aklına. Acaba ne yapıyordur şimdi. Ondan ayrıldığı geceye gitti.
Aile büyükleri toplandılar. Suç işlenmişti, cezası belliydi. Sormaya gerek yoktu. Karar alınmayacaktı, nasıl uygulanacağı kararlaştırılacaktı. “Namus” temizlenecekti. Meclisi büyük amca açtı:
Ailemizdeki bu lekeyi söküp atmalıyız. Yoksa insanların içine çıkamayız. Bir gün önce karar uygulanmalıdır. Hukuku okuyan evin büyük oğlu Nedim:
Amca doğru söylüyor. Karar için uygun zaman bulunana kadar kimse onunla konuşmamalıdır. Dayı tarafından kimse çağrılmadı. On beşine yeni girmiş Şoreş bunu fark etmekte gecikmeyecekti. O akşam gizlice evden çıkıp sevdiği dayısı Erdal’a tüm konuşulanları aktardı. Erdal buna benzer şeyleri daha önce de duymuş ve esefle karşılamıştı. Şimdi öz yeğeni böyle bir durumla karşılaşıyordu. Erdal toplumsal sorunlarla ilgili biriydi ve yeğenleriyle de bu konuların sohbetini yapardı. Şoreş ağlamaklı bir sesle:
Dayı ablamı öldürecekler ve nehre atacaklar. Abim öldürecek ama benim vurduğumu söyleyecekler; abimin okulu aksamasın diye. Erdal yeğeni Nedim’i tanırdı. İki gün önce de komşuları Zeynep’le parkın içinde buluşurlarken görmüştü. Kararı duyunca o akşam aklına geldi. Belki bu bir çözüme kapı aralayabilirdi. O da arayışa girip durumu ilişkide olduğu arkadaşına söyledi. Bu güzel şehirde ilk kez böyle bir durum yaşanacaktı. Buna müsaade edilmemeliydi. Erdal ablasının komşusu olan arkadaşı Baran’ın evine gitti. Şoreş, günlük olarak onu bilgilendirecekti. Plan yapılmıştı ve törenin gerçekleşeceği gecede uygulamaya konulacaktı. Ağustos’un kavurucu sıcaklığının hakim olduğu bir günün akşamında gereği yapılacaktı.
Kızı vuracaksınız, sonra nehirden aşağıya doğru iteklersiniz. Aynen böyle demişti amcaları. Kurşunu sıkacaksın, sonra kızı ve tabancayı bana vereceksin. Abine de tabancayı elimden aldı, nehrin içine girdi, “eliniz kanıma bulaşmasın” diyerek kafasına sıktı ve şiddetli akıntı onu alıp götürdü dersin dedi yeğenine. Nehre giderlerken Zeynep, sevdiği sandığı ve katil olmaya giden Nedim’i parkta bekliyordu.
Dayı biz hiçbir suç işlemiş değiliz. Birbirimizi sevdik, hepsi bu kadar. Ben öptüm, kokladım, geleceğe dair hayaller kurdum. Hepsi bu dayı. Gümmm sesi gelince Nedim nehre koştu, Zeynep gömleğinin düğmelerini ilikliyordu. Nehre ulaştığında Suriye’ye doğru akıntıya düşen bir karartı gördü. Şoreş ağlıyordu. Nedim sorma gereği duymadı, sonuçta kız ölmüştü. Bu yetiyordu. Şoreş evinin yolunu tutarken, Nedim parka yöneldi.
Jiyan: Bizim ceza anlayışımıza sığmayan bir yaklaşım var. Doğrudur, varsa böyle bir şey savaş hareketi olarak uygun değildir, ama bu fiziki bir cezalandırmayı gerektirmez. Kaldı ki siz, “suçlu arkadaşlar” diyorsunuz.
Mahkeme başkanı: Biz açık bir yargılama yapıyoruz. Kararı yapı verir, parti uygun görürse uygularız.
