AY IŞIĞI HAYALET DAĞLARIN ARDINDAN YÜKSELMİŞ
Gece karanlık ve sessizdi, yalnızlık alıp başını gidiyordu. Bazen yalnızlığı bozan birbirinden farklı sesler duyuyordum. Uzaklarda mı desem ve ya yakınlarda mı desem uluyan çakal sesleri kayadan kayaya yankılayıp karanlığın sonsuz boşluğundan yok olup gidiyordu. Kurbağa ve horlama sesleri birbirine karışmıştı. Ağaç yapraklarını yalayıp geçen rüzgâr ve kaçışan hayvanların ayaklarının altından ezilen ağaçlar, bütün dikkatleri bir noktanın üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bedenden kalbe, kalpten beyne ve onun seçkin ifadesi olan gözde, korku kendisini açıkça gösteriyordu. Titreme nöbeti halinde askerlerin ayaklarından dişlerine doğru süzülüyordu. O an için cesaretleri onları terk edip korkuyla baş başa kalmışlardı.
Kısık nefes alan askerler art arda geçmiş ve kurşunsuz silahlarını, sesleri geldiği yöne doğrultmuşlardı. Maksatları öldürmek değil, bir karabasan gibi üzerlerine çökmüş olan korkuyu bir nebze olsun dağıtmaktı. Kerpiç duvarın ardın da, karşıda gelebilecek olan tehdit faktörünün ne olabileceğine dair hiçbir fikirleri yoktu. Korku ve endişe birbirlerini tamamlayan ayrı iki duygu olmuştu, aşırı yoğunlaşma giderek gözü bulanıklaştırıyordu. Artık her şey olduğu gibi değil, belirsiz çizgiler halinde görülür olmuştu. Uzaklara bakan fal taşı gibi gözler çeşitli bilinmeyen şeyleri bilinir kılıp, şüpheli bakışlarla bir daha ama bir daha olanları gözden geçirip bir türlü netleştiremiyorlardı.
Mehmet asker usulca “evet” deyip işte orada “geliyorlar, geliyorlar!” dedi. Ali asker onu dürterek kısık bir nefes alıp gırtlaktan çıkan bir sesle ne oldu diye sordu? Mehmet parmağını dudağına götürüp “ı şşşşşş!” sesiz ol karşıda geçenler var. Ali tekrar onu dürterek nereden geçiyorlar? Diye sorduğunda Mehmet büsbütün kızarak karşıda canım görmüyor musun? tövbe tövbe ne biçim askersiniz? demesiyle işler ciddiye binmiş içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Heyecan doruğa çıkmış, birbirlerinin kalp seslerini duyar olmuşlardı. Osman sessizce “vallahi doğru ayak sesleri de gelmeye başladı.” dedi. Kalbin boşluğundan gırtlağa doğru hafif bir acı yükseldi. Sol yanları sancıya tutuldu. Artık nefes boğaza düğümlenmiş bir lokma ekmek olmuştu. Kelimeler yarı yutulmuş bir halde dudaklarından süzülüyordu.
Kerpiç duvarının aralarında kaçışan fareler ekmek kapmaca oynuyorlardı. Uzun süren kovalamaca ardından, farelerden bir tanesi kenarda duran yağ tenekesi üzerine atladı. Çıkan gürültülü ses askerlerin yüreğine oturmuştu. Artık bu duruma fazla tahammül edemezlerdi. Soğuk terler alınlarından yüzlerine doğru inmeye başlamış, saç telleri diken diken olmuştu. Ellerinde olmadan bir titreme bedenlerine hükmediyordu. Silahları ellerinden düşecek gibi olmuştu. Her biri diğerinden korktuğunu gizlemeye çalışsa da, gözlerinde ki endişeli bakışlar onları ele veriyordu.
Mehmet daha fazla dayanmayarak. Ulan be artık tenekede yuvarlıyorlar dedi. Kendi içlerinde konuşmaları kesilmiş sararmış otlar arasında, daha önce yanmış kütük ağacına gözleri kilitlenmişti. Karartı halindeki kütüğün hareket ettiği hissine kapıldılar. Ateş böceği otlar arasında ışıklarını saçıyordu. Uzaklardan bakıldığında tıpkı bir sigaranın yansımasını anımsatan bu ışık. Orada birilerinin var olduğunun kesin bir kanıtıydı. Ali, “tanrı aşkına hele bakın şuraya bu silah parlaması değil mi?” diye sordu, sonra kendi sorusuna cevap verip “Allah’ıma kitabıma bu bir silah parlaması aynen derste anlatıldığı gibidir.” dedi.
