MİLİTAN DİLSİZ KONUŞANDIR
Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki, insan zamansızdır. Mekanı bile sınırlıdır. Önderlik “şimdiye sıkıştırılmış bir yaşam gerçekliğinden” söz eder. Tüm geçmişiniz ve geleceğiniz “şimdi” olmuşsa ki günübirlik yaşam bu anlama gelir. O zaman geçmişten ve gelecekten tümüyle kopmuşsunuz demektir. Geçmişten kopanın geleceği de yoktur. Ve günümüz dünyasındaki insan biraz da böyle bir insandır. Bu gerçekten de çok acıdır. Bu sistemin içindeki bir insanın en uzak geçmişi “dün” ile sınırlıdır. En uzak geleceği de “yarın”dır.
Marx’ın çok çarpıcı bir sözü vardır: Bugüne dek filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler fakat aslolan dünyayı değiştirmektir. Söz deyince akla Önderlik gelir. Ben Önderliği kuşkusuz bir filozof olarak değerlendirmiyorum. Onu da içeren ama bir siyaset insanı ve siyasi bir insan bu açıdan hakikatin temsili olan bir insan olarak değerlendiriyorum. O açıdan sözün temsili O’dur. Önderlik deyince akla söz gelir. Sözün gücü ve tanrısallığı gelir. O’nu izleyenlere düşen görev ise sözü almak ve sözle beslenmek, O’nu içselleştirmek ve O’nu bedene kavuşturmaktır. Bu yönüyle gerekli olan budur ve uygulama gücüdür. Ben bu açıdan ve özellikle uygulama konusunda Önderliğin ciddi eleştirilerine muhatap olduğumu belirtmek isterim. Ben, Önderlik gerçeği üzerine bir yazı yazmıştım. Aslında yazının girişinde tasavvuftan yola çıkarak ve bana göre ilginç ve çarpıcı gelen bir değerlendirmede bulunmuştum, daha doğrusu aktarmıştım. Orada kişinin özellikle izleyici konumunda olan, takip eden insanın “konuşan dilsiz deli” değil, “dilsiz konuşan” olması gerektiği ifade edilir. Militan, aslında dilsiz konuşandır. Tasavvufta hep şunu ifade ederler. Gönül çeşmesinin açılması için öncelikle dil çeşmesinin kapanması gerekir. Bunun bir anlamı da şudur; özellikle burada sözün gücüne atıfta bulunmak istiyorum. Gönül çeşmesini açanda sözdür. Kimin sözüdür? Tabii burada anahtar konumunda olan Önderlik gerçeğidir. O militandaki gönül çeşmesini açar. Gönül çeşmesi dolunca dilden çıkan da gönül çeşmesindekiler olur. Bu konumdaki kişi eğer böyle yaparsa konuşan dilsiz deli konumundan çıkar. Böyle bir konumda olan yani izleyici konumunda olan, mürşidi izleyen konumda olan insanın durumu davranışta kendisini belli eder. O belki de hepimizi anlatır. O açıdan bütün yoldaşları ve kendimi de katarak ifade edeyim, militanın duruşu konuşmak ve söylemek istediğini sözün diliyle değil de hal diliyle ifade etmesinden kendini gösterir. Duruşuyla hal yolunu yani çözüm yolunu gösterir. Kişiliğiyle kendini çözüm haline getirir. Bu da yapmak eyleminde ifadesini bulur. Yani militan yapmak demektir. Burada önderliğin çok çarpıcı bir değerlendirmesi var. Özellikle hakikat savaşçısını, onun militanını tanımlarken üç kavramı bir arada değerlendirir. Aralarında “ve” yoktur, üçü bir birine bağlıdır ve tek süreçtir. Fikir, zikir ve eylem sürecidir. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değildir. Anlam dile gelince söze dökülür. Söz dilde ifadeye kavuşur, başka insanlarla buluşur. Bu anlamda söylersek bizim konumuzun bir boyutu da şu olmalıdır; Önderlik sözünün taşıyıcısı olmak. Buna dini literatürde havari adını takıyorlar. Havari, “sözü taşıyan” demektir. Taşınan söz, Önderliğin sözü. O’nun sözü üzerine söz söylenmez. O açıdan O’nun sözüyle yeterince beslenmişsen, bu söz sende somutlaşmışsa, bedenleşmişse, sende bir form ve yapı kazanmışsa, düşüncen kuşkusuz daha etkili olur. Yani Önderliğin düşüncelerini daha iyi taşıyabilirsin. İnsan niye sözü başkasına aktarır? Başkasını o söze kazanmak için. Bir yerde bunun adı propagandadır. Sözü başkalarına götürmek, propagandayla o insanları kazanmak ve onları örgütlemek, onları örgütlü bir güç haline getirmektir. Propaganda alanı aslında örgütlenme ve örgüt ortaya çıkarma alanıdır. Yani sözün bedenleşmesi odur. Ortaya çıkan beden, eylemleşir. Kaçınılmaz olarak eyleme geçmek durumundadır. Canlılık hali, eylemlilik halidir. Bu da esas itibariyle somutta işte kendisini ifade eder.
“Politika toplum için en yararlı iş bulma eylemidir.”;
İş burada önemli bir kavramdır. Yani politika deyince iş akla gelir. Şimdi eylem ya da emek gerçeği, bir yerde bir değer ifade eder kuşkusuz, hep emekten ve değerden söz ederiz. Başka canlı türlerine baktığımız zaman canlı olan bir varlık mutlak surette eylemde bulunuyor demektir. Mesela bir hayvan da eylemde bulunur. Emek harcar yani. O açıdan belirleyici olan burada emek değildir. Belirleyici olan iştir. Doğada iş bulmak ve yaratmak doğadaki insan farkını işte burada ortaya koyar. İşlemek önemlidir. İşlemek kelimesi bile “iş”ten gelir. Doğada olan her şeyi işlemek, yani yaratıcılığı öyle ortaya koymak. Yani emeği işe dökmek, iş ile emeği birleştirmek, böylelikle insanlaşmasını kanıtlayabilmek. Politikliğin, politik karakterin ahlaki değerlerle birleşmesi ikisinin toplumsal gerçekliği ifade etmesi böyle somutlaşır. Biz hep toplumsal gerçeklikten söz ediyoruz. Aslında hakikatin orada olduğunu, özgürlüğün orada gerçekleştiğini bireysel özgürleşmenin de mutlak surette toplumsal yaşamın toplumsal gerçekliğe bağlı olduğu orada vücut kazandığını ifade ediyoruz. Ama bu da soyut bir şey değildir. İş olmadan toplumsal gerçeklikten söz edilemez. İnsanlar rastgele eğlenmek için bir araya gelmezler. Esas itibarı ile iş yapmak için bir araya gelirler. Çünkü, çalışmak iş yapmaktır. İş kavramı bu noktada önemlidir ve Önderliğimizin bu çerçevede politikayı tanımlaması son derece çarpıcıdır. “Politika toplum için en yararlı iş bulma eylemidir.” Bu kolay bir iş değil. Belki de bizim pratikte en çok zorlandığımız hususlardan biri budur. Önderlik en çarpıcı işleri önümüze koymuştur. Doğru olan budur. Önderlik soyut sözcüklerle konuşmuyor, somut projelerle konuşuyor. Proje demek, yapılması gereken, planlanan iş demektir. Ondan sonra geriye kalan, planlamadır. Özgürleşme bu projenin hayata dökülmesiyle, onun uygulamaya geçmesiyle gerçekleşir. Bu açıdan iş tanımı önemlidir. Tabi topluma da gidebilmek. Bu çerçevede topluma da propaganda yapabilmek, örgütleyebilmek gündeme geldiğinde, toplumun önüne, bir araya gelen insanların önüne somut bir iş konulur. Ve bu iş en genel tanımıyla toplumun yeniden canlandırılmasıdır, yeniden inşasıdır. Toplulukların inşasından başlayarak Demokratik Ulus’un inşasına gidebilmektir. Ve bunun kendisi özgürlüktür. Eskiden özgürlük deyince çok fazla soyut düşünürdük. Soyutlama değersiz değil, çok büyük değer ifade eder. Aydınlanmanın soyutlama gücüne bağlı olduğunu biliyorum ama soyutlama anlamda, anlam gücünde rafineleşme, hemen onunla birlikte de bu anlamın pratikte form kazanması, oluşma ve yapılaşma anlamına gelir. O açıdan önemli olan, kuşkusuz uygulamadır.