Parti uygun görmez, çünkü yanlıştır. Bakınız sadece Rojin heval konuştu. O da, “arkadaşın haberi yoktu, sadece dünyamda olup bitendir, hissetmişsem de bir şey söylemiş değilim” dediğini hepimiz de duyduk.
Arkadaşı zorla konuşturamayız.
Ama son söz verilmelidir. Mahkeme heyeti Demhat’a baktı. Bir şeyler söylemelerini ister gibiydiler.
Demhat: Arkadaşlardan kaynaklı bir şey yoktur. Böyle bir durumla partinin önüne çıkmak beni utandırıyor. Konuşmamayı tercih ettim.
Jiyan: İddia makamının dili yönlendirici olmamalıydı. Heyette yer alan Ferzende heval de biliyor. Önderlik bu noktada çözümleme yapmıştı. Onu esas almalıyız. Savaşan bir örgütsek ve tercihimizi bundan yana yapmışsak ona göre yaşamalıyız. Yapılan yanlıştır. Bu düzeyde büyütmekten ziyade, konuşulmalı ve uygunsa da arkadaşlardan biri diğer kampa gönderilmelidir. Fitili Zeki ateşlemiş, Jiyan onu daha da doğru olan hedefe yönlendirmişti. Oylamaya da bu yansıyacaktı. Jiyan önderlik sahasında kalmış ve eğitimine önem verirdi. Önderliğin kadına dönük çözümlemelerini dikkatle dinliyor, okuyor ve tartışmasını yapıyordu. Önderlik onları ülkeye uğurlarken “bana küçücük bir yer açın, ben de geleyim. Yanlışlara ortak olmayın. Kendinize güvenin.” demişti.
Bunlardan aldığı cesaretle doğru olandan yana tavrını koydu. Kendine daha bir güvendi. Zeki ile göz göze geldiğinde karşılıklı gülümsediler. Yargılanma sonuçlanmış, herkes çadırının yolunu tutarken, yağan kar hızından bir şey kaybetmiyordu.
Jiyan, arkadaşı Rojin’in de içinde bulunduğu bir grupla birlikte Gabar’a geçtiler. Üzerinden fazla zaman geçmeden bir takımlık güçle Dêra Dağı’na geçtiler. Uzaktan da olsa memleketini yeniden görüp çok sevdiği o güzel nehre doyasıya baktı. Yedi arkadaş köylere daha rahat inebilsinler diye gruptan ayrıldılar. Üç gün sonra da operasyona çıkan askerlerle çatışma çıktı. Akşama kadar devam edecek olan bu çatışmada Jiyan göğsünden yaralandı.
Tüm arkadaşları bundan etkilendiler. Başını kucağına koyan Rojin ise, gözyaşlarını siliyordu. Çatışma devam ediyordu. İkisi baş başaydılar. Jiyan’ın kurtulma şansı yoktu. Rojin bunu biliyordu. Jiyan, gözünü bir açıp bir kapatıyordu. Rojin daha da duygusallaştı. Rojin’in yargılamasının üzerinden aylar geçmişti. Jiyan'la çok sohbet ettiler. Yine o güne gitti. Hayran olduğu arkadaşı Jiyan’ın kulağına eğilen Rojin:
Heval, ben suçlu değildim. Bir yoldaşı içtenlikle sevdim. Onun haberi bile yoktu. İnanıyorsun bana değil mi?
Evet.
Seni tanıdığım için kendimi çok şanslı görüyorum.
Biliyormusun heval, beni dayım özgürlüğe yolcu etti. Vedalaşırken aynen senin gibi ben de ona “dayı ben suçlu değilim” demiştim. Çok geçmeden Jiyan yaşama veda etti. Rojin’in gözlerinden yaşlar yanaklarına doğru düşerken, aşağılarda akan Dicle nehrinin üzerine karanlık çökmüştü.
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER