“SOSYAL BİLİMLERDE DEVRİM” YOLUNDA TARİHSEL-TOPLUM AKADEMİLERİ
Uygarlığın başlangıcından beri oluşan tüm hegemonik sistemler kendi meşruiyetlerini oluşturabilme doğrultusunda zihniyet yapıları kurmuşlardır. Özellikle kapitalist modernitenin zihinsel yapılarında büyük bir çarpıtmaya maruz kalan tarih ve toplum kavramlarını yeniden anlamlandırırken mevcut modernitenin bu kavramları nasıl çarpıttığını iyi bilmemiz gerekecektir. Kapitalist moderniteden önce gelen tüm hegemonik sistemler tarih ve toplumu çarpıtarak kendi menfaatlerine göre şekillendirmeye çalışmışlardır. Ama uygarlığın hiçbir döneminde tarih ve toplum kapitalist modernitedeki kadar yok sayılmamıştır; bu da kapitalist modernitenin toplumsal gerçeklikten en kopuk bir sistem olmasından gelmektedir. O kadar ki, toplumu yok saymadan veya olabildiğince nesnelleştirmeden kendini hâkim kılamamıştır. Aynı zamanda tarihi de yönetici sınıfların mekânlarında gerçekleşen bir olaylar yığınına çevirerek evrensel anlamından ve oluşturucu gücünden tamamen soyarak toplumu belleksiz, yani savunmasız bırakmıştır. Birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe olan tarih ve toplum kavramlarının ayrıştırılması kapitalist modernitenin en belirgin zihinsel icatlarından biridir. Sonuç itibariyle tarihte toplum yok sayılırken, toplumun da tarihi yok sayılmaktadır. Yazımıza başlarken konumuz itibariyle sıkça kullanacağımız bazı kilit kavramların tanımını yapmamız doğru olacaktır; ama bu tanımlamalara girişmeden önce belirtmemiz gereken bir husus vardır. Önder APO günlük olarak duyabileceğimiz birçok kelimeyi sistemin ona bahşettiği anlamlılığından arındırarak farklı kavramsal anlamlar inşa etmiştir. Bu nedenle dil – ve ona bağlı olarak kavramlar – anlam dünyamızın yetkin yansımaları olduğundan dolayı Önder APO’nun geliştirdiği kavramların bizim zihnimizde bir anlam ifade edebilmesi için sistemin inşa ettiği anlamsallıklardan arınmamız gerekmektedir. Bu doğrultuda birçok örnek verilebilir, ama bunların başında demokrasi, uygarlık, modernite, konfederalizm, ulus, ekonomi, ekoloji gibi kavramlar gelmektedir. Mesela Önder APO’nun demokrasi tanımı ile sistem içerisinde kullanılan demokrasi kavramının arasında dağlar kadar fark vardır. O kadar ki iki farklı anlamın aynı kelime ile anılması sadece bir talihsizlik olmayıp, sistemin büyük çabası ile oluşan bir anlam kirliliğinin sonucudur. Bu belirtilenlerden dolayıdır ki sistem içerisinde en yüksek “akademik” kariyer yapmış olan profesörler, “uzmanlar” veya köşelere dört elle sarılan “yazarlar” Önder APO’nun felsefesine anlam verebilmenin yanından bile geçemiyorlar. Dolayısıyla ancak sistemin anlam inşasından uzaklaştıkça Önder APO’nun anlam dünyasına girebiliriz, Önder APO’nun anlam dünyasına girdikçe de sistemin hastalıklarından bir bir arınabiliriz. Yazımızın konusu olan tarih, toplum ve akademi kavramlarını da bu temelde ele almamız en doğru bir yaklaşım olacaktır. Tarih nedir? Kapitalist modernitenin zihinsel şekillenme kurumları olan okullar ve üniversitelerde tarih başlı başına bir disiplin olarak sunulur. Bu disiplin çerçevesince ilk öğretilen husus tarihin şu kısa tanımı oluyor: “Tarih, insanların yazıyı keşfedip olayları kaydedebildikten sonra başlar!” Bu öğretiye göre tarih Sümer ve Mısır’dan başlayıp ve günümüze kadar kronolojik olarak süregelen bir olaylar zincirinden ibarettir. İlk etapta bu sakıncalı bir tanım gibi gözükmese de, esasen devletçi uygarlığın altı bin yıldır dayandığı temel bir zihinsel manipülasyonudur. Bu tanım kendisini Türk okullarında Osmanlı tarihinin sınırsızca anlatılmasına yol açarken, İngiltere’de de monarşinin nasıl kraldan oğula binlerce yıl devredildiğini halkın gözüne sokarcasına anlatılmasına neden olmaktadır. Bu durum öyle bir bilinç oluşturur ki, sanki tarih toplumun dışında gelişen bir süreçmiş gibi gelir insana, çünkü toplumun büyük bir kısmı hiçbir zaman kendisine dair bir şey bulamaz bu anlatımda. Hâlbuki en az on dört milyar yıllık bir oluşumu son altı bin yılda gerçekleşen olaylarla anlatmaya kalkışmak en hafif tabiriyle yalancılıktır. Sistemin bu uzun soluklu yalanı tarihin yeniden yazılımı için bizlere yeterince motivasyon sağladığını düşünmemek mümkün gözükmemektedir; bu yalanı ise ancak büyük düşünerek aşabileceğimiz aşikârdır. Çünkü tarihin bir bütün olarak zaman ile çok sıkı bir bağı vardır. Jeologlar şunu belirtiyorlar “Dünyamızın tarihi, yeryuvarı katmanlarına işlenmiş olarak kaydedilmiş bulunmaktadır.” Yani bu şu anlama gelmektedir, tarih salt bir insan icadı değildir. Güneş sistemimizin ve evrenimizin tarihi de böylesi sistemler içinde çeşitli şekillerde kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu kayıtlar, hem evrende dolaşan değişik türlerdeki radyasyonlar içinde saklanmakta hem de maddelerin birbirleri etrafındaki döngü sistemlerinde veya o maddeleri oluşturan parçaların yapısal özelliklerinde bulunabilmektedir. Bir örnek ile tarihin zaman ile olan bağını açıklayabiliriz. Sokaktaki insanların ve diğer öğelerin bir an için her türlü enerji dönüşümünü kestiklerini düşünün: Hiçbir insanın hiçbir hücresi enerji alış-verişi yapmayacak; dolayısıyla hiçbir organı hareket etmeyecek ve insanlar bir heykel gibi o anki konumlarında donup kalacaklar; dünya dönmeyecek, sıcaklık değişmeyecek, hava hep aynı aydınlık derecesinde kalacak ve rüzgâr olmayacak. Bunun