DEVRİMCİ HALK SAVAŞINA KARŞI NATO’NUN GLADİO SAVAŞLARI
Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, kendileri için çok önemli olan Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun kontrolü açısından hayati önem arz etmektedir...
Kürdistan’da 15 Ağustos 1984 Hamlesine karşı savaşan esas gücün NATO’nun gizli ordusu Gladio güçleri olduğu gittikçe net-leşmiş bulunmaktadır. Türk güvenlik sisteminin PKK’ye karşı mücadelede yetersiz kaldığını kanıtlayan en önemli olay 15 Ağustos 1984 Hamlesidir. Güvenlik sisteminin yetersizliği aslında Ankara’dan çıkışımızla başlayıp Ortadoğu’da üslenmemizle kesinleşmişti. Hamlenin gerçekleştirilmesi bu kesinliği açığa çıkardı. Ardından 1985 yılında Almanya merkezli NATO Gladio’su hare-kete geçirildi. Unutmamak gerekir ki, Alman devletinin PKK’yi 1985’te ‘terörist’ ilan eden ilk devlet olması bu Gladio ordusuna merkezlik etmesi nedeniyledir. NATO Gladio’su inşa edilirken, Avrupa’daki bölümden Almanya’daki merkez sorumlu kılındı. Başlangıçta bu gerçekleri bilmiyorduk. Hatta Almanya başta olmak üzere, AB’yi ve diğer Avrupa ülkelerini devrimci mücadelenin dostları sayıyorduk. Halklara karşı (Buna Avrupa halkları da dâhildir. Özellikle İtalya, Yunanistan ve Balkan halkları başta gelmektedir) gizli yürütülen bir savaşın söz konusu olduğu çok sonraları anlaşıldı. NATO kurulduğunda, bu ordu da komünizmin sızmalarına karşı kuruldu. Çok az kimse bunun farkına vardı. Gizli ordu en çok İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Almanya’da devrimcilere karşı harekete geçirildi. Sovyet Rusya’nın tehdit olmaktan çıkması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Türkiye dışındaki diğer NATO üyesi ülkelerde önemini yitirdi. Türkiye’de ise, tersine çok daha üst düzeylere taşındı. Bunda İran Devrimi (1979) ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali (1980) önemli rol oynadı. Ayrıca Ortadoğu’da oynadığı jandarma rolü nedeniyle Türkiye Gladio’suna sınırsız destek sağlandı. İsrail’i koruma istemi de bunda önemli bir etkendir. Petrol kaynakları ve işbirlikçi iktidarların korunmasının gerekliliği Gladio’yu hep devrede tutmaya zorlayan diğer önemli etkenlerdir.
15 Ağustos Hamlesinin beklenmedik çıkışı bu ortamda gerçekleşti. Türkiye Gladio’su Türk devrimcilerinin kalan son izlerini de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle temizlemişti. 15 Ağustos 1984 Hamlesi hesapta yoktu. Gerçekleştiğinde ise, başlangıçta basit bir sol maceracı çıkış sanıldı. Klasik ordu, polis ve istihbarat güçleriyle hemen üstesinden gelineceğine inanıldı. Fakat ilk yılda işinin bitirilememesi, meselenin NATO’ya taşırılmasına yol açtı. NATO, kuruluş yasasının 5. maddesine göre müdahalede bulunmayı 1985’te kararlaştırdı. Alman devletinin aynı yıl PKK’yi ‘terörist örgüt’ ilan etmesi bu karar nedeniyleydi. 1985’ten sonra da görünüşte Türk güvenlik güçleriyle çatışıyorduk. Bilinçli olarak bu görüntü verdirilmişti. Savaş özünde NATO Gladio’suyla yürütülüyordu. Elbette Gladio’nun Türkiye’deki kolu çok büyük rol oynuyordu. Ama tek kol değildi. Sayıca büyük olması sonuç almasına yetmiyordu. Türk güvenlik güçlerinin tek başına değil yıllarca, bir yıl bile o kapsamda savaş yürütmesi zordu. Sürdürse bile kısa bir süre içinde devlet olarak iflası anlamına gelirdi. Dolayısıyla açıktan olmasa ve mekanizması büyük oranda gizli çalışsa da, savaş bir NATO savaşıydı. Günümüzde Afganistan’da ve Irak’ta, daha önceleri Somali’de yürütülen savaşların çok üstünde boyutları olan ve uzun süreli yürütülen bir savaştı bu. PKK olarak savaşın bu gizli ve gerçek yüzünü kavrayamıyorduk. Avrupa ve ABD’ye yönelik eleştirilerimiz ideolojik düzeyde kalıyordu. Genelde son iki yüzyılda, 1920’ler sonrasında, özelde de 1984 sonrasında Kürdistan’da Kürt halkına ve PKK’ye karşı yürütülen hegemonik güç savaşlarında kapitalist modernitenin rolünü çözümleyebilecek kapasitede değildik. Bu nedenle NATO çözümlememiz çok eksik kalmıştı. Reel sosyalizmin slogan düzeyindeki yaklaşımını aşmıyordu. Zaten Gladio’dan ad olarak bile haberdar değildik. Kürdistan’daki halk savaşının düzeyi genişleyip derinliği arttıkça, bu gerçeklik yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Almanya’dan sonra ABD ve İngiltere’nin 1990 sonrasında PKK’yi ‘terörist’ ilan etmeleri, daha önceki Papa suikastı ve Olof Palme cinayeti de dikkate alındığında, gerçeği biraz daha anlaşılır kıldı. İtalyan Gladio’sunun açığa çıkarılması diğer önemli bir aşamaydı.