Özgürlük konusunda yanılgılarımız çoktur. Bu biraz da kapitalist liberal ideolojinin yarattığı büyük tahribatlara, etkisinin büyüklüğüne bağlıdır. Hiçbirimiz bu ideolojinin etkisi dışında olduğumuzu veya en azından bu etkiyi hiç yaşamadığımızı iddia edemeyiz. Bu yaşama bakış açımıza yansıyor. Mesela liberalizmin özgürlük anlayışı nedir? Bu özgürlük anlayışı genellikle negatif özgürlük anlayışı olarak bilinir. Somut ifadesini belki de iki kelimelik bir cümlede bulur. ‘Bana karışma’. Yani özgürlük bu. Ben istediğimi yapabiliyorsam özgürüm. Dikkat ederseniz bana karışma deyişi aslında bir toplumsal gerçekliği, onun bağlayıcı birçok özelliğini ve karakterini reddetmektir. Bu özü itibariyle özgürlüğü reddetmektir. Yani toplumsal gerçeklik bireyin önünde engeldir. Dolayısıyla birey ile toplum çatışmalıdır ve birey toplumu alt ettiği ölçüde kendi özgürlüğünü kazanır biçimde bir yaklaşım var.
Bireyleşme olmadan toplumsal gerçeklik yeniden inşa edilemez;
Tabi, ona birey de denilemez. Zaten o bireycilik olarak tanımlanıyor. Ama burada toplum ile bireyin çatışma halinde olduğu aslında toplumsal gerçekliğin bireyin özgürlüğünü engellediği algısı var. Böyle bir durum toplumdaki çarpıklığı ifade eder ve bunu düzeltme görevi gene bireye düşer. Burada bireyin rolü gerçekten büyük ölçüde öne çıkar ve bu anlamda bireyselleşme çok çok büyük değer taşır. Çünkü bireyselleşme olmadan toplumsal gerçeklik yeniden inşa edilemez. Çünkü toplumsal gerçeklikler, inşa edilmiş gerçekliklerdir. İnsan eliyle inşa edilmiş gerçeklikler, süreç içerisinde değişmek zorundadır. Ama toplumsal gerçeklikte donmaya yakın eğilimler vardır. Yani statik bir hal alma, değişim ve dönüşüme karşı direnme noktasına gelişme mümkün olabilme ve bu noktada bireyin gücü devreye girer. Burada değişim ve dönüşümün önünü açacak olan yine de özgür bireydir. Gerçekten anlam gücünü kendisinde en yoğun şekilde geliştirmiş olan bireydir. İkisi arasındaki bütünlük bu açıdan son derece önemlidir. Öncü sıfatı da zaten buradan doğar. Burada bireycilikle ve bireysellik kavramlarını karıştırmamak gerekir.
Belki de evrende farklı kavramı büyük önem taşır. Örnek verilebilir, mesela bir toplum olgusundan söz ettiğiniz zaman tek bir olgudan, homojen bir yapılanmadan söz etmiyorsunuz. Bir toplum olgusu sayısız topluluğu akla getirir. Doğru ve sağlıklı olan toplum, sayısız topluluktan oluşan toplumdur. Farklılıkların bütününü ifade eder. Çoklukların birliğine işaret eder. Her bir farklılık aynı zamanda kendi başına bir özgünlüktür. Bir örneği daha yoktur. Birey de bu anlamda farklılığa tekabül eder. Her birey bir diğerinden farklıdır.
Kendini bilmek, kendi farkına varmaktır;
Şu anlamda, özgürlük dediğimiz şey sadece insana mahsus değildir. Evrendeki her zerrede bir özgürlük eğilimi vardır. Canlı olan her zerrede mutlak surette bir özgürlük eğilimi vardır. Bir zihinsel güç vardır. Yani içerisinde hareket ettiği bir yapı vardır. Bu üçü bir araya gelmeden zaten varlıktan söz edilemez. Ama özgürlük en üstte ilkinde gerçekleştirir. Zirvesini hangi varlıkta bulur? İnsanda bulur kuşkusuz. İnsan bu anlamda evrenin amacıdır da. Günlük en yoğun haliyle insanda ifadesini bulur. Hakikat insanda yoğunlaşır çünkü insanın kendisi de tüm gerçekliklerin toplamıdır. Evrende oluşun ilk canlı varlıktan tutun maddi ve manevi olan her şeyi canlı belirtisi gösteren varlıktan insana gelinceye kadar var olan tüm canlıların özellikleri insanda somutlaşır. İnsan matematik bir toplam değil öyle ele alamayız. Eğer özgürlük kendini bilmeyle bağlantılıysa ve her varlıkta bir özgürlük eğilimi varsa o zaman her varlık kendini bilmek ister. Kendini bilmek, kendi farkına varmaktır. Kendi varlığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyabilmektir. Böyle olunca şunu görüyorsunuz: evrende hep basitten karmaşığa, alt seviyeden üst seviyeye doğru bir evrensel gelişim vardır. Henüz hücre olamamış bir varlıktan en görkemli bir canlı türüne ulaşıyorsunuz. Oradan en görkemli bitkiler alemine, ardından hayvanlar alemine geçiyorsunuz ve son olarak insan ortaya çıkıyor. Bunlar hep birbirinin devamı olan unsurlardır ve birbiriyle bütünlük içerisindedir. Hep biri diğerinin üst aşamasıdır. Mesela hayvanlar aleminin ortaya çıkışının koşulu bitkiler alemidir, bitkiler alemi olmadan hayvan olamaz. Önderliğin çok çarpıcı bir değerlendirmesi vardı, “Çünkü ilk hayvanın yiyebileceği başka bir hayvan yoktur.” Dolayısıyla bitkiler olmadan varlık olarak kendisini sürdürebilmesi mümkün değil. O açıdan evrensel oluşumu büyük tesadüflere bağlamak ve her şeyi rastgelelikle izah etmek mümkün değildir. Oluşum zihni akla getirir. Dolayısıyla canlılar âleminde mutlak surette bir zihin vardır. Belki de başlangıçta bu zihinsel seviye biraz daha geri görünebilir ama süreç içerisinde zihinsel gelişme de evrimleşerek insanda en üst boyuta ulaşır. Önderliğin çok çarpıcı bir belirlemesi var: “Yaşamı anlamak isteyen insan dışında her canlı ve cansız varlık sadece kendi anlarını yaşar.” Bunun anlamı şudur; insan dışındaki hiçbir canlı türü bir tasarım gücü değildir. Plan yapamaz. Geçmişe dönemez. Geçmişi sorgulayıp geleceği programlayıp bugünde inşasına girişemez. O anda ne ise onu yaşar. Fakat insanda öyle değildir. İnsan tam bir tasarım gücüdür. Bunun anlamı şudur; insan hep dönüp geriye bakar. Geri ya da başlangıç dediğimiz yola girer. Temel sorunu şudur: Yaşamı anlamak aslında nereden geldiğini anlamak demektir. Bugün buradayım ama nasıl buraya geldim, ben neyim ve neden varım, mutlaka yaşamın bir nedeni ve niçini olmalı. Bunu sorar. Bunu sorarken oluşumunu anlamak için dönüp geriye bakar ve oradan bakınca ta evrenin başlangıcına kadar gider, varlığını evrensel oluşumun başlangıcına dayandırır. Belki de onun öncesi de var. Onu da bilmiyoruz. Ama şunu fark eder o zaman insan, kendisinin evrenden kopuk olduğu hiçbir şey yok. Bir yönüyle de insan tarihsel bir varlıksa, tarih de zamanla bağlantılıdır ve oluşumu zamanı ifade eder. Bütün bir evrensel oluşumun tarihi aslında insan olmanın da tarihidir. Dolayısıyla her varlıkla tarihsel oluşum diyalektiği çerçevesinde baktığımızda her varlıkla bağlantılıdır. Zaten anlamanın sevinci buradadır. Anlamak gerçekten yaşamın en sevinçli olayıdır. Geriye dönüp baktığınızda kendinizi tanıyorsunuz. Kendinizi tanıma eyleminiz aslında bir başka varlığı da tanıma eğilimi anlamına geliyor ve sizin sayenizde varlık kendi farkına varıyor. Gül gerçekten güzeldir. Ama gül, güzelliğinin farkına kiminle varıyor? İnsanla varıyor. Onun için kendi farkına varmak önemlidir.
Tanrı bile “bilinir olmak için insanı yarattım” diyor. Onun anlamı budur işte. Bir evrensel akıldan söz edebilirsek eğer, bu insanda ifadesini bulur. Tanrıyı evrenin zihni olarak da tanımlayabilmek de mümkündür. Tanrısızlık düşüncesi, Önderliğin deyişiyle, “dıştan, kendini gerçekliğe dayatan tanrısallıktan çok, içsel bir tanrısal gerçeklikten söz edebilmek mümkün.” O açıdan da, bu çerçeveden bakıldığında, içsel olgu anlamında tanrıyı, evrenin zihni olarak tanımlayabilmek gerçekten yerindedir. Bu çerçevedeki bir tanrı anlayışı, son derece görkemlidir.
Geçmişten kopanın geleceği de yoktur;
Fizikçiler düşünceyi de “en akışkan bir enerji” olarak tanımlarlar. Zindandan mektup yazan bir arkadaş var, onun mektubundan çok şey aldım. Mesela bizim mekanda hareketimiz yavaştır ama zamandaki hareketimiz hızlıdır, yüksektir. Zamanda hareket, düşüncede harekettir. Belki de ışık hızı ve onu da aşan bir düzeyde bir hareketlilik seviyesini yakalayabilir insan zihni. Bir anda evrenin başlangıcına kadar uzanabilirsiniz. Ya da geleceğin sonsuzluk sınırına kadar gidebilirsiniz. İnsan zihni bunu sağlar, böylesine bir gerçekliği var. Ve bu açıdan zamandaki o muazzam hız harikadır ve büyük önem taşır.
Şimdi öyle bir sistemde yaşıyoruz ki insan zamansızdır. Mekanı bile sınırlıdır. Önderlik, “şimdiye sıkıştırılmış bir yaşam gerçekliğinden” söz eder. Tüm geçmişiniz ve geleceğiniz “şimdi” olmuşsa ki günübirlik yaşam bu anlama gelir. O zaman geçmişten ve gelecekten tümüyle kopmuşsunuz demektir. Geçmişten kopanın geleceği de yoktur. Ve günümüz dünyasındaki insan biraz da böyle bir insandır. Bu gerçekten de çok acıdır. Bu sistemin içindeki bir insanın en uzak geçmişi “dün” ile sınırlıdır. En uzak geleceği de “yarın”dır. Bugün ile yarın arasında sıkışan ve yaşayan bir insan gerçeği… Onun için önemli olan “an”dır. Geçmişi bir yana bırak, geleceği bir yana bırak. “anda yaşa”.
Ben şimdiyi, şu anı inkar etmiyorum. İster evrenin başlangıcına git, ister geleceğin sonsuzluk sınırlarına kadar git, sonuçta dönüp geleceğin yer, andır. Şimdidir yani. “Şimdi” dediğimiz zaman dilimi, oluşabildiğin andır. Şimdide pratik yaparsın, eylemde bulunursun. O açıdan da onların an’a yaklaşımıyla, bizim an’a yaklaşımımız farklıdır. Bizim çerçevemizden baktığınızda PKK devrimciliği an’ın devrimciliğidir. An’a cevap verme gücünüzle devrimciliğiniz belli olur. O açıdan an’a cevap vermezseniz, sürekli bir erteleme ve tekrar durumunu yaşarsınız. Erteleme ve tekrar zaten yaşamın kendisinin yozlaşması anlamına gelir. Önderliğimizin en çarpıcı eleştirisi bu noktaya yöneliktir. “Hep ilk’lerde kaldınız. İlk kurşunda, ilk eylemde, ilk sözde, ilk örgütlenme adımında…” ilklerde kalmak demek, sürekli giriş yaptığın noktada öğrendiği ilk şeyi tekrarlamakla kalmak demektir ki, bu dehşet verici bir şeydir. Yaşam durmaz, duran sizsiniz. Ve o anlamda varlık demek oluş demektir. Oluş ise sürekli değişim ve dönüşüm demektir. Yani bir akış hali olarak değerlendirebilirsiniz ya da helezonik bir gelişme trendi gibi düz değil ama ileriye ve yukarıya doğru helezonik tarzda gelişme trendi. Böyle yapmıyorsunuz. Önder Apo, sistemdeki insanın hareket tarzını değerlendirmişti. Hareket var ama ilerleme yok. Bu yerinde sayan bir harekettir. Tıpkı rodeo atı gibidir. Sabit bir yay üzerine çakılıdır, üstüne bindiniz mi iner ve çıkar. Hareket halinde görünürsünüz ama ileriye ve geriye bir santim bile gidemezsiniz. Devrimcilik bu duruma düşmemesi gerekir. Ürkütücü olan esas itibariyle budur.
Anlam kavramından ne anlamak gerekir?