anlamı, her türlü enerji akışının durmuş olması ve hiçbir olayın olmamasıdır. Düşünün, bir film şeridinde sahnelerde hiç bir değişiklik olmasa, her sahne bir diğerinin aynısı olsa, zaman denilen farklılaşma belirtisi nasıl algılanabilirdi? Bir insan hiç değişmese, çevresindeki hiç bir şey değişmese, güneş hep aynı konumunda kalsa, ağaçlar büyümese, rüzgâr esmese, kısacası, her şey bir resim gibi dondurulmuş olsa, zaman kavramıyla neyi kastedecektik? Dolayısıyla zaman, madde-enerji-mekân üçlüsü arasındaki değişim ve dönüşümün göstergesidir. Değişim ve dönüşüm, enerjinin bir yerden başka bir yere akması sonucu oluşan bir olaydır. Bu değişim ve dönüşüm Newton fiziğinin tabirleri olan hem “canlılar” hem de “cansızlar” âleminde vardır; değişim ve dönüşümün kısa tanımı da evrim olduğuna göre, evrim hem “canlılar” âleminde, hem de “cansızlar” âleminde söz konusudur. Dolayısıyla, zaman evrimin göstergesi olmaktadır. Bu çerçeve içerisinde tarihe daha bütünlüklü bir yaklaşım geliştirmek şart görünmektedir, çünkü öyle görünüyor ki mevcut haliyle sosyal evrim genel evrimin son halkası olmaktadır. Bu çerçevede tarihi zamanın ifadelendirilmesi olarak tanımlamak çok da yanlış olmayacaktır. Bu durumda kapitalist modernitenin tarih anlayışını en hızlı bir şekilde bir kenara bırakıp tarihi yeniden yazabilmek için başlangıç olarak oluşum anını esas almamız gerekirken, tarih tasarımımızda ise evrensel evrimin en yetkin oluşumu olan toplumu yeniden temel birim olarak ele almak doğruya en yakın bir yöntem olacaktır. Bu doğrultuda toplum kavramının da yeniden tanımlanması önem kazanmaktadır; ne var ki toplum kavramı da en az tarih kavramı kadar kapitalist modernite tarafınca çarpıtmaya maruz bırakılmış bir kavramdır. Toplum nedir? Toplumun genel hatlarıyla bir tanımını çıkartmak hem sistemin çarpıtmalarını hem de Önder APO’nun toplum anlayışını anlamak için gerekmektedir. İnsanlık 2,5 milyon yıllık geçmişinin çok büyük bir bölümünde, taşlardan kesici parçalar elde etmenin haricinde pek fazla bir şey başaramazken, son 30 bin yıllık dönemde hızlı bir gelişim sürecine girmiştir. Son 10 bin yıllık dönemdeki insanlık eserlerine bakıldığında, bunların genelde toplumsal hayat ürünleri olduğu anlaşılmaktadır; çünkü tek bir insan toplu iğneyi bile yalnız başına üretemez. Arkeolojik veriler, toplumsallığın doruğa ulaştığı neolitik köy devriminin nerede ve ne zaman başladığı hakkında kesine yakın ipuçları sunmaktadırlar. Bu toplumsal sıçrayış (Göbekli Tepe kazılarını da dikkate alırsak) yaklaşık 15 bin yıl önceleri Verimli Hilal de denilen yukarı Mezopotamya’da başlamış ve buradan dünyanın diğer taraflarına doğru yayılmıştır. Batı Avrupa bu kültür düzeyine ancak en az 7-8 bin yıl sonra ulaşabilmiştir. İnsan kalabalıkları doğal zorluklarla başa çıkmak için aralarında ortaklık (toplumsallaşma) sistemi oluşturma çabasına girerler. İşte bu oluşum şeklinden, toplumsallaşmanın koşulları ve tanımı ortaya çıkmaktadır. Tabi bu tanım çok fazla genel kalacaktır ve hatta fazlasıyla teknik bir tanım da sayılabilir, çünkü toplum adını verdiğimiz organizma aynı zamanda evrensel bir anlamı içinde taşımaktadır. Tam da bu noktada Önder APO’nun toplum anlayışı ile kapitalist modernitenin toplum anlayışı bağdaşamaz bir hal alır. Toplumu “anlam gücü en yüksek varlık olarak” tanımlayan Önder APO, mevcut sosyal bilimlerde ulaşılamayan bir anlamsal düzeyi bizlere sunmaktadır. Toplum ne salt ekonomik ilişkilerin gelişimiyle (Marx’ın iddia ettiği gibi), ne salt teknolojik atılımlarla (kaba materyalistlerin iddia ettiği gibi) ne de salt Tanrı’nın “ol” demesiyle (idealistlerin iddia ettiği gibi) var olmuştur. Önder APO toplumun bir evrensel amaç sonucunda oluştuğunu şöyle tanımlamaktadır: “Doğruya daha yakın görüş, kozmos ve kuantum evrenindeki oluşum özelliklerinin insanda da yaşandığıdır. Tabii kendi özgünlüğü temelinde bu yasalar işlemektedir. Evrenler insanda dile gelmektedir. Çıkan sonuç, evrenin yetkin kavranışı insanın yetkin kavranışından geçer. Felsefede çok ünlü ‘kendini bil’ yargısı bu gerçeği dile getirmektedir. Kendini bilme tüm bilmelerin temelidir. Kendini bilmeden edinilecek tüm diğer bilmeler bir saplantı olmaktan öteye gidemeyecektir. Bu nedenle de insan toplumunda kendini bilmeden ortaya çıkan tüm kurum ve davranışların sapkın, çarpık bir role bürünmesi kaçınılmazdır. İnsanın kendi bilgisine dayanmayan bilginin yol açtığı tüm toplumsal sistemlerin anormal çelişkili, kanlı, sömürülü karakteri bu saplantılı bilgiden ileri gelmektedir. O halde insan toplumunun kabul edilebilir doğal gelişme süreci insanın kendine özgü bilgisinden kaynaklanmalı derken, en temel evrensel, dolayısıyla toplumsal kuraldan bahsetmiş oluyoruz.” (1) Burada Önder APO insanlığı (tanım itibariyle toplumsallığı) evrensel bir üst amaçla bağdaştırdığını görebiliyoruz. Belki de toplumu varlığın ve tüm oluşumların en üst derecede algılandığı ve ifadeye kavuştuğu bir organizma olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Kapitalist Modernitenin Zihinsel Yapılarında Tarih Ve Toplumun Yeri Devletli uygarlığın sistemleşebilmesi için ihtiyaç duyulan ve toplumu gelişen yeni hegemonya karşısında dirençsiz bırakmak için toplumsal akla takılan prangalar Sümer rahiplerinin ustaca icat ettikleri zihinsel manipülasyonlarıdır. Devletli uygarlığın çıkışıyla en çok yozlaştırılan ve kendisi olmaktan çıkartılan kavramların başında ise tarih ve toplum gelmektedir. Sümer rahipleri toplumu göğe çıkartılan tanrıların kulları haline getirirken, tarihi de kendisiyle başlatarak toplumsal direnişin gıdası olan toplumsal hafızayı köreltme çabasına girmiştir. Tarih ve topluma yanlış yaklaşımların temeli burada atılmıştır. Akabinde ise hegemonyalar genişleyip, derinleşip ve devredildikçe tarih ve topluma olan yanlış yaklaşımlar da genişleyerek ve derinleşerek devralınmıştır. Sırasıyla Sümer rahiplerinin mitolojik manipülasyonu, sofistlerin felsefi manipülasyonu, monarkların dinsel manipülasyonları ve en son da pozitif bilimcilerinin bilimsel manipülasyonu aynı akımın devamcılarıdırlar; nitekim Önder APO “Matematik ve yasa icatçısı Sümer rahipleriyle bilimsel zihniyetin kurucuları arasında büyük benzerlik görüyorum. İkisinin de aynı uygarlığı temsil ettikleri kanısındayım” (2) demektedir. Son hegemonya olan kapitalist modernitenin zihinsel altyapısını oluşturan Aydınlanma dönemi Önder APO’nun eşsiz anlamlar ve değer biçtiği topluma ağır bir darbe indirmiştir. Bu süre içerisinde Descartes, Locke ve Mill gibi öne çıkan felsefeciler toplumu bireyin gelişimi ve özgürlükleri karşısında bir tehlike olarak görmüşler ve bu nedenle bireyin toplumdan korunması gerektiğini ısrarla ifade etmişler; Hegel ise bunu en iyi yapabilecek bir kurum olarak devleti adres göstermiştir. Bu süreçteki düşünürler tarihin de çok yönlü çarpıtmalarını insanlığa sunmuşlardır. Pozitivist anlayış tarihi düz-çizgisel bir biçimde olgular üzerinden açıklamaya kalkıştığında, aslında yaptığı şey Bacon’ın geliştirdiği özne-nesne ayrımı ile kendi tarihini yazmak olmuştur. Nitekim toplumsal belleğin canlı olduğu bir yerde kapitalistlerin iktidarı ele geçirmesinin söz konusu olamayacağını en iyi bilen bu çevreler, ancak bu belleğin yönlendirilerek engelli bir biçime sokulması ile kendilerine alan açılacağını bildikleri için büyük bir anlam yitimine girişmişlerdir. Önder APO “‘Analitik düşünce’nin ‘nesnellik’ kavrayışı altında operasyona yatıramayacağı hiçbir ‘değer’ yoktur. Sadece insan emeği değil, tüm canlı ve cansız doğa tasarruf altına alınıp mülkleştirilebilir. İnceleme ve araştırmalara tabi kılınıp üzerinde her türlü sömürüde bulunma hakkı kazandırılabilir. Seçkin özneler dışında her şey mekanik olarak değerlendirilip acımasızca tahakküm altına alınabilir ve istismara tabi tutulabilir. Doğaya ve topluma karşı temel özne olarak örgütlenen birey-vatandaş ve ulus-devlet toplumu, yeni maskesiz tanrılar olarak, soykırımlar düzenlemekten çevreyi yaşanmaz hale getirmeye kadar her türlü çılgınlığı yapma kudretine sahip ‘yeni icat’lardır” (3) demektedir. Bu zihniyet tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bireyi topluma karşı özneleştirerek, evrensel evrimin en gelişkin hamlesi olan toplumu yozlaştırarak, geriye doğru bir evrimi insanlığa dayatmıştır. Devletçi uygarlığın en krizli halkası olan kapitalist modernite tarafından süreç tamamlanarak toplum takatten düşürülmüştür. Kapitalist modernitede toplum tarihsizdir, savunmasızdır ve belki de en önemlisi evrenin kendini anlamlandırabilmesi veya kendi farkına varabilmesi için ihtiyaç duyduğu toplumsallık, artık ona biçilen bu görevi bile yerine getirememektedir. Burada devletçi uygarlığın evrene karşı derin bir ihaneti söz konusudur. Bunun en aşağılık tarafı ise yüce evrensel amaçların elit bir zümrenin kâr hırsı uğruna bertaraf edilmesidir. Bu durumda Önder APO’nun militanları ve tüm onurlu insanların görevi gittikçe netleşmektedir, bu ihanet durumundan çıkarak demokratik modernitenin zihniyetini yeniden inşa edip ona göre bir toplumsallaşmayı kurmak gerekmektedir. Kapitalist Modernitenin Zihinsel İmhasına Karşın Tarihsel-Toplum Anlatımı Önder APO “‘Bilimsel disiplin’ler tarafından bütünlüğün hücrelerine kadar parçalanmasıyla yitirilen en büyük değer, toplumsal yaşamın mekân ve zamanla kayıtlı bütünlüğü ve bölünmezliği” olduğunu söylemektedir. Bu açıdan tarihsel-toplum anlatımı ilk olarak bu “bütünlüğü ve bölünmezliği” yeniden yakalama girişimidir. Tabi ama tarihsel-toplum kapitalist modernitenin ayrıştırdığı tarih ve toplum kavramlarının kaba bir birleşimi değildir; tarihin toplumsuz ve toplumun da tarihsiz olamayacağının somut kabulüdür. Toplumu yok sayan tüm tarih anlayışlarını ve tarihsiz bırakılmak istenen tüm toplumsal formlarını ontolojik olarak reddeder. Bu anlayışlar ancak “yaşamın mekanik taklidi” olan kapitalist modernitenin icatları olabilir ki, bunun da gerçek yaşam ile hiçbir alakası bulunmamaktadır. Önder APO şöyle diyor “İnsan yorumumuzu daha da geliştirirsek şu varsayımları ileri sürebiliriz: İnsanın oluştuğu tüm materyallerin canlılık, sezgisellik, özgürlük özellikleri olmasaydı, tüm bu özelliklerin toplu ifadesi olarak insan canlılığı, sezgisi ve özgürlüğü de gelişmeyecekti. Olmayan bir şeyden yeni bir şey doğmaz. Bu tespit cansız madde anlayışımızı çürütmektedir. Şüphesiz insan türü bir organizasyon ve toplum olmadan, bilgili varlık gelişmez. Ama bu organizasyon ve toplumda rol oynayan materyalin bilgisel, sezgisel, anlamsal, özgürlüksel özellikleri olmadan da bilginin vücut bulamayacağı anlaşılır bir husustur. Özünde bir şey yoksa neden yaratılsın?” (4) Önder APO insanda bulunan canlılık, sezgisellik ve özgürlük özelliklerinin potansiyel olarak her maddede bulunabileceğini söyleyerek, insanın