SÖZ VE ANLAM ÜZERİNE(6.BÖLÜM)
Yabancılaşma kapitalizmin metropollerinde had safhaya ulaşmıştır...
Beyin fırtınasından söz edilir. Beyinde estirilen fırtına analiz ve yorum gücümüzü arttırır. Buna karşılık kalpte esen rüzgar veya fırtına bizi uçurur, aşık eder ve başka diyarlara götürür. Fizik aleminin ötesine geçirir, hayale sığmaz evrenlere götürür ve sezgiyle en derinliklere daldırır.
Kürtçede bawer kavramının hem inanç, inanma hem de yürek nefesi, yürek rüzgarı anlamına gelmesi boşuna değildir. Yürekten gelen söz sadece bilgi ve kuru bir söylem değildir. İçinde duygu, his ve inanç vardır. İnsan yürekten söyler, yürekten bağlanır ve inanç bunu kavramlaştırır. Yüreğini açmak, kendi hakikatini açmak ve paylaşmaktır. Herkese yürek açılmaz. Güven ve inanç duyulan kişiye, dosta, hevale, sevgiliye, partiye yürek açılır. Yüreğinin sesine kulak vermek derler. Yüreğin sesinde kuşku yoktur, inanç vardır.
Söz kadındır, anadır. Ana tüm kültürlerde kutsal sayılır. Elbette bunun toplumsal bir nedeni vardır. Bu ana olgusunun doğasal, toplumsal ve tarihsel rolü ile ilgilidir. Her bir insanı yaratan, büyüten, yetiştiren anadır. Toplumu oluşturan kadındır, anadır, ana-kadındır. Ana, varlık olarak çocuğu yaratır, sütüyle besler ve büyütür. Karnında kanıyla, ilk yılında sütüyle, sonrasında gıdayla besler çocuğunu. Bu süreçte ana çocuğuna sadece maddi şeyler vermez, ona ruhunu, zihnini, kültürünü de verir.
Ananın çocuğuna sütünü vermesiyle topluma zihnini vermesi aynıdır, benzerdir. Kadının çocuklarıyla oluşturduğu toplumsallık en temel ve en eski toplumsallıktır. Diğer tüm toplumsallıklar bunun üzerinde şekillenmiştir. Ya onu geliştirerek, büyüterek ya da onu sömürerek ve suistimal ederek!
Analık ve kardeşlik en eski toplumsallık ve anlamsallık olarak dil ve kültürde kavramsallaşmıştır. Bu kavramlar kök kavramlar olarak toplumsal hafızada silinmez izler bırakmış, tüm kültürlerde benzer anlamsallıklar oluşturmuş ve yine tüm dillerde benzer biçimde yer almıştır. Bunun tesadüf olduğu söylenemez. Bu çarpıcı benzerliğin hatta aynılığın ilk toplumsallık, zihniyet ve dile gelişle bağlantısı vardır. Aşağıda görüldüğü gibi anne ve kardeş isimleri bir çok dilde aynı kökten gelmektedir.
Annelik kardeşlik
Anne kardeş
Mak bra
Mader brader
Muter bruder
Mama brad
Mami brat
Toplumsal zihniyet ve kültür bu olgu ve formlar etrafında oluşmuştur. Oluşan bu kültür ve zihniyet durumu toplumsal gen şeklinde günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Burada analık başat bir kavramdır. Kimin gözünde gerçek anlamda kardeşler eşittir? Elbette ki ananın gözünde kardeşler ve çocukları eşittir. En temelde ve öncelikli olarak bir anne çocukları arasına fark koymaz onları eşit görür. Çocuklarına sütü kadar sevgisini ve ilgisini de eşit bir şekilde verir.
Annenin gözünde çocukları farklılıkları ile eşittir. Anne her çocuğunun farklılığını, özgünlüğünü bilir ve gözetir, aralarına anlayışta fark koymaz. Eşit yaklaşır ama bu eşitlik kuru , mekanik veya salt bir eşitlik değildir. Çocuğun özgünlüğünü ve ihtiyacını gözetir. İhtiyacı ve özgünlüğü kadar eşit bir anlayışla yaklaşır. Nasıl ki insan kendi organlarına, kendi canına eşit yaklaşıyorsa, bir anne de çocuklarına öylesine yaklaşır. Çünkü bir anne için çocukları canından can, kanından kandır.
Ana kadının gözünde çocukları onun toplumsallığı olduğunu belirttik. Böylece ilk toplumsallık ana kadın etrafında oluşur. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, dayanışma, komünalite, birbirini savunma vb. toplumsal kavramlar ve ahlaki ölçüler ana kadın zihniyetinin birer yansıması olarak vücut bulmuştur. Tüm toplumlara bu gerçeklik mal olmuştur. Tüm kültürlerde bu hakikat vardır. Bastırılsa da, inkar ve imhaya tabi tutulsa da bu değerler günümüze kadar varlığını korumuştur. Bu değerler olmadan toplum ve toplum olmadan insan olamazdı.
Söz anlamdır, anlam hakikattir.
Kuantumu felsefeleştirmek, felsefeyi kuantumlaştırmak ve her ikisini sosyolojileştirmek yaşamı ve hakikati anlamamıza yardımcı olacaktır. Sosyolojiden, toplumsal yaşamdan kopuk bir bilgilenme anlam düzeyi zayıf bir bilgilenmedir ve bizi hakikat ile buluşturmaz. Felsefe ve kuantumu toplumsal yaşama uyarlama ve toplumsal yaşamı bu kategorilerle anlamlandırma çabası hakikat arayışımıza katkı sunacaktır.
Kuantum, yaşamı ve hakikati tümden olmasa da anlamlandırmamıza olanak ve imkan sunmaktadır. Maddi evren ve zihniyet dünyası bir bütündür. Birbirinden bağımsız ve kopuk olarak ele alınamaz. Hangisi önce, hangisi sonra gelir veya hangisi diğerini belirler gibi yaklaşımlar da anlamlı değildir ve hakikati parçalayıcı sonuçlar doğurmaktadır. Zihnimiz kuantum düzenine göre çalışmaktadır. Maddi dünyayı algılamamız da zihin yoluyla olduğundan ve zihinsel süreçlerin sonucunda gerçekleştiğinden bu sürecin kuantum yasalarına tabi olduğunu varsayabiliriz.
Düşünürken oluşuyoruz, düşünürken oluşturuyoruz. Düşünmek kendi başına bir yaratma faaliyetidir. Her düşünme ve bilinç açığa çıkarma süreci bize yeni şeyler katar. Özne olarak kendimiz her düşünmeden sonra farklılaşır ve değişime uğrarız. Düşünürken oluşuyoruz, değişiyor ve gelişiyoruz.
İnsan için biyolojik-fiziksel oluşum süreci bilinmektedir. Toplumsal insan için esasta oluşmak zihinseldir, düşünseldir. İnsan dışındaki canlı-cansız varlıklar farklı form düzeylerinde anı-anda yaşarlar. Zihinsel durumları potansiyel, durgun veya primitif düzeyde olduğu için an’a gömülüdürler, anlarını yaşarlar. Buna karşılık toplumsal insan geçmiş-şimdi-gelecek’i birlikte yaşar. Geçmişi ve geleneği anla birlikte ve anda yaşama kapasitesine sahiptir. Geçmişi ve hayalleri hafıza ve gelecek tasavvuru ile bir bütün yaşama gücüne sahiptir.
Düşünürken oluşmak, oluşturmak kadar bakarken de oluşturuyoruz. Bakmak da bir düşünme biçimidir. Halk arasında “nazar etti”, “nazar değdi” diye tabir edilen şey “bakarken oluşturmak” olgusuna iyi bir örnektir. Nazar bakış demektir. Nazar nasıl değer ? Nazar değdiği şeyi nasıl etkiler ve değiştirir ? Örneğin, filankes hayvanıma nazar etti, hayvanım hastalandı veya öldü denilir. Demek ki nazarın yani bakmanın bu kadar somut etkileyici sonuçları vardır. Nazar etti veya nazar değdi gibi tanımlamalar veya olgular genellikle negatif bakış, yıkıcı olumsuz sonuçlar yaratan bakış, nazar için kullanılır.