Ay ışığı hayalet dağların ardından yükselmiş, yıkılmış naylon çadırlarda yansımasını bulmuştu. Parçalanan naylonlar birden fazla yansıma yapıp parlıyordu. Ama silahların parladığı da kesindi gerçekten oralarda birileri dolaşıyordu. Her şey onlar için tehditkâr olmuştu. Silahların boş olması onlar için dezavantaj olmuştu.
Osman yere tükürerek, gülerek “Allah kahretsin” dedi. “Sanki bir kaç kurşun verseler dünya başlarına yıkılır, şu halimize bak ölümle burun buruna gelmişiz, kendimizi savunacağımız bir kurşunumuz bile yok birde asker olmaya gelmişiz. Öldükten sonra cenazemizin üzerinde dua okunsa kimin umurunda. Eğer buradan sağ çıkarsam, yemin ederim ki depodan kurşun çalıp cebime dolduracağım eğer bunu yapmasam namerdim bana da deli Osman demesinler.”
Ali onu onaylarcasına elini hafiften Osman’ın ensesine vurup okşuyordu. Diken diken olmuş saçları, süzülmüş dudakları ve mağdur bakışlarıyla ortalığı kolaçan eden Ali ellerini havaya kaldırmış tanrıya ilk ve son duasını okuyordu. Ölümün enselerinde olduğunu, garip bir koku hissetmeye başlamıştı. Olsa olsa ölüm kokusudur demişti kendi kendine. Tanrıya ellerini açmış rahmet diliyordu. Tanrım sen bizi koru, büyüksün, yücesin, bağışlayansın tanrım. Bu aciz kullarını kötülüklerden arındır, arındır da sana kulluk nasıl yapılıyormuş göstereyim diye, mırıldanarak elleriyle yüzünü okşayıp âmin dedi. Ardın dan derin bir nefes alarak ruhunu huzura kavuşturmuştu.
Parıltılar giderek yoğunluk kazanıyor, gelenlerin sayısı arttıkça artıyordu. Otlar artık yerinde oynamaya başlamıştı, ezilmemek için kaçışan kurbağaların çıkardığı içler acısı ses yürekleri dağlıyordu. Artık her şey sonuca doğru gidişatını gösteriyordu. Artık harekete geçmenin zamanı, gelip geçmişti. Geç kalınmış bir kararın verildiğini düşündüler.
Mehmet söz alarak. “Bence arkadaşlara haber vermeliyiz. Üçümüz beraber gidip haber verelim. Biraz daha kalırsak artık verme fırsatını yakalayamayabiliriz. Bize bu şansı tanımazlar giderek yakınlaşıyorlar.” dedi.
Ali müdahale ederek “çıldırmışsın, üçümüz birden gidersek bize ne derler ha. Sen bunu düşündün mü hiç. Ele güne rezil oluruz. Kimsenin yüzüne bakamayız artık. Bilmiyor musun arkadaşları pireyi deve yaparlar ve adımız korkaklar olarak bilinir. Korkak askerler, hah işte bu bize yakışır, bunu düşünmek bile istemiyorum bence burada bir kişi kalır iki kişi gider haber verir böylece daha çok inandırıcı olur.” dedi.
Osman devreye girerek “ha aklınıza bin yaşa. Yahu sizden bir şey anlamıyorum, ikinizin konuşması da aynı kapıya çıkıyor. Herhangi bir durumda bunlara bir nöbetçi güç getirmez. Buna göre iki kişi kalsın bir kişi gider haber verir.” dedi. Sözlerini bitirir bitirmez üçü birden kalkıp biz gideriz dediler aynı anda çıkan sözcük üçünü de ele verip utandırmıştı. Utangaçlık duygusu üçünü de alt edip yere yığmıştı pişmandılar. Artık kendilerine nasıl bakılacağı endişesi içerisinde bir süre yere bakınıp durdular. Sonra birbirlerine bakınıp durdular. Bu defa her biri diğerinin gitmesini istiyordu. Sonuçta hiç biri gitmek istemiyordu kalmak için değil gitmek için gönüllü aranıyordu. Çaresizlik içinde kendi aralarında birini seçip harekete geçmişlerdi. Heyecan, panik ve endişe birbirine karışıp farklı duygular olup askerlerin bedenine hükmediyordu.
Harekete geçen askerin nefes alış verişinden damarları şişmiş, damağı kurumuştu. Koşan askerin ayakları altında kırılan ağaç dallarının gürültüsünden uyanan komutan şüpheli bakışlarla sessin geldiği yeri süzüyordu. Karanlıkta ağaçlar içinde bir karartı giderek ona yaklaştığını gördü. Askerlerinden biri olduğunu biliyor, ama kim olduğunu merek ediyor. Her gün yaşanılan olaylardan bir tanesine tanık olacağını az çok kestirmişti. Çakal ulamalarından korkan askerlerin onu uyandırdıkları günlerin sayısını bile unutmuştu. Böyle uyandırılmamak için, yatmadan önce her gün tanrıya dua ediyordu. Yaptığı duaların hiç biri kabul olmuyor, her gece tekrar tekrar uyandırılıyordu. Ama bu defasında kendisi uyanmış ve karanlıklar içinde ilerleyen askere bakınıp duruyordu. Paniklemiş askerin ayağı ağaca takılarak, çalılıklar içinde yuvarlandığını, kalkarken ayak bileyenin incittiğini. Yürüyüşünden anlamıştı. Kalkar kalkmaz yere tükürerek, ayakları ile taşları dövmeye başlamış bütün hıncını o taştan çıkarıyordu. Az çok askerlerini tanıyıp kimin böyle dar olabileceğini biliyor ve aralarında kim olabileceğine dair tahmin yürütüyordu.
Kenarda duran parkesine uzanarak cebinde ki sigara tabakasını çıkarıp, bir sigara sardı. Ardından acılar içinde ona doğru ilerleyen askerin iniltilerini dinliyordu. Askerin siması giderek belirginleşiyordu, komutanın yanına vardığında merhaba komutanım dedi. Komutan “merhaba asker, hayırdır, bu gece yarısı ne oldu yine? Yine paniklemişsiniz, bir gece olsun tanrı aşkına bir gece adamı rahat yatırmaz mısınız?” diye mırıldandı.
Asker: “hayır bu sefer gerçekten durumlar ciddi bazıları yukardan kampa girmeye çalışıyorlar. Ayak seslerini duyduk, silah parlaması ayna gibi parlıyordu ve bunları üçümüzde gördük yoksa sizi rahatsız eder miydik?” Komutan: “her defasında aynı şeyleri duyuyorum. Silah parlamalarıymış, ayak sesleriymiş, yok şuymuş yok buymuş. Her şeyi kendi kendinize yaratıyorsunuz halüsinasyon görüyorsunuz. Bir çakaldan bile insan korkar mı be, sizden bir şey anladıysam Arap olayım.”
Asker giderek daha çok panikleyip utanmış bir halde, başını önüne eğse bile içten içe duruma dair tedirgindi. Otlar arasında kaybolmuş ayakkabısını aramakla meşgul olan komutan işin ciddiyetine kendisini iyiden iyiye kaptırmıştı. Yaptığı bütün konuşmalar rol icabı olsa dahi, espri yaptığına dair hiç bir belirti bırakmak istemiyordu. Askerleri korktuğunu zamanında anlamış. Kahrolsun ayakkabı yatağın altına kaçmış diye mırıldandı kendi kendine. Asker zaman kaybetmemek için ayakkabıyı bulmak için davrandığı anda, komutan elinde ayakkabı işte buldum dedi. Ayağına giydiği gibi gitmeye hazırdı. Komutan önde asker arkada karanlıklar içinde bir hayalet gibi ilerliyorlardı, ağaçlar yol gösteriyor, patika inceden inceye uzayıp gidiyordu.