ve toplumun kökünü evrenin ilk oluşum anına bağlamaktadır. Önder APO’nun Özgürlük Sosyolojisi adlı kitabında bizzat özgürlük sosyolojisi tabirini en ufak kuantumik oluşum anı için kullanırken, bu anların toplumsal gelişmeler için belirleyici bir öneme sahip olduklarını önemle vurgulamaktadır. Bu durumda tarihsel-toplum derken salt bir toplumsal-tarihten bahsetmediğimiz açığa çıkacaktır. İlk oluşumdan bu yana, yani yaklaşık olarak 14-20 milyar yıl öncesinden başlayan bir insanlık tarihi mevcuttur. Evet, insanın tarihi evren oluşumunun başına kadar gitmektedir. Hiçbir oluş bir öncekinden bağımsız değildir. Geçmiş sadece geçmiş değildir, aynı zamanda an ve yarındır. Çünkü bu anı oluşturan dünün kendisidir. Yarınlara ulaşmak da dünün ve bugünün anlamına ulaşıldığı oranda oluşturulabilir. Kısacası insan gerçekliği de şu an yeryüzünde ve evrende bulunan diğer canlılar gibi bir geçmişe sahip olup, bu geçmiş primattan kopuş anı olmayıp, evrenin ilk oluşum anından başlamaktadır. Bilinç her canlıda var olan bir gerçeklik olup, canlıdan canlıya değişim yaşamaktadır. Bu doğrultuda ele alacak olursak; evrenin, ilk oluşumundan, bir bilince sahip olduğu, bu bilinç doğrultusunda her an gelişimini sürdürdüğü söylenebilir. Evrende sadece insan, toplum ya da dünya yoktur. Samanyolu da olmak üzere yüzlerce galaksi, yıldız takımı, gezegen ve hala da açıklanamayan kara delikler var. Bunun yanı sıra varlığından habersiz olduğumuz, evreni tamamlayıcı konumunda olan gerçeklikler olabilir. Her an genişleyen, büyüyen, bir değişim-dönüşümü yaşayan evren kendi gerçekliğinin farkındalığını kavratmak için bazı şeylere ihtiyaç duymuş gibi gözükmektedir. Bu temelde evren olabildiğine canlı ve bilinçlidir. Bir amaç doğrultusunda gelişimini sağlamakta, bu amaca ulaşma yolunda her an bir değişim dönüşümü yaşamaktadır. Bunu dünyamız ekseninde ele aldığımızda ulaştığımız sonuçlar göstermektedir ki; evrenin gelişimine denk bir tarzda gelişim sağlayan, bu temelde mikro kozmos-küçük evren olarak nitelenen, evrenin olabildiğine muhteşem bir şekilde donattığı insan gerçekliği karşımıza çıkmaktadır. Evrenin olabildiğine canlı ve bilinçli olduğunu belirttik. Anda üzerinde yaşamakta olduğumuz dünyamız da bir gelişim süreci doğrultusunda bugün var olan konumuna gelmiştir. Yer kabuğunun soğuması, atmosferin oluşması; güneşin, suyun, havanın bir dengeye oturması ve ilk canlıların oluşması… İlk canlının sudan karaya çıkması, çıkmasıyla beraber sıcakkanlı ve soğukkanlı ayrışımının gelişmesi, sürüngenler, memeliler, etçiller, otçullar… Her bir gelişim muazzam güzellikte bir gerçeklik temelinde oluşmuştur. Her oluşum kendisiyle yeni yeni ortamlar açmış, evreni kendi gerçekliğiyle buluşturmuştur. Bu oluşum bir denge içerisinde olup, yaşamsal döngünün sürdürücüsü olmaktadır. Bir denge temelinde ilerleyen, her şeyin bir şekilde bir değerinin olduğu ve yararsız, gereksiz hiçbir şeyin olmadığı bir doğal dengedir yaşanan. İnsan ise, diğer canlılardan farkını en çok gerçekleştirdiği toplumsallaşmayla göstermiştir. Gelişen çevresel koşullar karşısında diğer canlıların yeteneklerine sahip olamayan insan, evren tarafından aklını kullanmaya zorlanmış gibi gözükmektedir. Düşüncesi geliştiği oranda hayatta kalabilir, hayatta kaldığı oranda yarınlara uzanabilirdi. Bu temelde birarada olmanın, birlikte hareket etmenin gelişecek her türden saldırıyı da bertaraf edebileceği görülmüştür. İlk kültürel eylemsellik olarak nitelenebilecek olan toplumsallaşma ile beraber insan kendisini de garantiye almış ve yaşamını sürdürebilmiştir. Birlikten güç doğuyordu. Bu güç doğrultusunda evrenin kendisine bahşettikleriyle farkındalığını her geçen gün ortaya koymaktaydı. Toplumsallaşma ile insan kendi olma imkanı bulmuştur. Nasıl ki vücuttaki her hücre bir bilince sahip ama bu bilinç beyinde doruklaşıyorsa, evrende de canlılık, sezgisellik, özgürlük ve anlam gücü her atomda vardır, ama bu toplumsallıkta doruklaşmaktadır. Beyin vücut için neyi ifade ediyorsa, toplum da evren için onu ifade etmektedir. Çizdiğimiz bu çerçeve esasen şunu anlatmak içindir: tarih toplumsuz, toplum da tarihsiz olamaz; çünkü tarih zamanın ifadesiyken, toplum da varlığın ve oluşumun ifadesi olmaktadır. Önder APO “Varlık ve bilinç felsefenin en temel sorunudur. Varlık kavramının kendisi halen en çok merak konusu olan felsefi kavramların başında gelmektedir. Bunun yanı başındaki ikinci kavram ise zamandır. İkisi birbirinden ayrılamaz. Varlık nasıl zamansız olarak düşünülemezse, zaman da varlık olmadan olmayandır. Zaman tamamen varlıkla ilgilidir. İkisi arasındaki ilişki en çok oluş kavramıyla bağlantılıdır. Varlık ve zaman oluşla gerçekleşir. Zaman varlıkta oluşa zorlar. Daha doğrusu, varlığın sürmesi oluşla mümkündür. Oluş halindeki varlıktan bahsettiğimizde zaman doğmuş demektir. Oluş varsa, örneğin bir yerde iki farklı çiçek mevcutsa, orada varlık ve zaman var demektir. Oluşun olmaması hem varlığın hem de zamanın yokluğu anlamına gelir. Oluş varlığın farklılaşma, formlaşma halidir. Oluşum halinde olmayan varlık olmayan varlıktır, olmayan zamandır” (5) demektedir. Tarihsel-toplum, evrenin beyni olan toplumun kendi hikâyesini, yani kendi oluşumunu anlatma biçimidir. Devletçi uygarlığın saptırdığı toplum ve tarih tasarımlarını yeniden doğal akışına çevirme çabasıdır. İnsanlığın, toplumsallığın ve dolayısıyla da evrenselliğin