Peki nazarın olumlu, pozitif sonuçları da yok mudur ? Düşünmek ve bakmak bir enerji durumunu, bir enerji türünü ifade etmektedir. Bir tür enerjiyi harekete geçirmek ve aktifleştirmek anlamına gelmektedir. Eğer bu doğruysa, bu enerjiyi doğru temelde, olumlu sonuçlar yaratacak şekilde de kullanmak mümkün olmalıdır. Aslında yaşam ve ilişkilerde farkında olmadan bunu çokça kullandığımız söylenebilir. Önemli olan bunu bilinçli bir şekilde kullanmak ve bu enerjiyi doğru yönlendirebilmektir.
Zihnimizin, beynimizin gizil güzleri vardır. bunların çoğunu henüz bilemiyor ve kullanamıyoruz. Belki ileriki bir zamanda zihin- düşünce gücümüzle maddi dünyayı daha belirgin bir şekilde etkileyip dönüştürebileceğiz. Ancak burada daha önemli olan zihin- düşünce gücümüzle diğer insanları nasıl ve ne kadar etkileyebildiğimizdir.
Kuantum dünyası bunu daha çarpıcı bir şekilde bunu bize göstermektedir. Işık bize bazen parçacık bazen dalga biçiminde görünür. Bir foton biz ona bakmaz ve gözlemez iken aynı anda iki delikten birden geçmektedir. Biz ona bakıp bu durumu görmek istediğimizde bu çoklu olasılık teke düşmekte ve foton iki delikten sadece birinden geçmekte. Bizim bakmamız onu etkilemektedir. Hatta durumunu ve konumunu önemli oranda yönlendirmektedir. Gözlemlenen gözlemleyenden etkilenmektedir.
Demek ki, madde cansız, zihinsiz, kuru veya ölü bir varlık değildir. Her madde zerreciği canlı, zihin sahibi ve duyarlıdır. Böyle olduğu için bizim zihnimizden etkilenmektedir. Zihnimiz onun hareketine etki ve yön vermektedir. Bir zihin sahibi olduğu için bize tepki vermekte ona göre hareket etmektedir.
Zihinsiz, cansız madde algısı bir çarpıtmadır. Maddenin böyle olmadığı kimi deneylerle kanıtlanmıştır. Kaldı ki deneylerle kanıtlanmaması bile onun böyle olmadığı anlamına gelmez. Ölçüt sadece deney ve gözlem olamaz. Sezgilerimiz, hislerimiz bunun için yeterlidir. Yine de yapılan bir deneyi aktarmakta yarar vardır. Su sıvı halden katı hale geçerken yani donarken kristalleşmektedir. Kristalleri yıldızı andıran şekillerde olmaktadır. Yapılan bir deneyde su donarken güzel bir müzik dinletilmiştir. Güzel bir müzik eşliğinde donan suyun kristalleri, şekilleri çok net ve güzel oluşmuştur. Başka bir deneyde benzer bir su gürültü, küfür vb. eşliğinde dondurulmuştur. Bu sefer su kristallerin şekli bozuk, kırık dökük olduğu görülmüştür.
Şimdi bu sonuçları nasıl izah edebiliriz? Bir su zerreciği canlı, duyarlı bir zihne sahip olmasa nasıl bu tepkileri verebilmektedir? Demek ki burada zihinli, canlı ve duyarlı bir madde gerçeğiyle karşı karşıyayız. Zaten doğa, madde cansız, ölü zihinsiz olmuş olsa onda nasıl insan gibi canlı ve zihin sahibi varlık oluşabilirdi? Yoktan bir şey var olamayacağına göre bunun da mümkün olması düşünülemez. Demek ki canlılık ve zihin potansiyel ve form düzeylerinde de olsa tüm doğada ve maddede vardır;
“Zihin taşta uyur, uykudadır,
Zihin bitkide uyanmıştır,
Zihin hayvanda harekete geçmiştir,
Zihin insanda kendi farkına ve bilincine varmıştır.”