Zindandaki arkadaşlar anlam kavramı üzerine yoğunlaşıyorlar. Önder Apo’nun deyişiyle dışardayken eylem ön plandadır ama zindan gibi ortamlarda anlam ön plana çıkar dolayısıyla daha fazla anlam üzerinde yoğunlaşır. O daracık mekanların kendisi de bir eylem alanıdır. Kendini yaratmak başlı başına bir eylemdir. Aslında kişinin kendisinde gerçekleştirdiği sadece kendisi değildir, bütün bir evrendir. Daha doğrusu toplumsal gerçekliği kendisinde inşa eder. Özgür toplumun prototipi olarak kendi varlığını inşa eder. Cezaevlerinde olması gereken esas itibarıyla bu. Fakat cezaevlerinde yaratılmış belki de yüzyılların algısı var. Bir özgürlük savaşçısı olarak cezaevine düşersen, dışardayken şunu bilirsiniz; dışarda bir özgür yaşam yok. Ama cezaevine düştükten sonra tel örgülerin dışına çıkmayı, özgürlük olarak değerlendirirsiniz. Bu çarpıcıdır. Sistemin insanda yarattığı değişim ve dönüşümün tipik rolü budur. Ben niye devrimci mücadeleye katılıyorum? Her bir arkadaşın sorması gereken soru bu. Çünkü ülkemde özgürlük yok, halkımın kimliği yok, ülkemin adı yok, ülkem sömürge bile değil, halkım köle bile değil, bireysel olarak içinde yaşayabileceğim özgür bir dünyam, yaşamım yok. Burada yapmam gereken şey nedir? Elbette bunu reddetmek ve buna karşı özgür bir yaşamın arayışına girmektir. Bunun karşılığı var tabii. Ölüm, yaralanma, cezaevine düşmek bunun karşılığıdır. Yaşamında her devrimciyi zindan ağırlar bir defalık bile olsa. Bu nedenle yaşamında zindanın da olduğu, bedelinin bu olacağı, hatta tüm ömrünüzün zindanda geçirebileceğinizi de bilerek bu mücadeleye katılırsınız. Ya da şahadet olabileceğini düşünürsünüz. Bunu da peşinen bilerek mücadeleye katılırsınız. Fakat sonrasında şahadet bir yana zindana düştünüz. Bu sefer zindan nasıl olur? Zindan olur da, bu sefer dışarı çıkmak özgürlük anlamına gelir. Zindanın kapısı açılıp, siz dışarı çıktığınızda “oh be özgürlük varmış” dersiniz. Kendi kendinizi inkar bu anlama gelir. Dehşet verici olan budur. Şu algının çok önemli olduğuna inanıyorum. Önder Apo onu çok çarpıcı ortaya koyuyor: “Dışardaki zindan daha dehşet vericidir.” Çünkü içerdeki insan, anlam gücünün farkındadır. En azından sistem içinde sistem dışı kalarak yaşamayı bilir. Zindanda olmak sistemin içinde sistemi yaşamak anlamına gelmez ki. Bedenlerimiz buradadır, tutsak olabilir ama aynı zamanda özgür bir tutsaktır. Özgürlüğü anlam gücüyle bağlantılandırabilirsek anlamda derinleştiğimiz ölçüde düşünsel olarak özgürleşiriz. Bu aynı zamanda varlık olarak kendimizin özgürleşmesi anlamına gelir. Yani bedensel özgürlük de zindan koşullarında sağlanabilir. Özgürlük, bir duruştur. Müthiş bir farkındalık durumudur. Önderliğin değişiyle, hakikat avcılığıdır. Kapitalist moderniteyi ki, zindanlar da onun bir parçasıdır. Onun koşullarında en iyi tanımlayıp çözümleyebileceğin yerlerden bir tanesi zindandır. Bu çözümleyerek anlamı derinleştirebilirsin. Belki de en görkemli yaşam orada yaşanan yaşamdır. Mesela Önderliğe özgürlük kampanyaları düzenlenir, gereksiz görmüyorum, kuşkusuz değerlidir. Önderliğin fiziki özgürlüğünü savunmak ve talep etmek anlamına geliyor. Fakat yine de insanlık tarihinin en özgür insanı olarak Önder Apo’yu görüyorum. O’ndan daha özgür kimse yoktur. Eğer Spinoza’nın -ki, Önderliğimiz de vurgular- “anlamak özgürlüktür” belirlemesinden yola çıkarsak, Önder Apo’nun herkesten daha iyi anladığı ve hissettiği bir gerçektir. Herkesten daha iyi anlayan ve hisseden en doğru yoldadır, doğru yolu gösterendir. Ve en özgür insan da O’dur.
Eskiden de düşünürdüm, “Önderlik sahası” derlerdi. Bana biraz çelişkili gelirdi. Derdim ki, peki ya orası onun da burası senin mi? Yani pratik saha senin sahan mı? Tamam, sen de varsın ve rolünü oynayabileceğin yer burası doğru ama, Önderliği soyut, sadece lafla ortaya çıkaran ama diğeri de pratik hayata geçiren oluyor, böyle bir ayrım yanlıştır. Aslında her bir arkadaşın kendisi de bir Önderlik taşıyıcısıdır. Önderlik oradadır da aynı zamanda. Ama sen Önderliği sadece Ortadoğu’da bulunan o mekanla sınırlarsan o zaman kendini Önderliğin dışında görürsün. O açıdan cezaevlerini Önderlik sahası olarak değerlendirmiyorum. Ama Önderlik oradadır, o anlamda da değerlidir. Bu noktada şunu söyleyeyim. Bir ara ben İbn-i Arabi ile ilgili bir kitap okudum. Gerçekten de tasavvufun öncüsü denilebilecek bir kişilik. Müthiş bir anlam derinliği var. İbn-i Rüşt ile aynı tarihsel süreçte yaşıyorlar. Sanıyorum iki ya da üç kez bir araya geliyorlar. İbn-i Rüşt, biraz da bugünkü bilimin temelini atandır, nesnel gerçekliği esas alır yöntem olarak, oradan yola çıkar. Ama İbn-i Arabi ise hakikate iç derinleşmeyle, gönül gözüyle ulaşmaya çalışan bir kişilik. Bu anlamda ikisi arasında belirli ölçüde farklılıklar var. Bir gün İbn-i Arabi, İbn-i Rüşt’ün yanına gider. İbn-i Rüşt O’nu fark etmez. İbn-i Arabi O’nun yoğunlaştığını görür. Tefekkür halindedir. Uzun süre öyle seyreder. İbn-i Rüşt, hiç farkında bile olmaz. O zaman İbn-i Arabi, şöyle bir cümle kullanır: “Düşüncesi O’nu benim yanıma getiremiyor.” Yani öyle bir düşüncesi var ki, benim farkımda değil. Beni, kendi yanına götüremiyor. Bu söz bana çok anlamı geldi. Seni, Önderlik yanına getirebilmek, O’nunla birlikte olmak ve yaşayabilmek önemli. Oradadır ama aslında sen kendi yanına getirebilirsin. Bu sendeki anlam ve duygu gücünün yoğunluğuna bağlı. Ki, duygu ve anlam gücünü de ondan alıyorsun. Onu gerçekleştirebildiğin ölçüde O’nu kendi yanına getirebiliyorsun. O’nunla bir olabiliyorsun. Cezaevindeki arkadaşların da, tüm yoldaşların da bu konuda ciddi yoğunlaşmaları gerektiğine inanıyorum.