gizlenmeye çalışılan tarihini yeniden yazarak toplumu bu belleğin üzerinde kurmak, tarihsel-toplum anlatımının başlıca görevlerindendir. Tarihsel-Toplum Akademilerinin Misyonu Toplumsallığın devletçi uygarlık tarafından bu kadar dejenere edildiği bir dünyada Apocu felsefeye kendini adamış insanları çok büyük görevler beklemektedir. Öngördüğümüz sistemimiz ve toplumsal kurumsallaşmalarımızın hiçbirini onlar için gerekli zihniyeti oluşturmadan inşa edemeyeceğimiz bilinmelidir. “Kurumları kuralım sonra zihniyetini oluştururuz” düşüncesinin en sakıncalı bir düşünce olduğu, reel sosyalizm deneyimiyle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Sonuçta hiçbir sistem kendini halka ispatlamadan veya halkı ikna etmeden kendisini var kılamamaktadır, buna devletçi uygarlık da dâhildir; salt zora dayanan veya üstten dayatmalarla kendini var kılmaya çalışan sistemlerin geçici olduğu yeterince görülmüştür. Bu nedenledir ki Önder APO’nun bizlere savunmalarında etraflıca aktardığı düşünceleri bizim de acilen en geniş kitlelere aktarmamız gerekmektedir. Nitekim Önder APO: “kadro beyindir, örgüttür ve bedende (toplumda) kılcal damarlarla yayılandır” (6) demektedir. Tabi kadro toplumda “yayılmadan” önce kendisini “beyin” haline getirmelidir. Bilindiği gibi Önder APO “kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat” olduğunu söylemektedir, dolayısıyla kadro ancak hakikati öncelikle kendinde inşa ederek yani örgütleyerek eylemselliğe çevirebilecektir. Bu durumda toplumsal ve evrensel hakikatlerin iddia ve inşa edildiği yerler olarak akademiler demokratik modernite inşasının olmazsa olmazlarındandır. Tarihsel-toplum akademileri de yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız toplumun evrensel boyutlarının hissedildiği, devletçi uygarlığın zihinsel çarpıtmaları aracılığıyla tarihsel-topluma vurduğu darbenin teşhir edildiği ve toplumun yeniden yapılanmasının parametrelerinin çizildiği bir mekân olacaktır. Ancak böylesi zihinsel bir cephaneye sahip olan ve akabinde akademik kadro olabilen insanlar, demokratik modernitenin inşası için eylemsel bir güç haline gelebilirler. Dolayısıyla tarihsel-toplum akademilerini Önder APO’nun havarilerinin yetiştiği yerler olarak nitelendirmek oldukça yerinde olacaktır. Önder APO’nun savunmalarıyla ve hatta yaşamıyla bize sunduklarına inanan, kendini ona adayan ve bunun eylemsel gücü olma iddiasını taşıyan insanların bu felsefe etrafında derinleştiği yerler olarak tarihsel-toplum akademileri, öngördüğümüz sistemin mayalandığı ve yetkinleşmiş kadroları kılcal damarlara pompalayan bir toplumsal kalp işlevini görecektir. Her şeyden önce insanın halkına, insanlığa, dünyaya ve evrene söyleyecek, anlatacak en azından bir çift sözünün var olduğuna inanması gerekir. Kaldı ki bizlerin, yani Önder APO’nun havarisi olma iddiasını taşıyanların, sadece bir çift değil, binlerce söyleyecek sözü vardır. Önder APO’nun binlerce sayfaya döktüğü düşüncelerinin tarihsel değerini çözerek evrensel anlamını fark ettikçe ve bu felsefeye hâkimiyetimiz arttıkça, içimizde hapsedemeyeceğimiz bir düşünsel akışkanlığı yakalayacağımız bilinmelidir. Bu da şu anlama gelmektedir, akademileşme önce kendimizde başlar, yani “Ben Önder APO’ya yoldaşlık yapacağım” demekle başlar. Önder APO’nun sistemin zihniyet yapılarına karşı açtığı savaşta onun yanında yer almamız ancak aynı yapılara karşı bizim de savaş açmamızla mümkün olabilir. Bu nedenle Önder APO’nun yürüttüğü ideolojik mücadelede Önderliğin yanında yer almak isteyen her insan için her yer bir akademi olmalıdır. Böylesi bir ruh hali genel olarak ideolojik çalışmanın ilk ve olmazsa olmaz şartıdır. Tarihsel-toplum akademileri böylesi bir ruh haline sahip insanların biraraya gelip devletçi uygarlığın zihinsel yapılanmalarının neyi gizlemekle meşgul olduklarını araştırdıkları mekanlardır. Nitekim insanlık nerede kaybetmişse, orada aramaya başlamalıdır. Evrenin milyarlarca yıllık evrimi sonucu toplumsallaşma ile ulaşabildiği bu olağanüstü anlam ve özgürlük düzeyini devletçi uygarlık nasıl oldu da altı bin yılda bu kadar köleleştirebildi? Bu, tarihsel-toplum akademilerinin başlıca sorularından biridir. Tarihsel-toplum akademileri bu soruyu etraflıca tartışıp, devletçi uygarlığın kendisini var edebilmesi için hasıraltı ettiği toplumsal hakikatin yeniden filizlendiği mekânlar olarak demokratik modernitenin kök hücresi olabilme gücüne erişebilmelidir. Tarihsel-toplum akademilerinin ana fikrini şöyle özetleyebiliriz: devletçi uygarlık bir sapma olarak evrenin en yüksek anlam düzeyi olan toplumsallığı kendisi olmaktan çıkartırken, tarihsel-toplum akademileri de bu sapmanın şifrelerini çözerek toplumsallığı yeniden doğal hattına, yani ahlaki-politik topluma kavuşturacaktır. Bu da iki konuda hâkimiyet istemektedir: birincisi, ahlaki-politik toplum nedir? İkincisi, devletçi uygarlık ahlaki-politik topluma nasıl darbeyi vurdu? Sonuç itibariyle hedefimiz kendimizi Önder APO’nun anlatmak istediklerini anlayabilecek ve anlatabilecek bir düzeye ulaştırmaktır. Bunu yapmadan atacağımız her adım geçici, günü kurtarıcı ve nihayetinde Önder APO’yla yoldaşlık olarak nitelenemeyecek adımlar olur. Kaldı ki birçok resmiyette “akademi” olarak geçen yerlerin içerik olarak Önder APO’nun çizdiği çerçeveyle pek uyuşmadığını görebilmekteyiz. Öngörülen akademilerimiz salt bir insanın bir