Ya da bir bilgenin(Tao) dediği gibi; “taşta uyudum, çiçekte rüya gördüm, hayvanda uyandım, insanda uyandığımın farkına vardım.” Bu hakikati ve kuantumun ortaya çıkardığı gerçeği sosyolojiye uyarladığımızda, düşünürken ve bakarken nasıl oluşturduğumuzu daha iyi anlayabiliriz. Nasıl ki foton senin bakışından ve zihininden etkileniyorsa ve ona göre tepki veriyorsa muhatap olduğun insan zihni de düşünme ve bakma biçiminden etkilenmekte ve ona göre tepki vermektedir.
Karşındaki insana iyi bakarsan iyi bir etki yapmış olursun iyi tarafına hitap edersen o iyi yanını sana gösterecektir. Göstereceğin her yaklaşım bir ayna misali sana dönüşü olmaktadır. İyi bakmazsan, iyi tarafını görmezsen ve iyi tarafıyla ilişkilenemezsen olumlu bir sonuç alamazsın. Elbette bu süreç mekanik bir şekilde işlememektedir. Aynadaki yansıma kadar birebir değildir. Çünkü zihinsel süreçler veya insan psikolojisi karmaşıktır, kompleks bir yapıdadır. Öğrenilmiş ve öğretilmiş savunma mekanizmalarına sahiptir. Dar, yüzeysel ve bir kalıp gibi ele alınamaz.
Yine de genel durum ve hakikatin kuantum tarzında olduğu açıktır. İlişkilenme, yöntem ve yaklaşım buna göre gösterilirse sonuç almamak mümkün değildir. Tersi durumda ise negatif sonuçlar yarattığımızı yaşam pratiğimizden biliyoruz.
İnsanın iyi, olumlu tarafına hitap etmek o yanı geliştirip güçlendirmek gerekir. Böyle olursa olumlu temelde bir değişim yaratılabilinir. Yok olumsuz yanını görüp o yanını ön plana çıkarma, o tarafına hitap edersen o da olumsuz yanıyla tepki verecektir. Beyaz görürsen beyazla, siyah görürsen siyah yanıyla karşılık verecektir.
Önderlik bir insanın yüzde doksan dokuzu sadece yüzde birlik bir yanı temiz kalmışsa, o yüzde birlik yanından tutup geliştirmek gerekir derken derin bir sezgi ile bu hakikatin bilinciyle hareket etmiştir. Biz ise tam tersini yapıyoruz. Bir parça çamur bulaşmışsa o kişiliği tümden çamurdan ibaretmiş gibi görüyoruz. Böyle görüp baktığımız ve böyle yaklaştığımız için ters sonuçlar almaktan kurtulamıyoruz. Yaklaşımımız, bakış açımız ve yöntemimiz karşımızdakinin kendini o çamurdan temizlemesine, kurtarmasına yardımcı olmamakta, aksine daha fazla o çamura bulamaya yol açmaktadır.
Eğer Önderlik bize ve Kürt toplumuna böyle bakıp ele alsaydı hiç bir zaman bu yola girmezdi. Elle tutulur, iş yapabilir temel toplumsal özellikleri yansıtan çok az yanımız kalmıştı. Kendine yabancılaşma ve kendi kimliğinden kaçış çok fazlaydı. Önderlik bu gerçeklikten, geliştirdiği yöntem ve yaklaşımlarla en güzel insanları ve kahraman kişilikleri yaratmasını bilmiştir.
Bir insanın gönlüne hitap edersen sana gönlünü açacaktır, bilincine hitap edersen sana bilincini açacaktır. Tabi bunu gerçekten böyle yaparsan veya samimiysen karşılık bulabilirsin. Yoksa bir taktik ve bir yanıltma yöntemi olarak yapılırsa sonuç alınamaz. Çünkü zihin nasıl yaklaştığını da hisseder, fark eder. Hissedersen hissedilirsin, seversen sevilirsin. Mesela hayvanlarda bu sezme ve his güçlüdür. Kimi insanlara yanaşır, kimisinden kaçarlar. İnsanın kendine nasıl baktığını ve nasıl düşündüklerini hissettikleri için ona göre yaklaşım göstermektedirler.
