3.DÜNYA SAVAŞINDAN ÇIKIŞI SAĞLATACAK TEK GÜÇ DEMOKRATİK HALK DEVRİMİDİR
Özgürlük demek, Kürdistan üzerinde soykırım uygulayan sisteme karşı mücadele detmektir.
Özgürlük Hareketi olarak hangi görev ve sorumluluklarla yüz yüzeyiz? Böyle bir analiz yapmadan ‘biz bunları yapmak istiyoruz’ dersek, sadece istemiş oluruz. İsteriz, ama istediğimiz somut verilere uygun mudur, değil midir? Sadece istek belirtmek yetmiyor. İstediğimiz neyse onun zemininin olması lazım ve maddi, objektif verilere dayanması gerekiyor. Kuşkusuz devrimci güçleriz, çok fazla objektivist olamayız. Bir mücadele gücüyüz, irademiz var. ‘Olmaz’ görülen birçok şeyi yapmayı hedefliyoruz. Olanlar, zaten kendiliğinden olsalar bize ihtiyaç kalmazdı. Elbette iddiamız, irademiz, isteğimiz olacak; ama bu irademiz, isteğimiz somut duruma uygun olmalıdır. Doğru tahlil eder, görevlerini doğru çıkartırsan yapabilirsin. Ama somut şartların tahliline dayanmadan istek ve görev belirtmeye kalkarsan hayalici olursun. Somut şartların tahlilini yapacağım diye de hep objektiviteye bağlı kalırsın ve hiçbir irade, iddia ortaya koyamazsın. O zaman da değiştirici-dönüştürücü olamazsın. Var olan zaten gerçekleşir ve sen de onun içerisinde sıradan bir konumda olursun. Bu işin ortalamasını bulacağız. Hem içinde bulunduğumuz durumun somut koşullarını gerçekçi bir analizini yapmayı gerektirir hem de buradan bir devrimci iddia ve irade ortaya çıkartmayı içerir.
Bunları doğru ve yeterli bir biçimde yaparsak, somut durumun tahlilini doğru yapmış oluruz. Dolayısıyla gerçekleştirmemiz gereken görev ve sorumluluklarımızı ortaya tam çıkartmış oluruz. İşte bir yanıyla doğru ve yeterli kararlaşma, planlı hale gelme buna deniyor. Ondan sonra da bu görev ve sorumlulukları belli zaman diliminde nerede ve nasıl ortaya çıkartmasına da planlama diyoruz. Birincisi, kararlaşma; ikincisi, planlama oluyor. Görev ve sorumlulukların doğru ve yeterli bir biçimde açığa çıkartılmasına ‘kararlaşma’ diyoruz. O görev ve sorumlulukların belli bir zaman ve mekan dilimlemesi içerisinde nasıl gerçekleşeceğinin tespit edilmesine ise ‘planlama’ diyoruz. Bunları yaptıktan sonra geriye iş bölümü ve uygulama kalıyor. Örgüt ve eylem çizgisi bunlardan sonra oluşuyor. Kararlaştırılmış, planlanmış görevleri uygulamanın örgüt ve çalıma tarzına; yine insan ilişkisi ve uygulama yöntemine ise ‘örgüt ve eylem’ çizgisi diyoruz. O halde örgüt ve eylem çizgisi kararlaşma ve planlamaya bağlıdır ve ona göre şekillenir. Önce kararlaşma ve planlama, ondan sonra örgüt ve eylem çizgisini oluşturma gelir. Önce örgüt ve eylem çizgisini belirleyip sonra da karar ve plan yapamayız. O zaman kararı ve planı, kendi örgüt ve eylem çizgimize, sübjektif irademize yedirmiş oluruz ki, bu bizi somut gerçeklikten kopartır. Görev ve sorumlulukları somut gerçekliğin analizinden çıkartmak yerine, kendi duygularımızdan, düşüncelerimizden, isteklerimizden çıkartmaya kalkarız. Zihniyetimiz neyse ona göre oluşur.