sınıfa ders verdiği mekânlar olamaz; bu daha çok okulları andırmaktadır ki, okullar ve akademiler arasında niteliksel farklar vardır. Okullar daha çok öğrencilere bir şeylerin öğretildiği veya öğrencilerin belli kalıplar içerisinde şekillendiği yerlerken, akademilerde ise herkes öğrencidir ve derslerden çok, tartışmalar ile üyeler kendilerini oluşturma peşinde olurlar. Bu oluşumlar ise önceden belirlenen kalıplardan ziyade, özgür, akışkan ve nitelikli tartışmaların sonucunda ulaşılan bir anlam düzeyinin getirdiği oluşmalar olur. Tarihsel-toplum akademilerinin üyelerinin kendilerini “kılcal damarlara” gidebilecek düzeye kavuşturmaları, yani Önder APO’nun belirttiği çerçevede akademik kadro olabilmeleri olmazsa olmaz bir hedeftir. Akademik kadro olmak kendinle beraber toplumu da oluşturmak demektir. Savunmasız ve belleksiz bırakılan topluma neleri kaybettiğini hatırlatacak, toplumun neleri araması ve neyin peşinde koşması gerektiğini anlatacaktır. Bilinmelidir ki kapitalist modernite toplumların hafızasızlığına dayanarak kendi sahte meşruiyetini kurabilmektedir. Dolayısıyla toplumu yok sayılması anlamına gelen, devletçi tarih anlayışının yerine tarihsel-toplum anlatımlarıyla toplumların anlam düzeylerini geliştirerek özgürlüğe uzanılacağı perspektifiyle hareket edilmelidir. Bu da resmi veya gayri resmi her türlü tartışma ve fikir alış verişinin gerçekleşebileceği platformlarda yapılmalıdır. Kapitalist modernitenin çeşitli araçlarla toplumlara şırıngaladığı sahte pozitivist tarih anlayışına karşın toplumları kendi öz tarihleriyle buluşturmak, tarihsel-toplum akademilerinin en temel hedeflerindendir. Halka açılma somut olarak halka gitmektir, yani şimdiye dek akademi adını taşıyan birçok kurumsallaşmanın yaptığı gibi bir binada öğrenci ağırlamak değildir. Akademik kadro salt bir eğitimci değildir ki gelen öğrencileri eğitsin. Akademik kadro demokratik modernitenin inşa gücüdür. Sadece mevcut zihinsel yapıları eleştiren veya onun alternatifini teorik temelde geliştiren değildir; geliştirdiği alternatif zihniyetin toplumsal yaşama uygulanabilmesini sağlayandır da. Nitekim bizler hakikati sırf aramış olmak için aramıyoruz, onu ahlaki ve politik toplumu yeniden bedenleştirebilmek için arıyoruz. Önder APO “Hakikat devrimi bir zihniyet ve yaşam tarzı devrimidir; kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyasından ve yaşam tarzından kurtulma devrimidir.” (7) demektedir. Sümer rahipleri altı bin yıl önce, önceli olmayan bir köleci zihniyeti, cennet tasvirlerinin ilham kaynağı olan Mezopotamya’da yayarken gösterdikleri azmi, bizim bugün gösteremememiz ağır bir suç olur. Üstelik bizler sıfırdan bir şeyler yaratmıyoruz, devletçi zihniyetin gasp ettiklerini geri alıyoruz ve bu topraklarda daha önceleri var olan doğal toplumu günümüze uyarlayarak, insanlığa tasvirden de öte, cenneti bizzat yaşatmak istiyoruz. Tarihsel-Toplum Akademilerinin Temel Araştırma Alanları Önder APO “sistem eleştirisini dayandığı yöntemde ve ortaya çıkarılan ‘bilimsel disiplin’lerinde geliştirmek yaşamsal öneme sahiptir. Sosyalist eleştiri de dâhil tüm sistem eleştirilerinin temel zaafı, sistemin dayandığı ve onu var kılan yöntemin aynısını kullanmalarıdır” (8) demektedir. Bu doğrultuda tarihsel-toplum akademilerinin temel araştırma birimini belirlerken, sistemin bilimsel disiplinlerince belirlenen temel birimlerini esas alamayacağımız açıktır. Nitekim sistem araştırma birimleri belirlerken, hakikati parçalamak ve örtmek için en uygun olanlarını belirlemektedir. Bundan dolayıdır ki tarih disiplininin temel birimi devlet, psikolojinin birey, tıbbın hücre, fiziğin madde ve sosyolojinin de ulus-devlet olmaktadır. Buna karşın hakikatin bütünlüğünü ve bölünmezliğini zedelemeden, hakikatin en yetkin bir ifadeye kavuşabilmesi için nasıl bir araştırma birimi olmalı? Önder APO’nun temel birim olarak önerdiği şudur: “Temel birimimizi ahlaki ve politik toplum olarak belirlememiz, tarihsellik ve bütünsellik boyutlarını kapsaması açısından önem taşımaktadır. Ahlaki ve politik toplum en tarihsel ve bütünlüklü toplum anlatımıdır. Ahlâk ve politikanın kendisi tarih olarak da okunabilir. Ahlaki ve politik boyut taşıyan toplum, tüm varoluşu ve gelişiminin bütünlüğüne en yakın toplumdur. Devlet, sınıf, sömürü, kent, iktidar ve ulus olmadan toplum var olabilir, ama ahlâk ve politikadan yoksun toplum düşünülemez.” (9) Bu durumda toplum yukarıda tanımladığımız gibi “tüm oluşumların en üst derecede algılandığı ve ifadeye kavuştuğu bir organizma” ise, o zaman ahlaki ve politik olması bu organizmanın varoluş koşuldur. Yani tarihsel-toplum anlatımlarının esas alacağı birim doğal toplum da denilen ahlaki ve politik toplumdur; çünkü ahlaki ve politik ise o zaman toplum toplumdur. Devlet, sınıf, kent, iktidar gibi yapılar kök birimler olarak sosyal bilimin temel alacağı yapılar olamaz, nitekim bu kategorik kargaşayı açımlamak için Fernand Braudel’in teorileştirdiği ve Önder APO’nun geliştirdiği “süreler” tarihsel-toplum anlatımı için hayatidir. Bir örnek ile neden temel birim olarak ahlaki ve politik toplum sorusuna cevap verebiliriz. Toplumun tarihini insanlaşmayla, insanlık tarihini de toplumsallaşmayla başlattığımızda ancak bu tarihin her evresinde var olan bir birim bizi bütünlüklü bir hakikate ulaştırabilir. Eğer temel birimimizi devlet olarak belirlersek, devletsiz olan