PKK’ye ve devrimci halk savaşına karşı yürütülen Gladio savaşlarından önce demokratik ve sosyalist muhalefete ve Kürt halkının varlığına karşı yürütülen Cumhuriyet dönemi komplolarını hatırlamak gerekir. Koçgiri İsyanı 1920’de bastırılmış, Mustafa Suphi önderliğindeki Komünist Parti Merkezinin on beş üyesi 1921 yılının Ocak ayı sonlarında Karadeniz’de boğdurulmuş, aynı yıl Çerkez Ethem kuvvetleri dağıtılmış, ayrıca sultanlık ve halifelik yanlısı isyanlar bastırılmıştır. Asli müttefikler olan Kürtler, İslâmî Ümmetçiler ve Komünistler Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda kurulacak yeni düzenin dışında bırakılmışlardır. Buna karşı gösterilen tepkiler daha sert bir biçimde bastırılmıştır. Tek partinin proto-faşist düzeni meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Almanya ve İtalya’da aynı tarihlerde yükselen faşizmin benzeri Türkiye Cumhuriyeti’ne de yansımıştır. Kürtlerin varlığına yöneltilen asimilasyon ve soykırım uygulamaları 15 Şubat 1925 provokasyonuyla resmen başlatılmış, bunlara karşı gelişen direnişler en son 1938 Dersim katliamıyla bastırılıp halkın geri kalan önemli bir kesiminin mecburi iskânıyla sonuçlandırılmıştır. Bu dönemde İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle sağlanan anlaşma temelinde Kürdistan’ın parçalanması ve Kürtlerin kimliklerinden uzaklaştırılması için her türlü baskı, sömürü ve asimilasyon yöntemi uygulanmıştır. Amaç homojen bir ulus-devlet yaratmaktır.
1950 başlarında NATO’ya girilmiş, Gladio’nun Türkiye kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra tüm muhalif güçleri ve siyasi iktidarı kontrol edecek güç Türk Gladio’su olacaktır. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın harekete geçirilmesi Türk Gladio’sunun ilk eylemleridir. 1951 komünist tevkifatı belki de başlangıç eylemidir. 27 Mayıs 1960 darbesi, daha sonraları yapılan bütün iktidar düzenlemeleri ve muhaliflerin etkisizleştirilip tasfiye edilmesi hep Türk Gladio’sunun denetiminde gerçekleştirilecektir. Emniyet, istihbarat ve Genelkurmay her ne kadar bağımsız güç gibi görünseler de, esas güç kontrolü ve kullanımı Gladio örgütlenmesiyle gerçekleştirilmektedir. 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte devrimci ve demokratik hareketlerin tasfiyesi, sisteme iyice hâkim olan Gladio örgütüyle yürütülmüştür. Taksim ve Maraş katliamları, Ecevit’e suikast girişimi başta olmak üzere devrimcilere, aydınlara ve halka yönelik tüm suikast ve katliamlar NATO’nun Gladio ordusunun doktrin ve uygulamaları çerçevesindedir. 12 Eylül askeri darbesi NATO Gladio’sunun en önemli eylemlerinden biridir. Bu döneme kadar NATO ve Türk Gladio’su iç içe ve diğer güvenlik güçlerinden hem bağımsız hem de onların üstünde rol icra etmektedir. Bu dönemden itibaren PKK’ye yönelik bir kronoloji düzenlersek:
a- Grup aşamasından 12 Eylül askeri darbesine kadar PKK’ye yönelik takip ve tasfiye amaçlı saldırılar, Gladio güçleri de devrede olsa bile, ağırlıklı olarak geleneksel güvenlik güçlerince (MİT, Emniyet ve Jandarma) yürütülmektedir. Gelişmesine pek şans tanınmadığı için, grubumuzun daha aktif ve aktör konumunda olan diğer örgütler kadar takip edilmediği kanısındayım. Grup THKP-C’nin bir uzantısı olarak değerlendirilip öyle bırakılmış, THKP-C’nin tasfiye edilmesiyle grubun da tasfiye olacağı varsayılmıştır. Grup bazı şahıslarca kontrol edilip elde tutulmak istenmiş olabilir. 1975’ten sonra grubun bağımsız olduğu anlaşılınca, KDP üzerinden Stêrka Sor (Kızıl Yıldız) eliyle müdahalede bulunulduğu, bunda Alaattin Kapan denilen ve en son Haki Karer’i katleden unsurun kullanıldığı bilinmektedir. KDP’nin başından itibaren İsrail paralelinde ve NATO’yla bağlantılı olarak hareket ettiği ve Kürdistan genelinde bir kontrol örgütü olarak destek gördüğü kesindir. Gladio’nun denetiminde olduğu ve özellikle 1961’den itibaren Türk Gladio’sunun da desteğiyle silahlandırılıp ayaklanmaya teşvik edildiği belirtilebilir. Aynı desteğin İran Şahlığı üzerinden sürdürüldüğü çok sayıda belgeyle kanıtlanacaktır. Dolayısıyla KDP üzerinden Kürdistan’daki sol gruplaşmalara yapılan müdahalelerin Gladio’nun dolaylı desteğiyle gerçekliğini görmek önem taşımaktadır.
Stêrka Sor’un sözde ‘Beş Parçacı’lığı (Kürdistan’ın küçük bir parçasının da SSCB’de kaldığını savunuyordu!) bu görüşü doğrular niteliktedir. Daha sonra KUK’la takviye edilen bu müdahale, grubun Ankara’dan çıkmadan, çıksa da Fırat’ın doğusuna varmadan tasfiyesine yöneliktir. 1976 yılından itibaren harekete geçen Pilot Necati Kaya, eğer ajansa (Kesinliğini bilemiyoruz, araştırılması gerekir) Türk Gladio’suna bağlı olabilir. Eğer gruba yönelik bir tasfiye planı varsa, bu planı uygulamaya geçirme şansı bulamamıştır. Grup bilinçli olarak bu tuzağa düşmemiştir. Eğer babası Ali Yıldırım kanalıyla Kesire Yıldırım’ın bir ajanlığı söz konusuysa (Bu da kesin bilinmiyor, araştırmayı gerektirir), geleneksel olarak MİT kadrosu çerçevesinde düşünülebilir. Dilaver Yıldırım konusu da hakkında yanlışlık yapmamak açısından üzerinde araştırma yapılmasını gerektirir. Alaattin Kapan’ın 18 Mayıs 1977’de Haki Karer’i provokasyonla tuzağa düşürüp katletmesi, daha grup aşamasındayken PKK’ye yönelik Türk ve NATO Gladio’sunun ilk eylemi olabilir. 1977’de grubun ilk defa ciddi olarak tasfiye kapsamına alındığı belirtilebilir. Eğer Parti Programı yayınlanmasa, PKK’nin ilanıyla buna yanıt verilmese ve Alaattin Kapan ölümle cezalandırılmasaydı, grubun tümüyle olmasa da ciddi bir tasfiyeyi yaşaması beklenebilirdi. 1978 sonlarındaki Maraş katliamı, o yörede hızla gelişen gruba karşı Gladio’nun ikinci büyük eylemi olarak değerlendirilebilir. Maraş eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir. Maraş katliamını halen yürürlükte olan bu plan çerçevesinde düşünmek gerekir. Özellikle Malatya, Adıyaman, Elazığ, Dersim, Sivas, Erzincan ve Antep yöresindeki Kürtlere yönelik olarak sistematik biçimde uygulanan asimilasyon ve Gladio eylemleri bu bağlamda düşünülmek durumundadır.