‘Nerede, neyi, nasıl yapmamız gerekiyor?’ sorularına doğru cevaplar verebilmek, başarılı bir devrimci çalışma yürütebilmek için bunları somut durumun analizine dayandırmamız gerekiyor. Somut durumun analizi temelinde görev ve sorumluluklarımızı belirlemek, kararlaşmak ve bu kararları belirli zaman ve mekan dilimlemesinde nerede ve nasıl yapacağımızı planlamak gerekiyor. Ondan sonra da onları hayata geçirecek örgüt ve eylem biçimlerini, tarzını ortaya çıkartmaktır. Geriye günlük uygulamayı yönetmek kalıyor. Bütün bunları tespit ettikten sonraki pratik yürütmeye, anlık işlerin gerçekleştirilmesine de ‘yönetim’ diyoruz. Süreçleri doğru ele almak, fonksiyonel ele almak böyle oluyor.
O halde hedeflerimiz, görevlerimiz neler olabilir? Hangi görev ve sorumlulukları önümüze koymalı ve gerçekleştirmeliyiz? Neleri yapmayı öngörmeliyiz? Soruyu bir de bu biçimde sorabiliriz. Söz konusu soru kapsamında şöyle cevaplar oluşturabiliriz. Çünkü önümüz çok daha aydınlık ve ne yapacağımızı biliyoruz. İçinde bulunduğumuz süreç ideolojik, siyasi, askeri, örgütsel mücadele olarak çok yoğun ve hareketlidir. Temel ilkeler çerçevesinde genel bir değerlendirme yapmakla birlikte, pratik ve günlük uygulamada, başarılı taktik güç olmayı başarabilmek için sürekli benzer değerlendirmeleri yapmak gerekiyor. Hemen hemen her gün yeniden yeniden genel durum değerlendirmesi yapmaya ihtiyaç var. Hatta bazen sabah oluyor, akşam oluyor ve çok hızlı baş döndürücü nitelikte politik-askeri olaylar gelişiyor, var olan durumda ciddi değişiklikler yaratıyor. İşte her devrimcinin inisiyatifinin böyle olması, her devrimci örgütün, komitenin inisiyatifli çalışması da bunun için gerekiyor.
Yeni gelişmelerin karar ve planlarımız üzerindeki etkisini, değişim gereklerini zamanında bilince çıkarıp gerçekleştiremezsek dogmatik, kalıpçı, ezbere oluruz. Dolayısıyla yaşamın gerçeklerinden, mücadelenin canlılığından koparız. Başta doğru tespit etmemize rağmen, ortaya çıkmış yeni değişim ve gelişmelerle gerekli yeniliği ve değişimi yaşayamazsak eskide kalırız. Gelişmelerle, yaşamın canlılığıyla karşı karşıya geliriz. O da bizi yanlış yapan, başarısız olan bir noktaya götürür. Doğrulardan koparız, hata ve eksiklik yaşar hale geliriz. O nedenle değerlendirme içinde olmak, her olayı değerlendirerek karar ve planımız üzerindeki etkisini analiz edip ona göre kendimizi sürekli yenilemeyi bilmeliyiz.
Devrimcilik Kendini Yenileme olayıdır
Devrimcilik böyle bir inisiyatif ve kendini yenileme olayıdır. Dönem dönem yaptığımız analizler stratejik düzeyde analizler oluyor. Bunlar biraz dönemsel, hatta stratejik diyebileceğimiz analizlerdi. Günlük ve anlık olanlara ise, taktik diyoruz. Taktik analizler, daha hızlı yapılan analizlerdir. Stratejik analizler, daha genel ve kapsamlı analizler oluyor. Taktik analizler, günlük uygulamaya yön vermek, günlük uygulamanın sorunlarını çözmek, önünü açmak için kullanılır. Günlük analizler temelinde de kendimizi yenilememiz gerekiyor. Yaratıcı devrimci çalışma, yenilikçi devrimci çalışma biraz da bu temelde oluyor.
Genel durum değerlendirmesi yaptığımızda özellikle de küresel düzeyde Ortadoğu’da yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’nın durumunu değerlendiriyoruz. Dolayısıyla biz dünya savaşlarını, ona yol açan kapitalist modernite sistemini, onun dayandığı iktidarcı-devletçi sistemi, bu yüzyıllık savaşın sonuçları temelinde daha derinden anlamaya, değerlendirmeye çalışıyoruz. Buna göre Önder Apo’nun, savunmalarda ortaya koyduğu tarihsel teorik çözümlemeleri daha doğru, daha yeterli anlama çabası içerisinde olmaya çalışıyoruz.
Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı siyasi yapı, kendisini hegemonik kılmaya çalıştı
Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran en büyük, en stratejik olay olan Ekim 1917 Rus Devrimi ve Birinci Dünya Savaşının yıldönümlerini geride bıraktık. -Ki zaten bunlar iç içe gerçekleşmişlerdir. Daha doğrusu Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşı içerisinde ortaya çıkmış büyük bir politik, askeri, ideolojik hareketti. Birinci Dünya Savaşı’nın geçici olarak sona erdirilmesinde temel olay da oldu. Ekim Devrimi olmasaydı, Birinci Dünya Savaşı öyle bitmeyebilirdi. Savaş nereye giderdi ya da nasıl sonuçlanırdı, bu çok belli değildi. Dolayısıyla geçen yüzyıllık gelişmelerden sorumlu güç aslında Ekim Devrimi’dir. Çünkü sürece yön veren o oldu. Sevaplarıyla, günahlarıyla hepsinden Ekim Devrimi sorumludur.
Kapitalizmin bu biçimde olması, aslında yüzyıl hüküm sürmüş olanın sorumluluğundadır. Dikkat edilirse devrimler yüzyıl önce de kapitalizmin yıkılmasını ve aşılmasını tartışıyordu. Lenin “Emperyalizm çağıdır. Emperyalizm, can çekişen kapitalizmdir. Yıkacağız ve insanlık bu beladan kurtulacak” dedi. Rus devrimcileri böyle yürüdü ve Ekim Devrimi bu anlayış ve ruhla gerçekleşti. Hedef, sadece Rusya’da devrim yapmak değildi, bütün dünyada devrim yapmaktı. Kapitalizmi yıkıp yok etmek, onun yerine alternatif bir sistem olarak sosyalizmi geliştirmekti. Peki bu gerçekleşti mi? Dikkat edelim, geçen yüzyılda bu hedeflerin hiçbirisi gerçekleşmedi. Devrim, Rusya’da sınırlı kaldı, Avrupa’ya yayılamadı, dünya devrimi olamadı. Dolayısıyla kapitalizm yıkılamadı, alternatif bir sistem gelişemedi. Bunun üzerine Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı siyasi yapı, kendisini hegemonik kılmaya çalıştı. Kendisinin savunulmasını, dünya devriminin temel görevi haline getirdi.
ABD ile ikili çatışmaya girdi ki, dünyadaki gelişmeleri, çelişkileri donduran etkiler yaptı. Bütün bunlar yaşandı ve Ekim Devrimi yıkıldı savaş yeniden başladı. Üçüncü Dünya Savaşı çeyrek asırdır sürüyor. Dikkat edilirse savaşın ne zaman sona ereceğine dair hiçbir işaret yoktur. Tam tersine savaş daha fazla bölgeye yayılıyor ve derinleşiyor. Değil savaşın bitmesi ya da savaştan çıkışın olması tam tersine dünya savaşı daha çok yayılıp derinleşmektedir. Ne zaman ve nasıl sona ereceğine dair hiçbir ipucu gözükmüyor. Hatta kapitalist modernite sistemi, kendisini yenileme gücüne sahip değildir. İktidarcı-devletçi sistem çöküş halindedir. Dolayısıyla savaşa yol açan sistemin kendi iç dinamiklerinin, Üçüncü Dünya Savaşı’na son verme gücü yoktur. Ne ulusal sermaye güçleri böyle bir projeye sahipler ne de faşist ulus-devlet statükoculuğu böyle bir projeye sahiptir. Ulus-devlet statükoculuğu daha çok var olanı koruma temelinde gücünü seferber ederek kendisini ayakta tutmaya, ömrünü uzatmaya çalışıyor. Küresel sermaye güçleri de ulus-devlet statükoculuğuna karşı savaş içerisindedir. Aslında sürekli bir kriz ve savaş yönetimleri yaratarak toplumlar, halklar üzerindeki baskıcı, sömürücü egemenliğini sürdürmeye çalışıyor.