neolitik toplumu nasıl ve neye göre araştırabiliriz? Temel birimimizi ulus-devlet olarak belirlersek, o zaman devlet olmayan ulusları nasıl araştırabiliriz? Veya temel birimimizi endüstriyel toplumlar olarak belirlersek, köy toplumlarını nasıl araştırabiliriz? Önder APO “toplum ahlâk ve politika dediğimiz iki alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez” demektedir, bu durumda insanın olduğu yerde, yani toplumun olduğu yerde ahlak ve politika da var olacağına göre ahlaki ve politik toplumu temel birim olarak araştırmalarımızın merkezine almamız tüm sosyal yapıların hakikatlerini ortaya çıkartmak hayati olacaktır. Temel birimimizi belirledikten sonra yukarıda da değindiğimiz araştırma süreleri tarihsel-toplum anlatımımızın sistemin bilimsel yönteminden herhangi bir şey kapmaması için belirleyici olacaktır. Kapitalist modernitenin üniversitelerinde öğretilen sosyolojide araştırılan toplumsal olguların zaman ile bağı olabildiğince kopartılarak sanki her şey tekil ve kendiliğinden oluşan bir olguymuş gibi sunulur; bu da hiçbir zaman hiçbir olayın tam olarak hakikatinin ortaya çıkmaması anlamına gelir. Önder APO bu konuda şunları belirtmektedir: “Fernand Braudel, çok yerinde olarak, ‘Tarih sosyolojileşmeli, sosyoloji tarihselleşmeli’ derken, temel bir yöntem ve bilim yanlışlığına dikkat çekmektedir. Tarihin de süre-toplum ilişkileri anlamlıca belirlenmedikçe, ayrı ayrı tarih ve sosyoloji anlatımları toplumsal gerçekliği ağır yaralamaktan ve anlam yitimine uğratmaktan kurtulamaz. İstediğiniz kadar belgelere dayalı olay yığın, istediğiniz kadar toplumsal kurum ve kural belleyin, belgelerle açıklayın; nerede, ne zaman, hangi içerikte, yaşayanlar ne diyor sorularına yanıt verilmedikçe, tarih ve sosyolojinin anlambilimine katkıları kaba malzeme olmaktan öteye gitmez.” (10) Buna karşın Önder APO dört temel süre ile araştırmalarımızın çerçevesini çizmektedir. En Uzun Süre/Temel Kültür Sosyolojisi Önder APO en uzun süre toplumu “dördüncü buzul döneminin sona ermesinden sonra gelişen neolitik devrimde ana nehri oluşturan Verimli Hilal toplumu” diye tanımlamaktadır. Bu toplumsallığın zihniyeti ve maddi kültürel ögeleri çok güçlüdür. Hiçbir iç toplumsal neden bu süre dâhilinde bu toplumu yıkamayacağı için bu tarz bir süre kavramının tüm diğer toplumsal teorilere göre daha bilimsel olduğunu görebiliriz; o kadar ki altı bin yıllık devletçi uygarlık geleneği bile tüm çabalarına rağmen temel kültürel toplum da diyebileceğimiz bu en uzun süre toplumunu yok edememiştir. Bu süre içerisinde toplumsallığın ontolojik karakterleri incelenir: Ahlak Ahlak toplumsallığın bir varlık koşulu olması itibariyle tarihsel-toplum anlatımının en uzun süre araştırmalarının başlıca bir konusudur. Önder APO “Ahlakın temel rolü toplumu varlığını sürdürmesi ve ayakta kalması için gerekli kurallarla donatmak ve bunları uygulama gücüne kavuşturmak” olduğunu söylemektedir. Bu durumda toplumsallaşmanın kurallarını da, devletçi uygarlığın yok etmeye çalıştığı ahlaki değerleri de bu çerçevede araştırmak tarihsel-toplum akademilerinin önemli görevlerindendir. Politika Önder APO “Politikanın rolü ise, özünde toplum için gerekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte toplumun temel maddi ve zihni ihtiyaçlarını gidermesinin yol ve yöntemlerini sürekli tartışarak kararlaştırmak” olduğunu söylemektedir. Politika toplumun kendisini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturduğundan toplumun en temel varlık alanını oluşturur. Bu çerçeve içerisinde tarihsel-toplum akademileri toplumun politikayı hangi araçlarla nasıl yaptığını ve sonrasında ise devletçi uygarlığın buna nasıl bir darbe vurduğunu araştırır. Kadın “Kadının, toplumsal doğanın hem fizik hem de anlam olarak en geniş bölümünü teşkil” etmesi en uzun süre araştırmaları içerisinde yer almasına neden olur. Önder APO “Toplumsal doğanın gerçek ve kapsamlı aydınlanması ancak kadın doğasının kapsamlı ve gerçekçi aydınlanmasıyla mümkün” olabileceğini söylemektedir. Bu açıdan hem ana-kadının neolitik toplumunun dinamik gücü olması, hem de uygarlık tarihi itibariyle ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesi itibariyle tarihsel-toplum akademilerinin en uzun süre kapsamında yoğunca irdelenmesi gereken konuların başında gelmektedir. Bilim, sanat, din, dil, aile, etnisite-kavim gibi çeşitli değişiklikler geçiren ama en uzun sürede hep var olan olgular da tarihsel-toplum akademilerinde temel kültür sosyolojisinin araştırma konularındandır. Uzun Süre/Yapısal Sosyoloji Önder APO “Yapısal süre kavramını toplumsal gelişmede temel kurumsal dönüşümlere uyarlayabiliriz. Temel yapıların inşa ediliş ve yıkılış sürelerini tanımlamak, toplumsal gerçekliğin anlamlandırılmasına katkıda bulunabilir” demektedir. Yapısal süre daha çok toplumsal gelişme sırasında var olagelen kurumsallaşmaların çıkış ve düşüşünü yani genel olarak ömürlerini ve etkilerini araştıran daldır. En uzun sürede hep var olmayan ama toplumsal gelişmelerde önemli roller oynayan kimi kurumların rollerinin araştırıldığı bu dalda toplumsal hakikatlere en iyi bir şekilde ulaşabilmek için araştırılan hususların en uzun süre ile karşılaştırmalı olarak ele alınması oldukça önemlidir. Örnek olarak metafizik olma insanın varoluşsal bir özelliği olduğu için en uzun sürenin araştırma konusudur, farklı zamanlardaki dinsel biçimler