Kişinin kendisini görebileceği en çarpıcı ayna Önderlik gerçeğidir;
Önder Apo’nun yaşamın en keyifli anı dediği anlar İmralı’da yaşadığı anlardır. Anlam avcısı olarak kanatlı düşündüğü ve düşünme hızını en üst seviyeye çıkardığı ve hakikati sürekli ve sürekli derinliğine ve genişliğine anladığı süreçler cezaevinde gerçekleştirdiği süreçlerdir. Çünkü orada anlam ön plandadır. Orada eylem de var ama anlam ön plandadır. Böyle bir an yaşamın en sevinçli anıdır. Zaten devrimci yaşamda da öyledir. Keyifsizlik, can sıkıntısı, uyuşukluk vb bunlar bir devrimcinin yaşamında olamaz. Hele yüzü Önderliğe dönük olan ve kilitlenen için böyle bir şey abestir. O yüzden kendi üzerimizdeki yoğunlaşmalarımız bile Önderlikten kopuk değil. Ayna O’dur. O’nun ışık tutmadığı yerde kendimi göremem. Dolayısıyla kişinin kendisini görebileceği en çarpıcı aynadır Önderlik gerçeği. O’nun için evrensel gerçekliği de onun içinde görebiliriz. Önderlik tüm evrensel gerçekliklerin toplamı olarak da değerlendirebilir. Önder Apo’yu, evrenin zihni olarak da tanımlamak mümkün. Önder Apo, kendisini tanımlarken, “Evrenin bilgi deposu olan zihnim” diyor. Ama bu depodan eksilme olmuyor, sürekli kendini zenginleştiriyor. Önderlik böyle, bütün yaşamıyla heyecan verici. Önderlik öyle sıradan redlerle geçiştiren bir şey değil. Siz bir görüş ileri sürersiniz. Karşı taraf bunu reddeder ve bağlarınız kopar. Önderlik’te öyle değil. Önderlik sayısız seçeneğe sahip bir kişiliktir. Çözüm zaten budur. Özgürlük de budur. İki seçeneğe mahkumsanız ak-kara arasında gidip geliyorsanız özgür değilsiniz. Ne kadar çok fazla sayıda seçeneğe sahip olabilmişseniz bu seçeneklerde hep en iyi çözüme doğruysa o kadar özgürsünüz ve bu çerçevede Önderlik’te bunun zirveleştiğine yürekten inanıyorum.
Her şeyin bir nedeni ve niçini vardır. Bunların birbiriyle ilişkileri sorunu vardır. Her birinin içinde hareket ettiği bir yasa vardır. Mesela evrende var olan sınırsız gerçeklikten söz edebilirsiniz. Evrendeki her zerrede bir anlam olgusu var bu özgürlük eğilimi tarzında kendisini ortaya koyar. Gelişme, değişme, dönüşüm, hareket, eylem bütün bunların hepsi anlamı ifade eder. Ve anlam hep bir hedefi ve amacı belirtir. Yaşamın bir amacı olmalı. Neden, amaçla doğrudan bağlantılıdır. Bir tür sırrı çözmek gibidir. Evren ne için vardır? Bu niçin sorusuna cevap verebilmeniz için de evreni bir bütün olarak, en küçük zerresine kadar tanımanız lazım. Mutlak hakikat diyebilirsiniz. Mümkün müdür? Önder Apo, “İmkansıza yakın bir durum” der. Ama yine de yaşamı esas sürükleyen bu durumdur. Esas anlamı değerli kılan, yaşamı güzel ve soylu kılan şey, mutlak anlamın peşinde koşmaktır. Buna dinlerde tam vecd hali deniliyor. Hallac-ı Mansur’da ifadesini bulur. Tasavvufun bir kesiminde ifadesini bulur. Bu, sırrın sırrını çözmektir. Düşüncede ulaşılabilir bir durumdur. Önderlik’te de bu tür dönemlerin gerçekten olduğuna inanıyorum. Önderliğin, Hallac-ı Mansur’u herkesten daha iyi anladığına, Buda’daki Nirvanayı herkesten daha iyi çözdüğüne, dinlerdeki o vecd halini herkesten daha derinliğine kavradığına eminim. Bu konuda hiç kuşkum yok. Bunlar mutlak hakikat yolunda ilerlemenin, kaçınılmaz sonuçlarıdır. “Anladım” diyorsunuz, ötesi yokmuş gibi. Öyle bir şey değildir anlam. Belki de varlığı tanıdığınızda onun özünü, içeriğini ve cevherini tanıdığınız ve anladığınız zaman onu kavrıyorsunuz. Tanımak, aslında bütünleşmektir. Onunla bir olmaktır. Dinlerde tanrıdır. Mutlak hakikat Tanrı’da ifadesini bulur. Tüm varlığı kapsayan O’dur. Tüm varlıkta içselleşen O’dur. O, önüne ön, sonuna son konulamayandır. Ezel ve ebedtir yani. Ama Enel Hak “bir sır idim, bilinmek için insanı yarattım. Bilme eyleminde Hallac’ın ulaştığı durumdur: Enel Hak. Bu hakikatle bağlantılıdır. Enel Allah demiyor Hallacı, Enel Allah diyen firavundur. Firavun, “ben Allah’ım” diyor. Hallac Enel Hak diyor. Belki de Hak da tanrının adlarından biridir ama tek başına hakikati ifade eder. Tanrı ile birleşmeyi dolayısıyla tanrıyı tanımayı, onun içinde erimeyi ve yeniden var olmayı ifade eder. Bu doruktur. Bir militan açısından Önderliğe yaklaşımda esas itibarıyla bu olmalıdır. Onu tanımak, tanıdıkça O’nunla birleşmek, bütünleşmek, erimek ve O olmak ama kendi kalmak bunlar anlamlı değerlendirmelerdir.