Geçen çeyrek asırlık dönemde, “ABD zafer kazandı ve imparatorluklar kuracak, dünyaya yön veren tek güç oldu” dendi. Buna karşı Amerika da “Yeni Dünya Düzenini kuruyoruz, Büyük Ortadoğu Projesini geliştiriyoruz” dedi. Fakat çeyrek asır sonrasında ortada ne ABD zaferinin olduğunu, ne içi doldurulmuş bir Büyük Ortadoğu Projesinin olduğunu, ne de 90’ların başında Körfez Savaşı’yla başlayan dünya savaşından insanları çıkartmak üzere ABD’nin ortaya koyduğu bir projesinin var olduğunu gördük. Böyle bir şey yoktur. Görünen tek şey kaos ve kriz ortamında düşük yoğunluklu savaşlarla kendi egemenliğini sürdürmeye çalışmasıdır.
Kapitalist modernite sisteminin bunalımını hafifletme gücü yoktur
Aslında Ekim Devrimi gerçekleşmeseymiş Birinci Dünya Savaşı sona ermeyebilirdi. Savaşa yol açan güçlerin, savaşı bitirme güçlerinin olmadığını anlamış bulunuyoruz. Kapitalist modernite sisteminin, savaştan çıkma, kendisini yenileme, bunalımını hafifletme gücü de yokmuş. Onu Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı gelişmeler gerçekleştirmiştir. Aslında 1920’den-1940’a kadar, 1950’den-1990’a kadar geçen sürelerde savaşın olmamasını Ekim Devrimi sağlamıştır. Zaten Sovyetler Birliği çözülünce ortaya yeni bir dünya savaşı çıktı.
Buradan şöyle sonuçlar çıkartabiliriz: Mevcut haliyle savaşan taraflar Üçüncü Dünya Savaşı’na son veremezler, çünkü savaşa yol açan nedenleri çözme gücünde değiller. Dolayısıyla faşist ulus-devlet statükoculuğu aslında ömrünü uzatmaya, hatta 20. yüzyıl bloklaşmasını yeniden getirmeye çalışıyor. İran ve Türkiye Rusya’ya dayanmak istiyorlar. ABD-Rusya kavgasını çıkartmak için yoğun çabalar da verildi. Kore nükleer gerginlik yaratmak için çok çalıştı. Ama başarısızdırlar, çünkü sistem eskiyi kaldıracak durumda değildir. Küresel sermaye güçleri saldırarak bölgede bazı devlet ve rejimleri yıktılar, bu temelde bazı değişiklikler yarattılar, ama kaos ve krizden çıkma gücünü gösteremediler. Nasıl çıkacaklarına dair bir ipuçları da yoktur. Aslında savaş içerisinde daha fazla varlıklarını sürdürme, egemenliklerini koruma tutumundalar. Onların öngördükleri budur, ondan öteye çıkışları yoktur.
Devrimci Halk Devrimi dışında insanlığı savaştan çıkartacak hiçbir güç yoktur
Demokratik Halk Devrimi dışında savaşa son verecek, insanlığı savaştan çıkarak hiçbir güç görünmüyor. Zaten Birinci Dünya Savaşı’ndan da Ekim Devrimi çıkardı. Ekim Devrimi’nin iddiası da dünya devrimi temelinde alternatif bir sistem yaratmaktı, ama iddiasını başaramadı. O halde savaşı sona erdirecek yegane devrim gücü de Demokratik Halk Devrimi’dir. Ekim Devrimi’nin yapmadığını yapan, başaramadığı iddiayı başaran, sisteme alternatif bir sistem yaratabilen bir devrimci gelişme olabilir. Önder Apo bunu, ‘Demokratik Konfederalizmin İnşası’ olarak tanımladı. “Demokratik Özerkliğe dayalı Demokratik Ulus İnşası” olarak öngördü. Öyle devlet yıkıp, devlet kurmaya devrim demedi. Devletin alternatifi olarak, demokrasinin örgütlenmesini öngördü ve bu öyle Ekim Devrimi gibi bir günde gerçekleşebilecek bir şey değildir. Başlayıp süreklilik arz edecek, gelişme gösterecek yeni bir anlayış olarak ortaya koydu.