Rüzgârda olacakların habercisiymiş gibi hafif hafif esiyordu. Uzaklarda akan Murat çayı sessi dingindi. Ritmi mi bozmak istemezcesine akıyordu. Karşıda ki yüksek tepenin yamacındaki madeni siyah taşlarında ve yansımasını bulan ay ışığı parıldayıp, bir su birikintisi halinde kendisini gösteriyordu. Bu durumu daha önce fark etmeyenler için ise, solgun bir ışık olarak anlaşılırdı. Çok geçmeden fırının yanına varmışlardı. Fırını siper alan iki nöbetçi kısık sesle geldiniz mi? Diye seslendiler. Gırtlaktan çıkan titrek sesten anlaşılmıştı ki çok korkmuşlardı. Düzgün nefes alamamanın vermiş olduğu heyecan her haliyle beli oluyordu. Komutan askerlerinin yanına sessizce sokularak fırını siper alıp “ne oldu? Ne anladınız?” diye sordu. Ali komutanına elinin başparmağı ile karşı yamaçları işaret ederek, birileri oradan kampa girmeye çalışıyorlar. Komutan tam olarak yeri öğrenmek için soruyu tekrarlayıp nereden girmek istiyorlardı. Ali tam şurada, karşıda görülen sık ağaçları göstererek oradan gelmeye çalışıyorlardı. Komutan en son sesi ne zaman duydunuz dediği anda, karşıda ki kayalıklardan bir taş yuvarlanıp, derenin bulunduğu vadinin içine kadar yuvarlanıp gitti. Çıkardığı ses kayadan kayaya yankılayıp karanlığın sonsuz boşluğunda yok olup gitti. Mehmet tekrar geldi. Komutanım! ne olduğunu anladınız mı, duydunuz mu? Komutan evet duydum.
Askerler art arda sokulmuş birbirlerine bakınıp rahatlarcasına, derinden bir nefes çektiler. Görünen oydu ki, ya doğru değilse, bu durumu izah edecek bir delilleri olmasa ve ondan sonra sesler kesilse, kime ne diye bileceklerdi? İşte bu kaygı onları iyicene bitirmiş, tanrıdan tek dilekleri onları haklı çıkartacak olan sesleri komutanında duymasıydı. Bunun gerçekleşmesi onları bir nebze olsun rahatlatmıştı. Ama tam olarak durumu ifade etmiyordu. Halen komutan ortalığı dinliyor olayları anlayıp yorum yapmış değildi. Ya komutan bir şey yok dese, o zaman ele güne karşı rezil oluruz diye kendi içlerinden geçirdiler. Bir keklik kafilesi tehlikeyi sezip kanatlanmış, çıkardıkları çalılıklar askerlerin gözünden kaçmayıp, bunu da duydunuz mu komutanım diye sordular.
Komutan soğukkanlılıkla kendinden emin bir şekilde duydum dedi. Gösterdikleri ağaçlardan acayip sesler gelmeye başlamıştı. Ağaçlar iyiden iyiye kırılıyor otlar yerinde oynuyordu. Komutan kısık bir sesle evet. Askerler ne oldu komutanım ne gördünüz diye sorunca, komutan parmağını dudağına götürüp sessiz olun dedi. Ardından birileri bize doğru ilerliyor demesiyle işler iyiden iyiye ciddiye binip, askerlerin yüreğine oturmuştu. Duvarın arkasından kaçamak bakışlarla, sabırsızca sessin geldiği yöne bakınıp duruyorlardı. Gerçekten otlar içinde onlara doğru ilerleyen bir şeyler vardı ve bu sessi herkes duyuyordu. Ama neydi, bu soru askerlerin kafasını kurcalayıp durdu. Çok geçmeden komutan onlara doğru ilerleyen hayvanın tilki olduğunu gördü. Askerlere kafalarını eğmelerini ve görüntü vermemelerini istedi. Askerler iyicene eğilip ne olacaksa olsun dercesine, elleri tetikte bekliyorlardı.
Komutan işte biri bize doğru ilerliyor dedi. Vurmak için bir taş istedi. Askerler korkularından taşın bir insanı öldürmeyecek kadar küçük oluşunu gözden kaçırıp, karşıdan gelen bir insan olduğuna inanmış ve onu bekliyorlardı. Tilki giderek yakınlaştığında komutan elindeki taşı fırlatarak çığlık atması bir ana sığmıştı. Bu çığlık askerlerin yüreğine oturmuş, mosmor olmuşlardı. Ancak komutanın kahkahasıyla askerler irkilip kendilerine gelmişlerdi. Komutan Allah canınızı alsın, bir tilkiden bile korkulur mu demesiyle. Oyuna geldiklerini anlayan askerler başlarını ellerinin arasına alıp rezil olduk dediler. Komutan kahkaha içinde karargaha doğru ilerleyerek bu size bir ders olsun. Durup dururken bizi bir daha artık rahatsız etmesiniz dedi.
ÖZGÜR DENİZ
YORUM GÖNDER