Kişi kendinde bir toplumu var etmiyorsa, zaten kendini var etmemiştir;
Burada inşayı da değerlendirmek gerekir. İnşa ile anlam birdir. Anlamın olmadığı yerde inşa olmaz. İnsan anlayınca oluşuyor. Oluşmak aslında kendi kendini inşa etmektir. Yani görünür hale gelebilmektir. Aslında evrende temel bir özelliktir. Kendini görünür kılabilmek… Anlam da kendini görünür kılmak ister. Onun için madde haline gelir. Bir yapı ve form kazanır. Ama anlam ve form ilişkisinin şöyle bir özelliği de var: Anlam, sürekli akışkandır. Ama form, statik bir yapıdır biraz da. Maddi olan, statik özellikler taşıyandır. Başlangıçta anlam kendisini yapıda ifade eder ama, anlamın giderek gelişmesi mevcut yapıyı onun önünde engel haline getirebilir. Önderliğin cümlesi şöyledir: “Duvar, başlangıçta koruyucu bir işlev görür, ama süreç içerisinde bir zindan duvarına dönüşebilir, seni içinde hapsedebilir.” Bu açıdan değişen, esas itibariyle yapıdır. Yapı sürekli değişmek zorunda. Yenilenmek, değişim, dönüşüm bu anlama gelir. Oluşumun sürekliliği, aynı zamanda yapıdaki sürekli değişimdir. Yapıdaki, formdaki değişimi ifade eder. O nedenle, önderlikte, çarpıcıdır, üçünü birlikte ifade ediyor: Varlık, bilinç ve form. Bilinç, oluşum ve form. Üçü birdir. Üçünün bir aradalığı, inşayı ifade eder. En azından ben öyle anlıyorum. Ben çok zorlandığım yerlerde, olabilir ki, yanlıştır, yanlış anlamışımdır, öylesi yerlerde “ben” sözcüğünü kullanıyorum. O yönüyle anlayışınıza sığınarak ben diyorum, ben böyle anlıyorum. Bilinç gelişimi, bilincin oluşmaya, kendini var kılmaya götürmesi, var kılmanın bir formlaşmaya, yani militan kişiliğe dönüşmesi. Buna kadro, yoldaş, öncü diyebiliriz. Bunlar bu tarzı ortaya koyar ve her yerde geçerli olmakla birlikte, en çok zindanlarda geçerlidir. Bir de bireyi toplumdan soyut bir varlık olarak görmemek lazım. Eskiden gerillaya yeni katılan arkadaşlara sorardık: heval niye dağa çıktın? “nasıl heval, ben halkım için, ülkem için çıktım.” Yani amacını hemen ortaya koyuyordu: Ben halkımı ve ülkemi özgürleştirmek istiyorum, onun için burdayım. Yani yaşam nedenini, niçinini ortaya koyuyordu. Niçin yaşıyorsun? Elbette halkım için. Niçin yaşıyorsun? Elbette ülkem için. Ve bunu giderek genişletir: elbette tüm insanlık için. Kadın yoldaşlara sorarsanız, elbette kendi cinsim için. Onun özgürlüğü için yaşıyorum der. Ama burada kendi gerçekleşmesini, onların gerçekleşmesi olarak ele alır. Yani kişi kendinde bir toplumu var etmiyorsa, zaten kendini var etmemiştir. Aslında hayallerinizi kendiniz de bedenleştiriyorsunuz. Siz aslında hele hele iki yoldaş bir araya geldiğinde, o “iki”nin birliğinde bir toplum inşa edilmiş demektir. O ikinin birliğinde aslında özgür bir insanlık vücut bulmuştur. Onların hayalleri kendilerinde somutluk kazanmıştır. Yoksa öyle olmazsa kendini hayallerinin gerçekleşmiş hali olarak görmezse, kendi kendisinin prototipi olarak görmezse, inşa da çok fazla başarılı olamaz. Bu açıdan inşa kavramı, yaşamın ta kendisidir. Biz yaşamı inşa olarak algılamalıyız. Yaşamak anlamak, anlamak anladığını başkalarıyla paylaşmak, başkalarıyla birleşmek, örgütlü birlikle kendi hayallerini, bugünün hayalini yarının gerçeğine dönüştürebilmektir.
Kutsal olan politik ve ahlaki toplumdur;
Bu açıdan “an” büyük önem taşır. Şu noktaya geleceğim. İnsanın temel eğilimi hep yaşamın anlamına ulaşmaktır. İnsanı insan yapan temel özellik budur. Yaşamı anlamak ister. Zaten hakikat de, yaşamın anlamına varmaktır. Bunun kavgası, mücadalesidir. Ama her şey gelir, yaşam olgusunda düğümlenir. Hakikat ölülerle uğraşmaz. Hakikat, yaşamın kendisiyle uğraşır. O açıdan da yaşam müthiş bir değer taşır. Şöyle de ifade edeyim: Yaşam bütün kutsallıkların üzerinde yer alır. Yaşamdan daha kutsal bir değer, yaşamdan daha üstün bir değer yok. Ve yaşamı anlamak isteyen insanın temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı seven, yaşama bağlı olan insanın temel görevi de yaşamı anlamaktır. Onun militanlığını yapabilmektir. Ama bizim sözünü ettiğimiz yaşam, toplumsal bir yaşamdır. Sonuçta şu noktaya geliyoruz: Toplumsallıkla bağlantısı içinde tanımlanmamış bir yaşam, yaşam değildir. O zaman toplumsal gerçeklikle birey, dolayısıyla toplumsal gerçeklikle yaşam ilişkisi, bunlar hepsi bir bütün oluşturur. O zaman toplumsal gerçeklik önemlidir. Toplumsal gerçekliği yeniden inşa etmek, yaşamı yeniden inşa etmektir. Kutsal olan, politik ve ahlaki toplumdur. Yaşam da odur. Ondan kopuk nasıl yaşayacağız? Temel kaynağımız odur. Bu da çalışmaktır. Günün 24 saati eylemde olmaktır. Eylemi dar anlamda anlamamak gerek. Mesela ‘cezaevindeki insan eylemsizdir’ denilemez ki. Mesela duvara bakıp da eylem alanımızın daraldığından gerçekten söz edemeyiz. Bu yanlıştır. İbn-i Arabi’nin İbn-i Rüşt’e bakarken ki söyledikleri “Düşüncesi onu benim yanıma getiremiyor.” Biz de şöyle söyleyebiliriz “Düşüncem beni dışarıya taşıyamıyor, evrenin başlangıcına onun sonsuzluk sahalarına taşıyamıyor” demek zorundayız. Eğer taşıyorsa, o koşullarda da zaten özgürüz. Bunların üzerinde düşünmekte yarar var.
Hakikat avcılığı kesinlikle engellenemez bir eylemdir. Mesela bazen Önderliğin bazı şeyleri ellerinden alınıyor. Kitapları, radyosu vs elinden alınmış olabilir. Bilmiyorum, düşünüyorum. Televizyonu elinden alınmış olabilir. Sanki bunlar olmazsa direnme imkanı, hakikat avcılığı imkanı yoktur denemez. Elbette bunlardan yararlanmak bir tutsağın hakkıdır. Fakat, Önderliğin kendisi tv almadı. Bunun için herhangi bir başvuruda bulunmadığını çok iyi biliyorum. Sonradan kendileri götürüp Önderliğe verdiler. Kendisi asla öyle bir talepte bulunmadı. Mesela her tutsak öyle bir talepte bulunabilir. Ama Önderliğin öyle bir talebi olmadı. Hatta kitapları elinden alındı. Peki hakikati nerde arayacaksınız? İnsanda değil mi? Ve sizsiniz insan. Hakikati kendinizde arayacaksınız. Bu anlamda, belki de Nietsche’nin o sözü Önderliği en iyi anlatan sözdür “Zorluklar, eğer öldürmüyorsa bir kişiyi, sadece ve sadece ona güç verir.” Bu İmralı’daki muhteşem direnişin yanında, radyosunun elinden alınmasıyla Önderliğin koşullarının ağırlaştığını söylemek, gerçekten o direnişin seviyesini düşürmektir. O direnişin anlamını, soyluluğunu, efsanevi halini… “Asrın Direnişi” diyorlar ya, ben tarihsel olarak ezilenlerin direnişinin zirvesi diyorum. Bütün bir tarihsel direnişlerin zirvesi olarak değerlendiriyorum. Böyle bir direniştir İmralı Direnişi.