Bu, Kürdistan’da kısmen gelişiyor. DAİŞ’e karşı savaşta bunu somut olarak gördük. Kürt-Arap ilişkileri ortaya çıktı, Arabistan’a kısmen yayıldı. Türkiye ve İran’a yayılmaya, bölgesel olmaya çalışıyor, ama henüz Önder Apo’nun ortaya koyduğu teorik analizler, geliştirdiği yeni ideolojik-politik çizgi bölgenin halklarına, ezilenlerine, gençlerine, kadınlarına yeterince ulaşmış değildir. Yine Kürdistan Özgürlük Devrimi her ne kadar bölgeye yayılma, bölgede aydınlatıcı olma özellikleri taşısa da bir bölge devrimi haline gelme, kapitalizme alternatif bir devrimci çıkış gücünü şimdilik tam oluşturmuş değildir. Henüz başlangıç halindedir ve bunun adım adım gerçekleşmesi gerekiyor. Böyle bir süreç başlamıştır. Sürekli devrimci gelişmelerle büyütülmesi, devlete alternatif demokrasinin, Kürdistan’da olduğu kadar; Türkiye, Arabistan ve İran’da da geliştirilmesi, “Devlet + demokrasi” sistemi içerisinde, bölgede demokrasiyi, demokratik toplumu güçlendirilerek ve savaşı daraltan, zayıflatan, giderek insanları savaştan çıkartacak bir gelişmeye ulaşmayı öngörmek gerekiyor.
Devrimci durum diye tabir edilen bir durum varlığını sürdürüyor
Genel çerçeveden de bakıldığında mevcut durum bunu gösteriyor. O halde böyle bir durum neyi ifade ediyor? Üçüncü Dünya Savaşı’na yol açan tarafların, savaştan çıkış güçleri yoktur. Düşük yoğunluklu savaş içerisinde kendi varlıklarını korumaya çalışıyorlar. O halde savaş daha çok yayılacak ve derinleşecektir. Dolayısıyla bu güçler arasındaki çelişki ve çatışma sürüyor. Bu çelişki ve çatışma da tüm ezilenler, halklar, kadınlar, gençler, işçi-emekçiler ve başta Kürtler olmak üzere bölgenin halkları için bilinçlenme, örgütlenme ve bunun mücadelesini yürütme, kendi özgür yaşamlarını ortaya çıkartacak demokratik sistemlerini geliştirmek için müthiş imkan ve fırsatlar sunuyor. Devrimci durum diye tabir edilen bir durum varlığını sürdürüyor. Devrimci çalışma yapmak; teorik, politik, ideolojik, askeri çalışmalar yapmak; örgütlenip eylem geliştirmek, parti öncülüğünü, gerilla gücünü, kadın-gençlik örgütlerini, özsavunmayı geliştirmek; toplumu, demokratik sistem içerisinde özgür yaşamını güçlendirir kılmak için müthiş fırsatlar ve imkanlar var. Gerisi bu fırsat ve imkanları değerlendiren öncülüğe kalıyor. İşte parti öncülükleri bu dönemde önem taşıyor. Böyle bir dönemde de gelişmelerin öncülüğünde belirleyici olan Halkların Demokratik Devrimi’ne öncülük edecek güçlerin, öncülük görevlerini başarıyla yürütmelerine kalıyor.
Ekim Devrimi böyle bir öncü olamadı, yarım kaldı. Büyük bir çıkıştı. İnsanlığın en büyük, en iradeli ve iddialı çıkışlarından birisiydi. Büyük amaçları vardı, ama başaramadı. Eksiklikleri ve hataları oldu. Nerede eksiklik gösterdi? Hangi hataları yaşadı? Önder Apo savunmalarda bunları kapsamlı değerlendirdi. Ekim Devrimi, devrimi Avrupa’ya yayamadı ve dünya devrimi haline gelemedi. Ardından tek ülkede devrime ve tek ülkede sosyalizme razı oldu. Bu durumu da teori haline getirince kendi dışındaki insanlığı göremedi, giderek ondan koptu. Dolayısıyla amaçlarından ve ilkelerinden koptu, sadece hiyerarşik bir iktidar gücüne dönüştü. O ilkeler ile iktidar gücü çelişince çöküşü gerçekleşti. Öyle bir sistem yarattı ki, bütün çelişki ve çatışmaları durdurdu. Neredeyse dünyayı donduruyordu. Dolayısıyla Ekim Devrimi’nin bu biçimde çözülmesi, sistemin içindeki çelişki ve çatışmaları daha çok öne çıkardı. Bütün ezilenler için, başta halklar, işçi sınıfı ve özellikle kadınlar için bilinçlenme, örgütlenme, özgürlükleri için mücadele etmenin imkan ve fırsatını arttırdı ve önünü açtı.