Özcesi, 1960’lardan sonra gelişen sol ve Kürt muhalefeti üzerinde Gladio’nun giderek yoğunlaşan bir denetimi ve baskısı vardır. 12 Mart 1971 darbesiyle daha da yoğunlaşan bu denetim, baskı, çatışma ve suikastlar sistematiktir ve bu örgütle bağlantılıdır. İslâmcı ve ülkücü gruplar kadar sahte Türk ve Kürt sol grupçuklar da Gladio savaşları çerçevesinde kullanılmışlardır. Gladio’nun Türkiye’deki varlığı 1955-‘60’tan itibaren tüm hükümet oluşumlarında, sağ ve sol gruplar arasındaki çatışmalarda, darbelerin planlanıp uygulanmasında, önemli suikastlar ve katliamlarda son derece etkilidir. Diğer güvenlik ve istihbarat örgütlerinin bağımsız rolü giderek sınırlandırılmış, hatta bu örgütler ele geçirilmişlerdir. Tüm ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik ve iktidara ilişkin faaliyetler devletin güvenliği kapsamında ele alınarak, Gladio stratejisi ve taktikleri çerçevesinde değerlendirilip yönlendirilmeye çalışılmıştır. Başta sol ve komünist hareketler, daha sonraları kontrolleri dışında gelişen devrimci ve sosyalist Kürt Hareketi üzerinde gittikçe yoğunlaşan operasyonlar yürütülmüştür. 1970-1980 arası dönem operasyonların en yoğun dönemi olup, 12 Eylül askeri darbesi ve solun stratejik bir darbe almasıyla sonuçlanmıştır. Kürt devrimci sosyalist hareketinin 1980 sonrasında Ortadoğu’daki üslenmesi kendisine de yöneltilen bu operasyonları boşa çıkarmıştır.
b- Gladio savaşlarının ikinci dönemi 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlar ve 1985 yılına kadar devam eder. ABD Elçiliği’nin tezgâhlayanları için “Bizim çocuklar iyi iş başardı!” diye takdirlerini ifade ettiği bu darbenin kısa döneme ilişkin amaç ve sonuçları bilinmektedir. Darbenin amacı başta sol güçler olmak üzere içteki tüm muhalif hareketlerin ve şikâyet odaklarının susturulması ve tasfiye edilmesi, yerine rejim anayasası gereğince küresel finans kapitalin hegemonyasına bağlanmış, ihracata (dış sömürüye açılma) dayalı bir ekonomik düzenle Türk-İslâm ideolojisine dayalı yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel faşist sistemin tesis edilmesidir. Bu öyle yansıtılmak istendiği gibi Türk iç güvenlik güçlerinin güdümünde gerçekleştirilen bir sistem değildir; Gladio’nun 1960’lar sonrasında yoğunlaşan ve 12 Mart muhtırasıyla tırmandırılan savaşlarının doğal bir sonucudur. Belirleyici olan NATO’nun, Gladio’nun merkezi ve Türkiye uzantılarıdır. Türk iç güvenlik güçlerinin rolü destekleyici olmaktan öteye gitmez.
Bu dönemde PKK’ye yönelik Gladio faaliyetleri genelde sol harekete yönelme kapsamında değerlendirilmiştir. Herhangi bir sol örgüte yönelik olarak uygulanan bastırma ve tasfiye etme yöntemleriyle PKK’nin üzerine gidilmiştir. PKK’ye sızdırılmış un-surlar ve arkalarındaki güçlerin planlamaları, PKK Önderliği’nin hareket tarzından ötürü başarılı olamamıştır. Yurtdışına çıkışımdan kendim ve kuryem dışında kimsenin haberdar olmaması bunda önemli rol oynamıştır. Bu süreçte Necati Kaya’nın benimle mutlaka görüşmek istemesi ve çok gergin ruh hali üzerinde durmak gerekir. Ayrıca Dev-Yol başta olmak üzere bazı sol güçlerle 1982’de geliştirdiğimiz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi çalışmaları sırasında, Dev-Yol içinden bazı kişilerin sergilediği kuşkulu tavırlar ve bu doğrultudaki çalışmaların sabote edilmesi sızma ve tasfiye güçleriyle bağlantılı olabilir. Dönemin Dev-Yol liderliğine soyunan Taner Akçam ve ‘Sarı Cemal’ denilen unsurun tasfiyeci pratikleri, sadece Dev-Yol’un tasfiye edilmesi açısından değil, PKK’ye yönelik tasfiyeler kapsamında da üzerinde önemle durmayı gerektirir. O dönemde ASALA’ya ve Önderi Agop Agopyan’a yönelik suikast ve tasfiye çabalarının (Ki, başarılı olmuştur) benzeri PKK’ye karşı da geliştirilmiş ama başarıya ulaşmamıştır. Her iki tasfiye ve suikast çalışmasında sol maskeli unsurlar kullanılmıştır. 12 Eylül faşist darbesi sonrasında solun tasfiye edilmesinde sadece kaba baskı ve işkenceler rol oynamamış; örgütlerin bünyesindeki (PKK dâhil, tüm örgütler söz konusudur) sızmaların da bu tasfiyelerde önemli rolleri olmuştur. 15 Ağustos Hamlesinin geciktirilmesi, Avukat Hüseyin Yıldırım’ın 1982’den hemen sonra Önderlik sahasına gelip bazı girişimlerde bulunması, bazı Ortadoğu kökenli örgütlerle bağlantılı kuşkulu hareketler ve KDP’nin tavrı bu kapsamda üzerinde yeniden durmayı gerektirir.