Her dil kendisiyle bir tarih taşır;
Yani arkadaşların ellerinden kitaplarını alabilirler. O zaman neyi okuyacaklar? Kendilerini okuyacaklar, insanı okuyacaklar. Gerçekten en büyük kitap insandır. Oraya bakmak lazımdır. İnsanın kendisi kitaptır. Yanındaki yoldaşını okuyabilmek…
Konumuza sözün önemi, anlamı ile başlamıştık. Bilimi, kavramlarla yapıyorsunuz. Aslında dünyayı değiştirmeye çalışmak isterken de öncelikle kavramlardan yola çıkıyorsunuz. Öyle olunca kavramların içini doğru doldurmak gerekiyor. Kavramlar dil ile de bağlantılı. Denir ya, “her dil kendisinde bir uygarlığı taşır.” Aslında şöyle de denilebilir: “her dil, kendisiyle bir tarihi taşır.” Mesela Kürt dili böyle bir şey. Kürtçe kendisinde bütün bir insanlığın tarihini taşır. Kürtlerin tarihini taşır, demiyorum. Çünkü Kürtçe neolitik toplumun, devrimin, neolitik uygarlığın dilidir. Eğer neolitik devrim, en evrensel devrim ise, insanlığın kök kültürü ordaysa, bu kültür de en fazla -ki dar anlamda kültür dil demektir; dolayısıyla- bu kültür o dilde, o dilin kavramlarında ifadesini bulur. Kavramlara yüklenen anlamlar var. Önderlik de, işe başlarkan, özellikle son savunmada kavramlarla işe başladı. Önce kavramsal bir çerçeve çizdi sonra bazı kuramları ele aldı. Belli bir kuramsal çerçeve çizdi. Bunların içini doldurdu. Bunlarla neyi ifade ettiğini ortaya koydu ve arkasından da muaazzam, en görkemli çözümlemelerini yaptı. Mesela diyelim ki, yaşam kavramının içinde ya da toplumsal yaşam, bu kavramın içine sıkıştırdığımız şey nedir? Gerçekten de şöyle bir algı var. Önderliğin şöyle de bir belirlemesi vardı “Yaşam, yaşanırken anlaşılmaz” diyordu. Bir arkadaş da “Ölürken hiç anlaşılmaz” demişti. Arkadaşlar da bana anlatırken, sanki yaşam zaten hiç anlaşılmaz, biz yaşamı anlayamayız dediler. O zaman benim aklıma ilk gelen şey şuydu: biz yaşamı nasıl anlıyoruz? Yaşamak ne demek? Önderlik de orada bir yerde ifade ediyor, “Yaşam, ölümden öncesidir.” Yani nefes alıp veriyorsan, yürüyorsan, yiyip içiyorsan, eğleniyorsan veya acı duyuyorsan; yaşıyorsundur. Bu kadardır. Yani soluk alıp vermek. Bu önemlidir. Bizim Dersim’de ilginçtir, toplumda, kırsal kesimlerde, köylerde, bir insana “nasılsın?” diye sorun, size vereceği cevap şudur: Helmo ma de (daha soluk alıp veriyorum).” İyiyim demez. Bu çok ilginçtir. Birazda sanıyorum bu çekilen korkunç eziyetler, yaşanan soykırımların, katliamların da doğurduğu bir sonuçtu. Ama orada bile bir yaşam farkındalığı vardır. Yani yaşanan durum, soluk alıp verme durumudur. Buna iyiyim denemez. Eh işte, soruyorsan, durum şudur: Soluk alıp veriyoruz. Peki yaşam bu mudur? Değildir. Yaşam, içinde barındırdığı anlam ile yaşamdır. Zaten yaşamın özü anlam gücüdür. Yani ne kadar anlıyorsan, o kadar yaşıyorsun. Ama burada anladığın şey önemlidir. Bir de şu noktalarda büyük yanılgılardan kurtulmalıyız: Biz hakikat arayışçıları olarak, kendimizi değerlendirirsek militanlar olarak, bana göre biz şaşkın bir duruma düşmüş oluruz. Hakikat bizim önümüze konulmuştur. Önderlik’tir hakikat avcısı, Önder olmak budur. Mürşit olmak, Rêber olmak budur. Eğer hakikat tarihsel ve toplumsal özellikte ise, insanlıkla ilgiliyse ve tüm evreni kapsıyorsa -ki öyledir- bütün bir ömrünü buna veren, bu noktada en üst düzeyde yoğunlaşmayı yaşayan Önder Apo’dur. Ben Aşık Daimi’nin sözüne hep atıfta bulunurdum: “Bin çiçekten bir peteğe bal eylemek.” Eğer böyle karşılaştırırsam, Önderlik, tarihsel, tarih boyunca sayısız çiçeklerden özlerini topladı ve onları sentezleyip en güzel balı, süzülmüş bal olarak, her hangi bir bal da değil, süzülmüş bal kıvamında bizlere sundu. Bizim görevimiz, oradaki Önderlik gerçeğindeki hakikati kavramaktır. Önderlik gerçeğini kavramaktır hakikat. Hakikat yürüyüşü Önderliğe doğrudur. Yeniden bir arayışa kalkışmıyoruz. Böyle bir şey olamaz, bu saçma olur. Hakikat Önderlik’tedir ve biz O’nu anladığımız ölçüde hakikatle bütünleşiyoruz, doğru yönde oluyoruz. Yol, Önderliğin yoludur. Başka bir şey değil. Bu konuda hiçbir zaman yanılgıya düşmemeliyiz. Duygu, düşünce dünyamızda hep O’nunla yaşıyor ve O’nunla bir isek doğru yoldayız. Bu konuda hepimizde sorun var en başta da kendimi bu noktada sorunlu görüyorum. Ama mutlak surette bu sorunu aşmalıyız. Bir de şöyle bir şey görüyorum: Aslında ister dışarıda olalım, ister zindanda, hepimiz aynı gerçekliğin içerisindeyiz, Önderlik gerçeğinin içindeyiz. Hiçbir arkadaş, Önderlik gerçeğinin dışında değil ama, onun içindeyken duruşumuz nedir? Burası önemli. İçinde olup dışında yaşamak, bu önemlidir. Şöyle söyleyeyim: O’na bakmıyoruz. O’nun içindeyiz, sırtımız O’na dönük, yüzümüz O’na dönük değil. Zaten Önderlik gerçeğini zorlayan budur. İçinde olmak, ama O’nun istediği gibi olmamak… Biraz da şuna benzer. En kaba benzetmesini yapayım: Bir taş gibi yutuluyorsun, Partiyi canlı bir organ gibi düşün. Sen de kendini yenilecek bir nesne gibi düşün. Midesine gidiyorsun, ama erimiyorsun. Taşın bir insanın midesine oturduğunu, olduğu gibi kaldığını düşünün. Ne kadar rahatsız edicidir. Önderlik içerisinde ters konumlar arz eylemek de öyle bir durumdur. O açıdan da bu duruşun düzeltilmesi gerekir. Zindandaki bir arkadaşın deyişiyle yüzümüz her zaman O’na dönük olmalıdır. Nasıl ki pusulanın içindeki mıknatıs hep aynı yönü gösteriyorsa, bizim yönümüzün de hep Önderliğe o yöne dönük olması gerekir.