En zor durumda olanlar 20. yüzyıl statükoculuğunu savunanlardır
Dünya şimdi çeyrek asır öncesinin dünyasından daha iyidir. Hiç olmazsa tüm ezilenlerin belli düzeyde örgütlenme, mücadele etme, hak arama ortamı ve imkanları var. ABD-Sovyet bloklaşması o noktaya gelmişti ki, onların isteği dışında bu dünyada bir kuş bile uçamazdı. Kim bir şey söylemeye kalksa hemen çökertiliyordu. Bu güçlerden birine dayanıyorsan var olabiliyorsun, sadece iki irade bütün dünyaya hükmeder oldu. Şimdi ise herkes kendi iradesini biraz geliştirebiliyor. Demokrasiye açık bir dünya, özgür ortamın daha fazla geliştiği bir dünya oluyor, daha çok mücadele yapıyor. Özgürlük demek, mücadele edebilmektir. Bu temelde mücadele etmenin imkan ve fırsatları artı. Dolayısıyla insanlar özgür irade temelinde daha fazla düşünce üretir hale geldi. Bu önemli ve iyi bir durumdur. Böylece devrimin, özgür ve demokratik zihniyetin, yaşamın, gelişmesinin önü çok açıktır. Buna karşıt olanlar zor durumdalar. Bu anlamda en zor durumda olan 20. yüzyıl statükoculuğunu savunanlardır. İşte ulus-devlet diktatörlükleri bunları ifade ediyor. Bunlar, Ortadoğu’da daha çok somutlaşmışlardır. Faşist ulus-devlet diktatörlüklerini savunan güçler aynı zamanda Kürt düşmanı, Kürt karşıtı, Kürdistan üzerindeki soykırımı yürüten güçler oluyorlar. O nedenle Kürdistan üzerindeki inkar ve imha sistemini yürüten güçler ve bölgenin statükocu güçleri aynıdır. Bu güçler, Kürt ve bölge halklarının, ezilenlerinin özgürlük mücadeleleriyle en zayıf dönemlerini yaşar hale gelmiş durumdadırlar. TC sisteminin yaşadığı bunu ifade ediyor. Şunu söyleyebiliriz: Değişim ve gelişim önündeki en büyük engellerden biri faşist ulus-devlet statükoculuğunu savunan güçlerdir. Bunların başında Türkiye ve İran geliyor. Bunlar aynı zamanda Kürt soykırımını uygulayan, Kürt karşıtı, Kürt düşmanı oluyorlar. Dolayısıyla gericiliği, statükoculuğu en çok temsil eden güçler oluyorlar. Kürt soykırımını yürüten güçler aynı güçlerdir. Buna karşılık soykırımcı-sömürgeci sisteme karşı yürütülen Kürdistan Özgürlük mücadelesi de Dünya Devrimi’nin, Halkların Demokratik Devrimi’nin öncüsü haline geliyor. Böyle bir somutlaşma ve çakışma var. Bu oldukça önemli bir durumdur.
TC nasıl bir sistemdir?
Burada kısaca değinmek istersek şu sonuçlar ortaya çıkıyor: Türkiye’de faşizm, zihniyet ve sistem olarak TC’den önce gündeme geldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zihniyet ve siyasetidir. O zihniyet ve siyasetin esasında savaş ve soykırım var. Faşizm, buradan türedi. Almanya’ya, İtalya’ya, Ortadoğu’ya, Amerika’ya, Afrika’ya buradan yayıldı. Dolayısıyla faşist zihniyet ve siyasetin ilk çıktığı, esas şekillendiği yüzyıldır tecrübe edindiği yer Türkiye’dir. TC bunun bir versiyonu olarak kuruldu. Şimdi AKP-MHP faşizmi bu yüzyıllık tecrübeye dayanarak faşizme zirve yaptırmak istiyor. Sadece Türkiye ve bölgede değil, dünyada faşizmin zaferini sağlatmak istiyor. Nasıl ki, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler, faşizmi dünyaya egemen kılmak istediyse, şimdi ise AKP-MHP faşizminin de yapmak istediği aynı şeydir. Başarı elde ederek faşizmi zihniyet ve siyaset olarak bütün dünyaya egemen kılmak istiyor. Onun için bütün faşizmin gerisinde zihniyet ve siyaset olarak AKP-MHP faşizmi var. O nedenle sadece Kürt düşmanı, Kürt karşıtı değildir. Bütün ezilenlerin, bütün insanlığın, kadın, gençlik karşıtıdır. Bu da her bakımdan bir soykırımdır.