KDP ile ilişkiler kritiktir. KDP’nin Doktor Şivan’a (Sait Kırmızıtoprak, Türkiye-KDP Lideri) yönelik tutumunun, yani sonuçta Doktor Şivan ile iki önemli yardımcısının öldürülmesi ve diğer grup elemanlarının dağıtılmasıyla sonuçlanan yaklaşımının bir benzeri PKK’ye yönelik olarak da uygulamaya konulmak istenmiş olabilir. KDP temsilcileri gerillanın hamle yapmasından yana değildiler. Çok yoğun engellemelerde bulundular. Özellikle sınırı geçerek ülkeye giriş aşamasında çok sayıda arkadaşımızı şehit ettiler. Daha sonra çatışma ve öldürmeler süreklilik kazandı. 1985’te Mesut Barzani’nin Şam’da benimle yaptığı görüşmede açıkça 15 Ağustos Hamlesinden vazgeçmemizi istemesinin sadece Türk iç güvenlik güçlerinin bir dayatması olmadığına, bunun İsrail ve NATO Gladio’su ile bağlantılı bir girişim olduğuna dair kuşku ve endişelerim vardı. KDP ile ilişkiler ve çatışmaları sadece Türk iç güvenlik güçlerinin yönlendirdiği olaylar olarak ele almamak, NATO Gladio’su ve İsrail politikaları açısından da bakmak büyük önem taşır. Üzerinde kapsamlı araştırma yapılması gereken bir konudur bu. 15 Ağustos Hamlesi ve ilk yılı önceden tahmin edilse de, sistemin kesin bilgileri dışındadır. Nasıl seyredeceği kestirilememiştir. Yönü ve kapsamı doğru tahmin (Kendimiz açısından da böyledir) edilememektedir. Yeni bir döneme yol açtığı kesindir. Ama sistem açısından sonuçlarının en az 1985 yılı boyunca özellikle Türk iç güvenlik güçleri, NATO ve Gladio bünyesinde tartışıldığı kanısındayım.
c- Gladio savaşlarının üçüncü ve en önemli dönemi, 1985’ten Turgut Özal’ın 1993’te öldürülmesine kadar süren dönemdir. NATO’nun kuruluş yasasının beşinci maddesindeki “Üye bir ülkeye yapılan saldırı tüm üye ülkelere yapılmış sayılır” hükmü 1985’te uygulamaya konulmuştur. Uygulamalar Gladio kapsamında geliştirilmiştir. Uygulama merkezi Almanya’da olduğu için, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilanı önce Alman devletince kararlaştırılmıştır. Almanya, NATO’nun Gladio merkezi ve Türkiye uzantıları ile Türk iç güvenlik güçleri KDP’yi de aralarına alarak yapılan planlama çerçevesinde yoğun bir karşı saldırı geliştirmişlerdir. Benimle yürütülen ve özellikle KDP ve Barzaniler kanalından sürdürülen görüşmelerde temel talep hamleye kendiliğinden son vermemizdir. Bu talep veya öneri, kapitalist hegemonyanın 1920’deki Kahire Konferansı’nda Kürt sorununa ilişkin olarak aldığı kararın güncellenmesini ifade eder. Bilindiği üzere bu karar Ortadoğu’nun hegemonya altında tutulması için Kürt meselesinin çözümsüz bırakılmasını ve bu haliyle sorunun hep canlı tutulmasını öngörür. Barzaniler ve KDP’ye biçilen rol, Kürdistan’da bu öngörünün hayata geçirilmesiyle bağlantılıdır. Öngörü İsrail’in varlığının gerçekleştirilmesini ve kalıcı kılınmasını da hedeflediğinden, Kürdistan’daki tüm oluşumlar eğer Proto-İsrail bağlamında değilse müdahale edilip etkisizleştirilir. Dolayısıyla 1985 sonrasında devrimci halk savaşı deneyimi ardından İsrail, Türkiye ve KDP güçlerinin NATO ve Gladio ile birlikte PKK’nin üzerine gelmeleri anlaşılır bir husustur. Arkasında tarihî bir karar ve güncel hayati menfaatleri vardır.
Mesut Barzani vasıtasıyla iletilen mesaja rağmen hamleden vazgeçmeyeceğimiz anlaşılınca, 1986’da JİTEM ve Hizbullah örgütlenmeleri devreye sokuldu. JİTEM her türlü yetkiyle donatılmış olan dönemin ‘Teşkilat-ı Mahsusa’sı rolünü oynamaktadır. Bilindiği üzere 1914’te kurulan Teşkilatı Mahsusa, homojen ırkçı bir Türk ulus-devleti yaratmak için öncelikle Ermeni soykırımında önemli rol oynamış, katliam başta olmak üzere her tür yöntemi uygulamakla yetkili kılınmış ilk faşist örgütlenmelerden biridir. Said-i Nursi ve Mehmet Akif’in de içinde yer aldığı dinci-İslâmcı bir kolu da bu yapılanmayla birlikte harekete geçirilmiştir. Bu soykırım modeli 1986’da JİTEM ve Hizbullah (Türkiye ve Kürdistan Hizbullah’ı) uygulamaları tarzında güncelleştirilmiş, her iki örgüt aynı kapsamda görev ve yetkilerle donatılmışlardır. ABD, NATO, Gladio ve Türk güvenlik güçleriyle KDP arasında bir koordinasyon geliştirilmiştir. Hizbullah hem İran’ın hem de Suudi Arabistan’ın İslâmcı politikalarından yararlanmak istemiştir.