Yine kuantum fiziğine-yasalarına göre gözlemleyen ve gözlenen bir bütün oluşturur ve birbirinden kopuk ele alınamaz. Gözlemlemenin kendisi gözlenen şeyi etkilemeye yetmektedir. Gözlemlediğin andan itibaren etki-tepkiye yol açan bir bütünlüğün içine girmiş oluyorsun. Yani pozitivist bilimin dayattığı ve beklediği gibi gözlemleyen ‘objektif’ olamamaktadır. Çünkü objenin kendisi sen onu gözlemlemeye başladığın andan itibaren kendisi olmaktan çıkmaktadır. Ya hızında ya konumunda ya da enerji seviyesinde bir değişim meydana gelmektedir. Hızını tespit etmeye kalkarsan konumunu, konumunu tespit etmeye kalkarsan hızı değişmektedir.
Obje, sen onu gözlemlemediğin zamandaki kendisi olmaktan çıkıp başka bir şey oluyorsa, başka bir durum ve konum kazanıyorsa nasıl ve neye göre objektif olunacaktır. Obje hangi durumuyla, hangi gerçekliğiyle tanımlanacaktır ? onun “objektif” gerçekliği hangisidir?
Burada hiç bir şeyin bilinemeyeceğini, tanımlanamayacağını veya her şeyin muğlak olduğunu belirtmek istemiyoruz. Hakikatin, pozitif bilimcinin düşündüğü gibi olmadığını, gözlemleyenin “objektif” olamayacağını ve objektivizmin aynı zamanda hakikati parçalamak anlamına geldiğini belirtmek istiyoruz. Gözleyen-gözlenen ilişkisi başladığında bir birlik , bir bütünlük oluştuğunu ve birbirini etkilediğin altını çizmek istiyoruz. Kaldı ki, sadece gözleyen ile gözlenen değil hakikatin tamamı bir bütündür. Gözlenen şey sanki başka bir evrene aitmiş gibi kendini tümden ondan soyutlamak mümkün değildir.
Pozitivizmin hakikati binlerce parçaya bölerek ayrı ayrı ele alması onun en büyük yanlışı ve yanılgısıdır. Parçayı bütünden kopararak, bütünün dışında ayrı bir olgu gibi görülüp ele alınması pozitivist bilimin en temel yöntem hatası olmaktadır. Bu yolla elde edilen bilgi eksik, tek yanlı ve hatta yanlıştır. Bu yöntemle ulaşılan sonuçların yarardan çok zarar verdiği bugün ortaya çıkan sonuçlardan rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Belki de tüm yabancılaşmaların temelinde bu algılama ve bilme tarzı yatmaktadır. İnsanın doğaya, insanın topluma ve insanın insana yabancılaşması bu zihniyetin ürünüdür. Artık birbirimizi hissedemiyorsak, empati gücünden bu kadar yoksun kalmışsak ve kendimize bu kadar gömülmüşsek bunun tam da bu algılama ve bilgi tarzıyla bağlantısı vardır. kapitalizm bu parçalanma ve yabancılaşmayı en çok derinleştiren bir sistem ve iktidar biçimi olmaktadır. Müthiş bir bireycilik, öznelcilik ve ben merkezcilik geliştirmiştir. “Ben” tanrı yerine geçmiştir. En kutsal özne “Ben”im. Her şey egodan ibaret sayılmıştır. Benim dışında bir hakikat ve kutsallık yoktur. Kendi dışım ötekidir, nesnedir, cansızdır, metadır. Bunlar bana yaradığı, ihtiyacımı karşıladığı kadar ve o oranda bir değere-fiyata sahiptir.