yapısal sürenin araştırma yelpazesine girer. Ama herhangi bir dinsel biçimin metafizik ile olan bağı anlaşılmadan onun hakikatine ulaşılamayacağı da bilinmelidir. “Yapısal sürelerin en temel kurumu devlet kuruluş ve yaşamları olmakla birlikte, devletle birlikte var olan hiyerarşi, sınıflar, devlet sınırları olarak mülk, toprak-vatan, devlet biçimleri olarak rahip devleti, hanedanlık devletleri, cumhuriyet ve ulus-devletler önemli konulardan”dır. Bunların yanı sıra imparatorluklar, monarşiler, para, ekonomik düzenler gibi konular da tarihsel-toplum akademilerinde yapısal sürenin araştırma alanına girerler. Kısa Süre/Pozitif Sosyoloji Önder APO bu süreyi böyle tanımlamaktadır: “kısa süre konuları hem sayısal hem de niteliksel olarak çoklu olay ve olgulardır. Tüm kültürel ve yapısal değişim ve dönüşüm olayları kısa ve orta sürelerin konularıdır. Orta dönem konuları biraz daha uzun ömürlü olan ama aynı yapısal kurumlar içinde meydana gelen değişikliklerdir. Örneğin ekonomik bunalımlar, siyasi rejim değişiklikleri, ekonomik, sosyal, siyasal ve eylemsel her tür örgüt kuruluşu bu kapsamda düşünülebilir. Bireyin tüm toplumsal ve toplumsallaşma faaliyetleri de kısa sürenin baş konularındandır. Medya daha çok kısa süreli olay ve olguları esas alır. Her yapısal kurumdaki günlük olaylar da kısa sürenin başköşesinde yer işgal ederler.” (11) Önder APO sosyal bilimin olayları inceleyen bir bölüme ihtiyacının olduğuna inanmaktadır, ama temel kültür sosyolojisi ve yapısal sosyolojiyle bir bütünlük içinde olması şartıyla. Aksi takdirde mevcut sosyolojinin işlevsizliğine kayılabileceğinin uyarısında bulunmaktadır. Pozitif sosyoloji tarihsel-toplum akademileri için güncel ile olan bağının kopmaması için önem taşımaktadır. En uzun süre ve yapısal süre araştırmalarının bugünün toplumsal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kısa süre araştırmalarının da önemle üzerinde durulması şarttır. Toplumun güncel sorunları ile boğuşmak ve onlara çözüm bulmak tarihsel-toplum akademilerinin görevleri dâhilindedir. En Kısa Süre/Özgürlük Sosyolojisi Önder APO bu süreyi de şöyle tanımlamaktadır “kısaların en kısa süresindeki yaratılış konularını toplumsal açıdan ele alan sosyolojiye de bir ad düşünmek uygun olacaktır. Benim şahsi önerim, toplumsal olaylarda ‘yaratılış anı’nı konu edinen sosyolojiye ‘özgürlük sosyolojisi’ demenin yerinde olacağıdır. Daha da önemlisi, toplumsallık tarafından eşsiz bir kabiliyete erişen insan zihniyetindeki müthiş esneklik ve yol açtığı yaratıcılık nedeniyle bir nevi zihniyet sosyolojisi de diyebileceğimiz özgürlük sosyolojisinin son derece gerekli bir dal olduğu kanısındayım. Özgürlük düşüncesini ve iradesini incelemek en başta gelen konu olsa gerekir. Kaldı ki, yaratılış anındaki gelişme özgürlük yanı olan gelişme olduğuna göre, bir nevi Yaratılış Sosyolojisi de diyebileceğimiz bu kısalar kısası ‘kuantum anı’ ve ‘kaos aralığı’ en çok toplumsal alanı kapsadığından, dolayısıyla ilgilendirdiğinden ötürü, özgürlük sosyolojisi en çok geliştirilecek sosyoloji konularının başında gelmektedir.” (12) Tarihsel-toplum akademileri özgürlük sosyolojisi denilen bu en kısa süre alanında çalışmalar yürüterek, belki de tüm kutsal kitapların tanrının evreni yaratım süresi ve sonu hakkındaki ayetleriyle tarif etmeye çalıştığı ve ebediyet atfettiği yaşamın mucizevi oluşumunun hakikatine ulaşabilecektir. Demokratik Ulus ve Tarihsel-Toplum Akademileri Ruhu ve zihniyeti oluşan her hakikat bir bedene kavuşarak kendisini var kılmak ister. Tarihsel-toplum akademileri de bu ruhun ve zihniyetin oluştuğu ve yayıldığı yerlerdir. Dar elit bir zümre tarafından ihanete uğrayan doğal toplum hakikatini yeniden ortaya çıkararak alternatif bir yaşamın sadece mümkün olduğunu göstermekle kalmayacak, her canlının toplumsallıkta ulaştığı anlamı haykıracaktır. Bu toplumsallığın ruhunun adı demokratik ulus zihniyetidir. Tarihsel-toplumun hakikatleri ortaya çıktıkça, yani toplumsal tarihin gerçek hikâyesi yazıldıkça bunun üzerinde inşa edilecek olan zihniyet de oluşacaktır. Demokratik ulus doğal toplumun günümüze uyarlanmasıdır. Doğal toplumun, yani ahlaki ve politik toplumun, günümüzün toplumsal bir formu olan ulus gerçeğine uyarlanmasına Önder APO demokratik ulus demektedir. Demokratik ulus inşasında ise devletli uygarlığın yok saydığı ve toplumsal hafızadan silmek istediği doğal toplum değerlerinin ve hakikatlerinin araştırılıp toplumsal platformda hakikate kavuşturulması tarihsel-toplum akademilerin inşa sürecinde başat bir rol almasına neden olmaktadır. Önder APO’nun bizlere felsefesiyle ilettiği evrensel hakikatleri bizim en geniş kitlelere aktarmamız sonucu yeni yaşam kurgulanacaktır. Bu belki de her şeyden önce bizim sosyalizm anlayışımız gereğidir. Önder APO için sosyalizm ne salt ekonomik bir sistemdir, ne salt insanların eşitliğini öngören bir sistemdir ne de salt sınıfları ortadan kaldıran bir sistemdir. Bu tanımlamalar doğru olmakla birlikte yetersiz tanımlamalardır. Sosyalizm, toplumun evrenin ona biçtiği misyona uygun organize edilişidir. Yani toplumun organik olan özüne göre gerçekleşmesidir. Tarihsel-toplum akademileri de toplumun gerçek hikâyesini yani zamanını, mekânını ve oluşumunu anlatarak yeni yaşamın zihinsel gıdasını insanlığa sunacaktır. HALKLAR ÖNDERİ SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ |
YORUM GÖNDER