Bu dönemde PKK’ye yönelik sızmalar KDP üzerinden gerçekleştirilmiştir. Dönemin KDP’sinin yeniden örgütlenmesini yürüten ve adına ‘Qiyade Muvaqat’ denilen örgütlenmenin başı Sami Abdurrahman’dır. PKK’ye yönelik pratik tasfiye girişimlerini ve sızmaları esas olarak Sami Abdurrahman yürütmüştür. Kullandığı en önemli araç sahte Kürtçü KUK (KUK = Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları. O dönemde biz kendimizi ‘Ulusal Kurtuluşçular’ olarak tanımlıyorduk. Her ajan örgütün esas örgütün isim veya niteliklerinden birini kullanması burada da söz konusudur) örgütlenmesidir. Çok sayıda PKK’li ve Kürt yurtsever bu örgüt eliyle katledildi. KUK’a biçilen rol, ne pahasına olursa olsun, PKK’nin Bingöl-Mardin hattının doğusuna geçişini engellemekti. JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın da bizzat itiraf ettiği gibi, bu dönemde on bin kişilik bir silahlı imha ekibinin görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Burada çok önemli olan husus, bu gücün kanun üstü olmasıdır. Sorgusuz sualsiz her tür cinayeti işlemeye yetkilidir. Soykırım örgütü olma niteliğini buradan alır. Aynı yetki halkın ‘Hizbul-Kontra’ dediği Kürdistan Hizbullah’ına da tanınmıştır. On binleri aşkın faili meçhul cinayet bu iki kardeş örgüte tanınan kanun ve hatta anayasa üstü yetkiler temelinde işlenmiştir. Bu dönemin başlangıcında Ozan Sefkan (Celal Ercan) ve grubunun imha edilmesi (1985), Mahsum Korkmaz yoldaşın katledilmesi (1986), Selahattin Çelik üzerinden yürütülen gerillayı teslim alma çalışmaları ve PKK’nin 1986’daki Üçüncü Kongre’sindeki bunalım dolaylı ve direkt JİTEM’le bağlantılı önemli olaylardır. Ayrıca benim için çok değerli olan Nusaybinli İbrahim (Darar Akay) yoldaşın 1985’te katledilmesi de (Silopi-Şax köyünde) bizzat Arif Doğan’ın itiraf ettiği gibi JİTEM tarafından gerçekleştirilmiştir. Olağanüstü hal, JİTEM ve Hizbullah’ın etkileri 1986’da PKK üzerinde iyice yansımasını bulmuş ve kısmi bir bunalıma yol açmıştır. Üçüncü Kongre pek çözümleyici olamamıştır. Geniş bir komuta değişimine gidilmiştir. Ortadoğu üzerinden bu olumsuz yansımaları boşa çıkarmak için 1987’den başlayarak Turgut Özal’ın öldürülmesine kadar neredeyse her yıl bini aşkın gerilla adayını eğitip donatarak hareket üslerine kadar ulaştırmayı bizzat üstlendim. Daha önceleri ve sonraları da binlerce kişiyi aşan gerilla gücü, araç gereç ve para yoluyla destek sunmuştum. Ama en büyük desteği bu tasfiye ve katliam yıllarında bizzat sundum. 1987’den itibaren yeniden hızlandırdığımız ülkeye geçiş çabalarında en dikkat çekici olumsuzluk, sonradan ‘dörtlü çete’ diye adlandıracağımız grubun elebaşlarından Hogir kod adlı Cemil Işık’ın hududu geçer geçmez koruculara karşı mücadele bahanesi ile kendi başına eylemler düzenlemesi, bu eylemlerle içinde çocuklar ve kadınların da bulunduğu onlarca kişinin ölümüne yol açmasıdır. PKK’nin bizzat çok iyi düzenlediğim taktik sistemi bu eylemlerle boşa çıkarıldı. Bundan sonra PKK kendi öz taktiklerini hayata geçirmeye bir türlü muvaffak olamadı.
Mahsum Korkmaz bu tehlikeyi ilk gören ve tedbir almaya çalışan komutanlarımızdan biri olduğu için özenle seçilen ve katledilen bir yoldaşımızdır. Darar’ın öldürülmesi de bu temeldedir. Ozan Sefkan ve arkadaşlarının öldürülmesi de benzer komplolar serisinin devamıdır. Mahsum’un ölüm biçimi ve yaşamını yitirdiği koşullar dışardan sızdırılmış kişilerin bu katliamda rol oynadığını düşündürmektedir. Şemdin Sakık ve daha sonra 1987 kışında Bekaa’da intihar eden Ferhat kod adlı Eruhlu gencin durumu, Mahsum’un içten suikastla öldürülmüş olabileceğini güçlü bir olasılık olarak düşündürmektedir. Cemil Işık’ın 1987’den itibaren komuta değişikliğinden de istifade ederek gerillada inisiyatifi ele geçirmesi PKK’ye çok pahalıya mal olmuştur. En büyük olumsuzluğu ise, PKK’nin büyük emekler sonucunda planladığı ve hazırlıklarını büyük oranda tamamladığı gerilla savaşı planının boşa çıkarılmasıdır. Dörtlü çetenin diğer elemanları olan Şemdin Sakık, Şahin Baliç ve Halil Kaya (Kör Cemal) Hogir’ın izinde yürüyüp gerilla sistemini boşa çıkarmada etkili olan ve önde gelen isimlerin başında yer almaktadır. Bu isimlerin çoğunun KDP ve Beş Parçacılarla bağlantılı olması (Beş Parçacılar ve KUK da KDP bağlantılıdır. Özellikle ‘Qiyade Muvaqat’ ile ilişkilidir) sızma unsurunun göz ardı edilemeyeceğini göstermektedir. Bu dönemde bizzat tanıdığım yüze yakın en değerli gerilla komutan adayının “Çatışmada öldüler” süsü verilerek katledilmeleri komplonun büyüklüğünü göstermektedir.
Komplo oyunu çok açıktır. Tarihsel temeli de vardır. İttihat ve Terakki döneminde bolca uygulanmıştır. Yine Kürt isyanlarında ve Komünist Parti’yi tasfiye etme girişimlerinde yoğunca denenmiştir. Temel özellikleri şunlardır: Birincisi, devrimci güçlerin halkla bağını koparmak ve halkı bu güçlere karşı çıkarmak için gerilla veya isyancı maskesi altında cinayet timleri kurmak ve işletmektir. Dörtlü çete ve benzerleri bu konuda oldukça başarılı olmuşlardır. Bunlar halka ve özellikle karşımıza çıkarmayı düşündükleri aşiretler ve ailelere yönelik birçok komplo eylemi düzenlemişlerdir. Bu komplo eylemlerini özenle araştırmak son derece önemlidir. Ciddi sonuçlar doğuracak bu araştırmanın mutlaka yapılması gerekir. İkinci komplo yöntemi, gerilla komutanı veya isyan önderi olabilecek değerli kadroların hedef alınması ve öldürülmesidir. Bu konuda da oldukça başarılı olmuşlardır. Komutanlık yapabilecek birçok yoldaşın nedensiz ölmesi veya öldürülmesi iç komplonun çapını gösterir. Kürt isyanlarında ve Türkiye’de solcu liderlerin tasfiye edilmesinde benzer yöntemler kullanılmış ve komplolarla önder kadroların imhası gerçekleştirilmiştir. Bunun en son halkası 1990’da şahsıma yönelik olarak gerçekleştirilen büyük komplodur. Şahin Baliç, Mehmet Şener ve Cangir Hazır’ın (Sarı Baran) başında yer alıp hayata geçirdiği komplo Hasan Bindal yoldaşın şahadetiyle açığa çıkmış ve boşa çıkarılmıştır. Fakat iki önemli alanda daha başarılı olmuşlardır. Ana kitlesini, halkı PKK’den koparıp koruculaşma sürecine sokmaya muvaffak olmuşlardır. Komuta adaylarını imha ederek gerillayı başsız bırakmışlar, gerillayı temel taktik hattından saptırıp avare-asi gruplar düzeyine indirgemişlerdir. İç ve dış Gladio bu dönemde her ne kadar PKK ve öncülük ettiği devrimci halk savaşı deneyimini bastırıp tasfiye etmeyi başarmadıysa da, gerilla savaşının planlandığı gibi kendi öz taktikleri temelinde hayata geçirilmesini engelleyebilmiştir.