Yaşamı tanımlamak aynı zamanda toplumu tanımlamaktır;
Bireysel rol ile kolektif eylem arasındaki ilişki bu en başta yoldaşlık ilişkilerinde anlamını bulur. Tikellik, tekillik veya bireysellik diye bir olgu var. Yani siz, sizsiniz. Siz bir başkası değilsiniz. Bu evrende yalnızca ve yalnızca bir tane sizin özelliklerinize sahip bir birey var, on tane yoktur. Bir tanedir. O senin özgünlüğündür, farkındır. Kendi farklılığını bu tarzda ortaya koyuyorsun. Ve üstelik özgürleşmek, kendi farkını daha belirgin bir şekilde ortaya koyabilmektir. Kendi farkını ne kadar belirgin bir şekilde ortaya koyabiliyorsan, kendi potansiyelini o kadar işletebiliyorsun demektir. Yani enerjinin açığa çıkması ve yapılaşması, eyleme geçmesi... Farklılık da budur. Dolayısıyla farklılıklar birleşince, orada toplumsallığa gidiş öyle başlar. Belki de önce bireyde başlar. Ama iki insan bir araya gelince, gerçekten toplumun prototipi olur. Bireysel gerçekleşmeler olmadan, toplumsal gerçekleşme zaten mümkün değil. O açıdan bireyselliği, tekilliği küçümsememek lazım. Zaten söz o değil mi? Militanlaşmak, partileşmek... Her birey şahsında istediğiniz budur. Bireyleşmek, partileşmek, komutanlaşmak. Bu olmuyorsa, gerçekleşmiyorsa, toplumsal gerçekliğe dökülmesi mümkün müdür? Peki bundan alıkoyan nedir? Esas itibariyle toplumsal gerçekliğe bağlılıktaki zayıflıktır. Yani buradaki bireyselliğin bireyciliğe kaymasıdır. Onun da daha çok Kürt gerçekliğinde güçsüzlüğe tekabül etmesidir. Kürt güçsüzdür yani. Temel özelliği budur. Toplumu dağıtılmış, soykırım kıskacında lime lime olmuş. Öyle bir lime lime olmuş ki, sen bunu tanımlayamıyorsun bile. Yaşamı tanımlamak aynı zamanda toplumu tanımlamaktır. Toplumsal gerçekliği tanımlamak için bakacağın yer yaşam. Yaşamı tanımlamak için bakacağın yer, toplum. En küçük parçalara ayrılmış bir ayna düşünün. O aynayı nasıl tanımlayacaksın? Mümkün değil, daha doğrusu çok zor. Kürt toplumsal gerçekliği de böyle. Ama Önderlik bu gerçekliği tanımladı, çözümledi ve bunu nasıl kendi gerçekliğimiz haline getirebiliceğimizi de ortaya koydu. Dolayısıyla kendi olmanın temel amacı, toplumsal gerçeği inşadır. Toplumsal gerçeği özgürleştirmektir. Kürt gerçeğini özgürleştirmektir. İkisi birbirine o kadar sıkı sıkıya bağlıdır ki... Ama amaç benim bireysel özgürleşmem değil, amaç toplumsal özgürlüktür. O da beni bireysel özgürlüğe götürür. Çünkü benim toplumu özgürleştirebilmem için, kendim özgür olmam gerekir. Ben özgür olmalıyım ki, toplumumu özgürleştirebileyim. Veya daha doğrusu, onun özgürlük davasına öncülük edebileyim. Ona özgürlük düşüncesini götürebileyim, özgürlük yolunu gösterebileyim. Bu anlamda ikisi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır.
Çözüm Önderlik gerçeğidir;
Özgürlük, daima bedel ister. Hele Kürt gerçeğinde ise bu bedel çok daha ağır olmak durumundadır. Ağırlıklı biçimi şahadet oluyor. Ama zindanlar da bunun bir boyutudur. Kaldı ki, zindandaki militana yaşatılanlar, bazı şahadetten daha ağırdır. O açıdan Önder Apo, zindanlarda bulunan yoldaşlarımızı “yaşayan şehitler” olarak tanımladı. Bu sürecin de gerçekten büyük zorlukları var. Büyük saygıyla ifade ediyorum, gerçekten de özü itibariyle, zindanlarda direnen yoldaşlarımız, mevcut durumda bizim yaşayan şehitlerimizdir. Cezaevinde koşullar daha ağır olabilir. Gerçekten de fiziki işkenceler var. Bütün işkenceler içerisinde en zor olanı, yalnızlıktır, tecrittir. Önderlik üzerindeki mutlak tecrittir. Önder Apo’nun kişiliğinde, pratiğinde, eyleminde, düşüncesinde gerçekleşen somut bir şey var: Bedenleşmiş bir hakikat var. Oraya bakmak lazım. O nasıl algılıyor? Cezaevine nasıl bakıyor, cezaevlerinin anlamını nasıl çözümlüyor? Sistem cezaevlerine ne misyon yüklüyor? Önderlik bunu nasıl boşa çıkarıyor? Bu noktada da bizim çözümümüz var: Önderlik gerçeği. Yani çözüm Önderlik gerçeğidir. Bu noktada Önderliğe bakmak önemli. Hiçbir yoldaşımız, mutlak tecrit koşullarında değiller. Ama O, mutlak tecrit koşullarında yaşıyor. “Mutlak tecrit” sıradan bir kavram değil. Bir tür, yok sayma halidir. Mutlak tecrit, yok saymadır. Gerçekten de sistem Önderliği yok sayıyor. Uluslararası kapitalist sistem de Önderliği yok sayıyor.
Yok sayma durumunda hiçbir bilgi de alamıyorsun. Öylesi koşullarda direnen bir Önderlik gerçeği var. Orada bir şey var mı? Öyle bir ortamda bile, kendisine bu koşullar dayatıldığında bile, Önderlik ile konuşmaya gitsinler, Önder Apo, “Ben seni reddediyorum, tanımıyorum” demez kaba bir biçimde. Hep bir çözüm önerir. Ama bu Önderliğe mahsus bir şeydir. Sen bunu yapamazsın. Oraya bakmak lazım, ne yapıyor, nasıl davranıyor? Gerçekten de Önderliği izlemek lazım. Ben şuna dikkat çekmek istiyorum: zindanlarda efsanevi diyebileceğimiz direniş sergileyen insanlar oldu. Ama dışarıya çıktıklarında yok oldular. Demek ki fiziki, kaba direniş yetmiyor. Direnmeyi kahramanlık tarzında sisteme karşı bir fiziki duruş şeklinde direniş göstermek yetmiyor. Yani direnmeyi yüzeysel, cepheden sisteme tavır almak olarak değerlendirmemek gerekiyor.
Sisteme karşı direniş, sistemin içinde sisteme alternatif bir yaşamın temsili olmaktır. Orada bir yaşam inşa etmektir. Soyut bir yaşam. Ama bir yaşam vardır. Soyut yaşamak. Somutunu kuramıyorsunuz, ama soyut yaşayabilirsiniz. Kaldı ki, zindanlarda yoldaşlık ilişkileri var, yoldaşlar var. Onlarda somutluk da kazanır. Ama orada yoldaşların yaşamında somutluk kazanan toplumsal gerçeklik olmalıdır. O’nunla bir an için bile olsa bağ kopmamalı. Mesela bizim de onlarla bağımız kopmamalı. Mesela Önderlikle sürekli birlikte olabilmek. Çabanın bu olması gerekir. Biz de oradayız. Özellikle hepimizde de olan halktır. Halkımız İmralı’dadır, biz de halkımızla birlikteyiz.
DERLEME
YORUM GÖNDER