“Ben” toplumdan ve doğadan bu kadar koparılıp merkezi bir yere oturtuldukça tanrısal bir iktidar ve özne-nesne ilişkisi kurulmuş olmaktadır. Anti toplumsallık temelindeki bireycilik kapitalist modernitede zirve yapmıştır. Bir ailenin içindeki bireyler bile birbirini anlamaz, hissetmez hale gelmiştir. Herkes kendi dünyasına gömülü olarak yaşamaktadır. Toplumsal dayanışma, sosyal ilişkilenme, paylaşımcılık vb. olgular gereksiz, anlamsız hatta bir yük olarak görülmektedir. Kendini toplumdan izole eden birey tatminsizdir, aç gözlü ve tüketicidir. Maneviyattan koptuğu için kendini maddiyatla doyurmaya çalışır. Maddiyatla tatmin ve bu temelde tüketimin sınırı ve sonu yoktur. Tüketecek bir şey kalmayınca da kendini tüketmeye başlar. Kapitalist bireyin sürekli kriz hali ve bunalımlı yaşamı bununla bağlantılıdır.
Yabancılaşma kapitalizmin metropollerinde had safhaya ulaşmıştır. Yardıma muhtaç bir çocuğa, bir yaşlıya veya yerde can çekişen bir yaralıya bir yardım eli uzanmamakta hatta kimse dönüp bakmamaktadır bile. Para mutlak bir tanrı olarak herkesi kendine kul-köle etmiştir. Paranın iktidarı büyüdükçe insanlar küçülmekte, karıncalaşmaktadır. Anlam yitimi hiç bir dönemde bu kadar derin yaşanmamıştır. İnsanın insana ve insanın kendisine bu kadar yabancılaştığı bir yerde ve paraya tapılan bir zihniyette doğa ve toplumun ne değeri ve önemi olabilir. Derin ahlaki erozyon, vicdan yitimi bu zihniyetin kaçınılmaz sonucudur.
Kuantum dünyası bize hakikatin bir bütün olduğunu, parçaların, tikellerin bu bütünün içinde ve onunla birlikte düşünülmesi gerektiğini, birbirinden etkilendiğini ve birbirini etkilediğini ortaya koymaktadır. Doğa-toplum-insan bir bütündür. Tarihsel süreç içerisinde farklılaşarak, özgünleşerek bir gelişim göstermişlerse de aynı ana kaynaktan gelmişlerdir. Aynı soy ürünleridirler.
İlk insanın doğayı canlı, ruhlu ve kendisi gibi görmesi ve böyle algılaması onun ilkel olduğunu değil, hakikate daha yakın olduğunu göstermektedir. Animist insan his ve anlam düzeyi güçlü insandır. Bir çocuğun çevresini algılaması da buna benzerdir. Günümüz toplumu çocuğa kültürünü erkenden aşılayarak onu kendine benzeştirmektedir. Çocuğun canlı olan algısı ve zihni böylece erkenden köreltilmektedir. His ve anlam gücünün zayıfladığı yerde bilgi kirliliği başlar. Günümüz insanı adeta bilgiye boğulmuştur. Bilgi içinde cehaleti yaşar duruma getirilmiştir. Bilgi çokluğu içinde hakikat katledilmektedir. Bu kadar çok bilgi ve analitik zeka bir çok sorunun temel kaynağı olmaktadır.
Bilgi çokluğu anlam zenginliği değildir. Tam tersine anlamın üstünü örten, gizleyen bir perdedir. İnsan bilinci bu kadar fazla ve fuzuli bilgiyle çarpıtılmaktadır. Çocuğun sade, dinamik, his ve anlamca zengin algısı, kuru, mekanik ve analitik öğretilerle köreltilmekte ve doğal gelişimine ket vurulmaktadır. İnsanlığın çocukluk aşaması klan-kabile insanına denk gelmektedir. Merkezi uygarlık kendi zihniyetini ve bilgi iktidarını nasıl o doğal insanın Animist zihniyetinin yerine ikame etmişse günümüz iktidar toplumu-kültürü bir benzerini çocuklara yapmaktadır.
ORHAN KENDAL
YORUM GÖNDER