PKK sorumlularının pek fark edemedikleri en önemli başarısızlık konularından biri de taktik planlamanın neden pratiğe başarıyla uygulanamadığı ve Gladio-JİTEM’in bunda oynadıkları roldür. Her iki tarafın da başarısı yarım kalmıştır. Benim bu aşamada yapabildiğim şey devrimci savaşın sürekliliğini sağlamak ve yenilgisinin önüne geçmek olmuştur. Ülke içi pratik önderlik sıradan tutarlı bir çaba gösterebilseydi, ileri düzeyde bir başarı sağlamak mümkündü. Yine de 1990 komplosunun boşa çıkarılması ve Körfez Savaşının sonuçları, PKK Hareketi’nin birleşik etkisinin genel anlamda yükselmeye devam ettiğini göstermektedir. Tarihsel-toplumsal anlamı büyük olan bölge dengesi doğru değerlendirildiğinden ötürü, devrimci savaşın sıradan bir uygulaması bile önemli ve başarılı sonuçlara yol açmıştır. Eğer taktik önderlik 1990-‘93 arası dönemi doğru değerlendirip hem nicel hem de nitel olarak gerillanın büyütülmesini sürdürebilse ve taktik planlamayı pratiğe geçirebilseydi, tarihin seyri çok daha değişik olabilir, 1993 başlarında tarihî bir çözüme gidilebilirdi. Gladio sistemi çöküşün eşiğindeydi. Turgut Özal bunu gördüğü için uzlaşmayı daha uygun bulmuştu. Kürdistan’ı kaybetmektense, federal bağlarla ortak bir devlet çatısı altında bir arada tutmanın çok önemli ve halkların birlikte yaşamasının kalıcı ve kardeşçe yolu olduğuna ikna olmuştu. İç ve dış Gladio bu yaklaşımı kendilerinin tasfiyesi olarak gördükleri için, bundan kurtulma ve çıkış yolunu T. Özal’ı tasfiye etmekte buldular. Daha da önemlisi, T. Özal Musul-Kerkük’ün Misak-ı Milli gereği federal bağlarla yeniden Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanmasını öngörüyordu. Celal Talabani ile bu temelde yoğun bir ilişki içindeydi. Benimle diyalogu da bu amaçla önermişti. Gerçekten tarihsel bir adım öngörülmekteydi. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in de T. Özal ile birlikte aynı plan etrafında çaba yürüttüğü bilinmektedir. Irak’a yönelik ayrı planları olan ABD ve İsrail, T. Özal ve Eşref Bitlis’in yaklaşımlarını kendileri açısından son derece tehlikeli gördükleri için, Demirel ve Çiller’i (E. İnönü’yle birlikte) iktidara taşımaya yol açan darbeyi hayata geçirdiler.
1993 yılı olağanüstü bir yıldır. Yılın ilk aylarından itibaren Uğur Mumcu cinayetiyle başlayan büyük suikastlar (Adnan Kahveci, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in katledilmeleri, Sivas-Madımak Oteli katliamı, Bahtiyar Aydın cinayeti, otuz üç askerin sivil araçlarla nakledilirken öldürülmeleri, çok sayıda asker ve sivil yetkilinin katledilmesi) darbe çerçevesinde düşünülmelidir. Devlet içinde çok güçlü bir kanat bu dönemde Kürt sorununda barışçı çözüme hazırlanmıştı. 25 Mayıs’taki Milli Güvenlik Kurulu’nda siyasi affın görüşülmesi gündemdeydi. Bu en az 12 Eylül askeri darbesi kadar etkili ve ağır sonuçlara yol açan bir darbeydi. Zaten yasa ve anayasa üstü yetkilerle donatılan Gladio örgütünden ötürü bir askeri darbe yapmaya ihtiyaç duyulmuyordu. Bu seferki darbenin hedefi barışçıl çözüm yanlısı devlet güçleriydi. Dolayısıyla sürece yayılmış darbeyle tasfiye olanlar da yine bu devlet güçleriydi. Hâlâ karanlıkta kalan bu darbenin mutlaka aydınlatılması gerekir. Darbecilerin gerek PKK gerekse devlet içindeki uzantıları açığa çıkarılmadıkça, barışın ve siyasi çözümün yolu kolay açılamaz.
Bu dönemin sonuna doğru, yani 1990 sonrasında Dersim, Amed, Garzan ve Tolhildan eyaletinde yoğunca yaşanan tasfiyelerde Gladio’nun payının belirleyici olduğunu görmek gerekir. Irak sınırının her iki yakasında KDP ile birlikte yürütülen tasfiye çabalarının Garzan ve Amed eyaletlerinde Şemdin Sakık ve Sait Çürükkaya, Dersim’de Hıdır Sarıkaya ve benzerleri, Tolhildan eyaletinde Terzi Cemal unsurları tarafından geliştirilmiş olması ihtimal dahilindedir. Oldukça karışık olan bu dönemin yoğunlaşan tasfiyelerinde çok sayıda unsurun bilerek veya bilmeyerek rol oynadığı rahatlıkla ileri sürülebilir. 1992 güzündeki operasyon ve KDP ile YNK’nin birlikte saldırısı sonucunda Botan-Behdinan direniş cephesi büyük darbe almıştı. Osman Öcalan alçağının öncülük ettiği teslimiyetle birlikte, stratejik anlam ifade edebilecek bir darbe almanın eşiğine gelinmişti. Buna karşı başta Ortadoğu’daki üs bölgesinde olmak üzere her alanda gösterilen kararlı ve ustalıklı direnişle stratejik tasfiyenin eşiğinden dönüldü. Hâlbuki büyük halk desteğini arkasına alan gerillanın stratejik üstünlüğü söz konusuydu. Gladio’nun birçok il ve ilçede düzenlediği katliamlar, içte örgütün ve gerillanın tasfiye edilmesi girişimleri KDP ve YNK’nin saldırılarıyla birleşince, işler tersine dönmeye başlamıştı. Yine de gerillanın stratejik üstünlüğü söz konusu olabilirdi. Ama taktik önderliğin bir türlü oturtulamaması, bu tarihî fırsatın layıkıyla kullanılmamasına yol açtı. PKK hiç de hak etmediği çok değerli kayıpları bu nedenle yaşadı; hak ettiği çok üstün başarılara bu nedenle erişemedi. Bu dönemde, özellikle dönemin sonlarında yaşanan gelişmeleri aydınlatmak hâlâ temel bir sorun durumundadır.