Bu bela ortadan kaldırılmadıkça ne Kürt sorununun çözümü olur, ne Kürdistan’da demokratik özgür yaşama ulaşılır ne de dünyada demokratik zihniyet ve siyaset gelişir. O halde özellikle TC devlet sistemi, AKP-MHP faşist-sömürgeci ve soykırımcı zihniyet ve siyasetinin Kürt düşmanı olduğunu derinliğine bilince çıkarmak önemlidir. Kürt karşıtı olduğu kadar insanlık, kadın ve demokrasi karşıtıdır. İnsanlığın başına beladır. Bu faşizmin yıkılması demek sadece Kürt sorununun çözülmesi, Kürt halkının sömürgeci-soykırımcı sistemden kurtularak özgürleşmesi olmayacaktır. Bütün insanlığın, bütün ezilenlerin kurtuluşunun ve özgürlüğünün gerçekleşmesi için adımlar atılmış olacaktır. Faşizm belasından kurtularak dünyada özgürlük ve demokrasi devriminin adım adım zafer kazanma süreci başlayacaktır. Bu kadar önemlidir.
TC, 20. yüzyıl dünyasında ABD ilişkilerine dayanmadan önce Hitler faşizmine dayanarak ayakta kalmaya çalıştı. Faşizmin yenilgisinden sonra da ABD sistemine ve NATO’ya girerek kendisini ayakta tutmaya çalıştı. Öyle bir durum yarattı ki, sırtını dünyanın egemenlerine dayayıp Türkiye’deki halkları ezerek, Kürt soykırımını gerçekleştirerek iktidarını tam bir faşist diktatörlük olarak sürekli kılmak istedi. Ülkenin ve toplumun imkanlarını dışa peşkeş çekerek Kürt ve halk düşmanı, kadın düşmanı iktidarını sürekli kılmak istedi. Şimdi bu konularda en zayıf durumunu yaşıyor. Geçmişteki durum köklü bir değişimi ortaya çıkardı. Özellikle Sovyetlerin çözülüşü ardından başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nın çeyrek yüzyıldır ortaya çıkardığı sonuçların yanı sıra, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin Uluslararası Komploya karşı yenilmeyip ayakta kalarak geliştirdiği mücadelelerin vurduğu darbeler sonucunda TC faşizmi dünyadan ve toplumdan tecrit olmuş durumdadır. İçten ve dıştan en fazla tecrit yaşayan konuma getirmiş bulunuyor. Bu da devlet ve iktidar olarak, faşizmin, zihniyet ve siyasette en çok tecrit olduğu, en zayıf duruma düştüğü bir konumu arz ediyor. Hem Kürt varlığı ve özgürlüğü hem de Ortadoğu halklarının tarihleriyle uyumlu olarak demokratik birlik temelinde kardeşte yaşamaları için Türkiye’de ortaya çıkan ve kendisini kurumlaştırmaya çalışan AKP-MHP faşizminin yıkılması gerekiyor. İçte ve dışta yaşadığı tecrit, devlet sisteminin parçalanması, tam bir çete örgütlenmesine dönüşmesi, bu faşizmin en zayıf konumunu yaşadığını ve yıkılabilir noktada olduğunu gösteriyor. İçinde bulunduğumuz süreçte faşist-soykırımcı sistemin yaşadığı durum kısaca böyledir. O halde temel görev olarak; insanlığın, bölge halklarının, tüm ezilenlerin ve Kürt halkının başına bela olan AKP-MHP faşizmini yıkmak oluyor. Başta Kuzey Kürdistan olmak üzere tüm Kürdistan parçalarında, Ortadoğu’da ve dünyada bu faşist belaya karşı mücadele etmek temel özgürlük ve demokrasi görevi olarak ortaya çıkıyor. Faşizm topyekûn olarak saldırıyor, sınırlarının dışına taşarak saldırıyor. O halde faşizme karşı mücadelenin de topyekûn direniş konumunda olması ve sınırların dışında, bölgede ve dünyada küresel düzeyde verilmesi gerekiyor.