d- Gladio savaşlarının dördüncü dönemi, 1993-1998 yıllarını kapsar. Özal’ın öncülük ettiği Kürt sorununa barışçıl ve siyasal çözüm yaklaşımının karşıtları bu yeni dönemi başlatırken bazı önemli avantajlara sahiptiler. Dıştan zaten ABD ve İsrail’in büyük desteği temelinde harekete geçirilmişlerdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, 1990 başlarında Londra’dan döndüğünde, “PKK’yi bastırmak için bize yeşil ışık yakıldı” derken, aslında bu desteği kastetmekteydi. İsrail’in TC’ye bu denli destek sunması, PKK’nin Ortadoğu’daki üslenmesinden duyduğu endişe nedeniyleydi. İsrail ısrarla PKK’nin KDP güdümüne girmesini istiyordu. Kürt Hareketi’nin kendi özgücüne dayalı, bağımsız ve özgür gelişmesini istemiyordu. Kürt Hareketi’ne tümüyle karşı değildi, PKK tarzına karşıydı. 1993-1996 yılları arasında Türkiye-İsrail ilişkileri PKK faktörü nedeniyle en yoğun dönemini yaşadı. ABD ve İngiltere geleneksel olarak NATO Gladio’su ile Türkiye’yi kontrol ediyorlardı. Esas dayanakları Gladio’nun varlığıydı. İçte S. Demirel, T. Çiller ve E. İnönü bloğuyla anlaşarak tasfiye planlarının tüm hazırlıklarını tamamladılar. ANAP içinde de T. Özal’ı tecrit ederek iyice yalnızlaştırdılar. Türkiye’de Menderes, Özal ve Ecevit aynı yöntemle, Gladio çalışmalarıyla tasfiye edilmişlerdi. Gladio hizaya getirmek istediği kilit önemi haiz her kurum ve kişiyi bu yöntemle yalnızlaştırıp tasfiye etmede büyük deneyim kazanmıştır. Türkiye yönetiminin son elli-altmış yılında Gladio’nun etkisi göz önünde bulundurulmadan, ciddi hiçbir siyasi, askeri ve ekonomik olay ve süreç doğru dürüst çözümlenemez. Temeli 1914’te atılan, hatta daha öncesinde 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşünden itibaren başlatılan bu darbe ve komploların en son halkası Gladio’dur. Beyaz Türk faşizmini esas olarak bu komplolar zincirinde yer alan Gladio türü örgütler yürütmektedir. Belirleyici güç bunlardır. Yüzeyde yansıtılanlar, özellikle sivil politikacılar maske rolünü oynamaktadır. Aralarındaki sahte tartışmalar da dipteki gerçek iktidar oyunları ve oyuncularını maskelemek ve meşrulaştırmak içindir.
1993 yılında devlet içindeki barış ve siyasi çözüm yanlıları tasfiye edilirken, Kürt halkı ve PKK üzerinde de tarihin en büyük tasfiye hareketlerinden biri yürütüldü. Dört bine yakın köy yakılıp yıkıldı; milyonlarca köylü zorla, hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeden göçertildi. Malları, eşyaları, evleri ve tarlaları talan edildi; koruculara peşkeş çekildi. Binlerce köylü korucular, Hizbullah ve JİTEM (Zaten iç içe geçmişlerdi) tarafından katledildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocuklar yatılı bölge okulları denilen toplu imha mekânlarında (asimilasyonist yöntemle aşağılama ve yoğunca yaşanan tecavüzlerle) kimliksizleştirildi. Kalan köy ve kentlere gıda karneye bağlandı ve denetimle dağıtıldı. Kaçakçılık yönetimini ellerine geçirerek, sadece T. Çiller döneminde elde ettikleri yirmi milyar Dolarlık (belgelerle açıklanan) ganimeti aralarında paylaştılar. Dürüst Kürt işadamlarını ve esnafını fişleyip bazılarını öldürürken, hizaya getiremediklerini iflas ettirdiler. Geriye kalanları kontrgerillanın uzantısı haline getirdiler. Köy korucularının sayısını yüz bine çıkardılar. Kendileriyle işbirliği içinde olmayan herkesi düşman ilan ettiler. PKK’ye karşı Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı operasyonlarını düzenlediler. Bunda KDP, korucular ve itirafçıları sonuna kadar ve hem de en önde kullandılar. Yunanlılarla savaşta kullanılan güçlerin çok üstünde bir güçle uzun süreye yayılmış savaş operasyonları yürütüldü. Hiçbir savaş kuralına bağlı kalınmadı. Gerilla cesetleri bile paramparça edildi.
Savaşı iç güvenlik güçlerinden ziyade Gladio-JİTEM-Hizbullah güçleri yürütüyordu. Kanun ve anayasa üstü yetkilerle donatılan bu güçler güya ölüm kalım savaşı yürütüyorlardı. ‘Kürt tehlikesi’ Yunan ve Ermeni tehlikesinden katbekat daha fazlaydı. Gerçekten bu konuda paranoyaya tutulmuşlardı. Mutlak bir tasfiye peşindeydiler. Çok sayıda özel komplo yürüttüler. Sırf Kürt sorununa ilişkin rapor hazırlattığı için Sakıp Sabancı suikast hedefi seçildi. Bizzat Alpaslan Türkeş, “Çizmeyi aşıyorsun” diyerek Sabancı’yı tehdit etti. Andıçlanmayan gazeteci bırakılmadı. Bana karşı sonuncusu 6 Mayıs 1996’da uygulanan komploda (Abdullah Çatlı, Sedat Bucak ve Viranşehir Belediye Başkanı Keleşabdioğlu’nun birlikte rol oynadıkları komplo) bin kiloluk bombanın patlatılması yine bu dönemin göstergelerindendir. Ordudaki bölünme daha da derinleşti. İsmail Hakkı Karadayı’yla (1994-1998 dönemi Genelkurmay Başkanı) başlayan Gladio’yla araya mesafe koyma çabaları da bu dönemin çılgın savaş tarzının bir sonucuydu. Kendisini bile etkisiz kılmışlardı. Gladio şefleri Özal ve ekibinin tasfiyesinden sonra tümüyle iktidarın gerçek sahipleri olmuşlardı. Yüzeydekilerin siyasal figüran olmaktan öteye rolleri söz konusu değildi. 1998’de Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kendisine karşı düzenlenen silahlı saldırıda kıl payı kurtulması ve hemen arkasındaki albayın ise ölmesi, kendileri için uygun görmediklerini tasfiye etme konusunda ne kadar gözü kara hareket ettiklerini ortaya koyan diğer çok önemli bir olaydır.
Tıpkı 1985-1993 döneminde olduğu gibi, bu yeni dönemde de devrimci halk savaşının temposunu kaybetmemesi ve sürekliliğini yitirmemesi için, Ortadoğu’daki üslenmeyi sonuna kadar kullanmayı temel taktik olarak benimsedim. En etkili taktik çalışmanın bu olduğu kanısındaydım. Yine her yıl eğitilip donatılan ve tüm ihtiyaçları karşılanan bini aşkın gerilla adayının büyük çoğunluğu üs alanlarına ulaştırıldı. Gerillanın ülke içinde hiçbir alandaki üslenmesinden vazgeçilmedi. Başka kanallar da açıldı. Yaşanan kayıplar ağacın bazı dallarının budanmasından öteye bir etkide bulunmadı. Bağımsızlık ve özgürlük ağacı her dönemde daha da gürleşerek büyümesini sürdürüyordu. Nefes nefese sürdürülen ideolojik ve politik savaştan bir adım geri atılmadı. Fakat beklenen üstün başarı yakalanamıyor, denge durumuna bir türlü erişilemiyordu. Ne kadar etkili olmaya çalışırsa çalışsın, dıştaki Gladio savaşı bunda belirleyici değildi; belirleyici olan, taktik önderliğin, gerilla komutasının bir türlü yeterince oturtulamamasıydı. Bu konuda sızmaların önemli etkileri ve tasfiyeci çabaları olsa da, esas sorun komutadan kaynaklanıyordu. Savaş hem sınıfsal hem de kişilik boyutunda etkisini en çok bu alanda hissettiriyordu. 6 Mayıs’taki suikast girişimi başarısız olsa da, bu yönelimin içerdiği büyük tehlikeyi çok iyi fark eden Zeynep Kınacı’nın 30 Haziran’da Dersim’de gerçekleştirdiği fedai eylemi, içte taktik tıkanma ve dışta imhanın dayatıldığı 1996 yılını taktiğin önünün açıldığı ve başarı yolunun daha da netleştiği bir yıla dönüştürdü.
Halk savaşlarının aynı zamanda yaman sınıf savaşları olduğunu bu dönemde bütün çıplaklığıyla gördüm. Yaptığım çözümlemelerde bu gerçekliğe kapsamlı yer verdim. Tıpkı 1990’ların başlarında olduğu gibi, sonlarında da stratejik başarı imkânı fazlasıyla vardı. T. Özal’ın girişimleriyle başlayan diyalog çabaları 1997’de dönemin Başbakanı N. Erbakan ve ordudan bir kanalla devam etti. Barış ve siyasi çözüme yine çok yaklaşıldı. Sanırım yine aynı Gladio’nun el atması ve arkasında bulunan iç ve dış güçlerin harekete geçmesiyle bu diyaloglardan beklenen barış ve siyasi çözüm şansı değerlendirilemedi, buna fırsat tanınmadı. Hem Başbakanlık hem de Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde niyet edilen barış ve siyasi çözüme fırsat tanınmaması, Türkiye’deki rejim üzerinde NATO, Gladio ve iç uzantılarının ne denli etkili olduğunu gayet iyi ve açıkça ortaya koymaktadır. Cumhuriyet üzerine kâbus gibi çöreklenmiş bir sistem söz konusudur.
1998 Eylül’ünde Türk devletinin Suriye’ye yönelik savaş tehdidiyle Ortadoğu’daki stratejik üslenme konumuma son verilmek istendi. Bu noktaya gelinmesinde alanın ve benim stratejik konumum temel rol oynamıştır. Ama bence esas neden, barış ve siyasi çözümün ciddi olarak bir kez daha devreye girmesidir. Askeri açıdan çok önceleri de Suriye’ye yüklenebilirlerdi; bu konuda önlerinde ciddi bir engel yoktu. Bu dönemin veya yılın seçilmesi barış ve siyasi çözüm olasılığıyla yakından ilintilidir. Özcesi, 1920’de Kahire Konferansı’nda alınan karar halen yürürlükte tutulmak istenmektedir. Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, kendileri için çok önemli olan Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun kontrolü açısından hayati önem arz etmektedir. PKK’ye ve dolayısıyla Kürtlere yönelik birçok iç ve dış gücün yaklaşımını bu parametrede değerlendirmek daha aydınlatıcı olacaktır. 1998 yılı benim için de gerçekten bir dönüm noktası olmalıydı. Çözümlemelerde de yoğunca işlediğim gibi kısırdöngüye, daha doğrusu Gladio-JİTEM-Hizbullah üçlüsüne takılan gerilla savaşı bu döngüyü, bu üçlü kıskacı yırtmadan savaşı bir üst aşamaya sıçratamazdı. Bu konuda iç yetmezlikler belirleyici olmaya devam ediyordu. Barış ve siyasi çözüm olmazsa, devrimci halk savaşının bir üst aşamaya sıçratılmasından başka yol düşünülemezdi.
HALKLAR ÖNDERİ
YORUM GÖNDER