Stratejik görevimiz Bakur’da ve tüm Ortadoğu’da, dünyada faşizmi yıkmaktır
Biz, stratejik duruşumuzu ve konumumuzu böyle tespit ediyoruz. Bu çerçevede görev ve sorumluluklarımız temelinde önümüze koyduğumuz görevler şöyle somutlaşmış bulunuyor: Bakur’da, Türkiye’de, AKP-MHP faşist diktatörlüğünü yıkmak. Demokratik Türkiye, Özgür Kürdistan’ı yaratmak. Önder Apo’yu özgür yaşar ve çalışır pozisyona kavuşturmak temel görevlerimizdir. Bakur’da ve tüm Ortadoğu’da, dünyada stratejik görevimiz budur. Böyle bir görevi, faşizme karşı direnme değil, artık faşizmi yıkma görevini önümüze koymuş bulunuyoruz. Kürt varlığı ve özgürlüğü de bununla ilerleyecektir. Üçüncü Dünya Savaşı’ndan çıkacak bir bölge devrimi, dünya devriminin gerçekleşmesinin önünü açacaktır. Demokratik Ortadoğu Devrimi’ne insanlığı böyle bir mücadele götürecektir. Temel tespit, temel görev bu oluyor. İçinde yaşadığı zayıflıklar, iç ve dış tecrit, sistemin parçalanması, tam bir çeteleşmeye dönüşmesi dikkate alınırsa faşizmin yıkılabileceği, tarihinin en zayıf dönemini yaşadığı net olarak görülebiliyor.
Yüzyıl önce ortaya çıkarken de durumu böyleydi. Aslında, Birinci Dünya Savaşı içerisinde bu faşist zihniyet ve siyaset yıkılabilirdi. Faşizmi, Kemalistler yıkacak diye sosyalistler, Ekim Devrimi destek verdi. Fakat tam tersine Kemalizm, o faşist zihniyet ve siyaseti yıkıp aşmadığı gibi onun devam edeni, versiyonu oldu. Ekim Devrimi üzerinden gelişen zihniyet ve siyaset burada yanıldı, yanlış değerlendirdi. Onu ilerici olabilir diye sandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarına, Osmanlı sistemine son verince faşizmden, soykırımdan uzaklaşan demokratik bir siyaset gelişiyor sandı ve yanıldı. Ona destek verdi, ona karşı gelişen mücadelelere köstek oldu. Örneğin Kürt direnişlerini gerici, Kemalizm’i ilerici saydı. Büyük hatası buradan ileri geliyordu. Ekim Devrimi’nin ilk hatası temelde buradan ileri geldi. Kürdistan’da gerçekleri açığa çıkartan devrim 90’ların başında somut bir olgu haline geldiğinde ilk çöken Ekim Devrimi oldu. İşte o yanılgı onu çökertti. Devrim, gerçek çizgisine kavuştu. Yüzyıl önce Rusya’da başlayan devrimcilik, 90’dan sonra Kürdistan Devrimi olarak devam etti. Devrimci çizgiden uzaklaşanlar ise -güçleri ne olursa olsun- çöktüler.
Böylece dört parça Kürdistan’da eş zamanlı olarak faşist sömürgeci-soykırımcı sisteme karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesini örgütleyip yürütmekle karşı karşıyayız. PKK olarak, Kürdistan Özgürlük Hareketi olarak, görev ve sorumluluklarımızı çoğaltmış bulunuyoruz.
Buradan çıkan görev ve sorumluluklar, dört parça Kürdistan’da özgürlük ve demokrasi devrimini faşist sömürgeci-soykırımcı sisteme karşı devrimci direniş temelinde geliştirme ve sürdürme oluyor. Görevlerimiz böyledir. Bütün bunların içinde birincil ve belirleyici olan ise Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de AKP-MHP faşizmine karşı yürütülecek Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nde gelişen anti-faşist topyekûn direnişin sürdürülmesi ve başarılmasıdır. Belirleyici ve birincil görev de bu oluyor.
DURAN KALKAN
YORUM GÖNDER