KOMPLO ORTAMININ OLUŞUMUNA DAİR-II
Kürt olgusu kapsamında bana sendromatik yaklaşım tam saçmalama sınırlarına varmıştır. Elde edilen ise, istenilenin tersi olmuştur...
b-Türkiye cumhuriyet yönetimlerinin Kürt olgusu ve sorununa yaklaşımları, Osmanlı imparatorluğu yönetiminden daha geri, inkarcı ve çözümsüz olmuştur. Hâlbuki Kürtlerin cumhuriyetin kurucu bir öğesi olduğu bizzat M. Kemal tarafından yayınlanan çok sayıda emir ve mesajlarında açıkça dile getirilmektedir. Bunda şüphesiz 1925-1938 isyan sürecinin Cumhuriyetin varlığına ilişkin derin endişeler yaratması belirleyici etken olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün en son bu konudaki konuşması 1924 İzmit konferansında yapılmıştır. Öz olarak da Kürtlere kapsamlı bir özgürlük statüsünün tanınacağı biçimindedir. İsyanlar sonrası temel politika ise meseleyi küllendirme ve yok sayma biçiminde geliştirilmiştir. En sıradan bir Kürtçe alfabe ve türkü kaseti bile soruşturma ve yargılama konusuna dönüştürülmüştür. Kürdüm demek kriminalize edilmiş, her Kürt kendi varlığından korkulur, dolayısıyla kaçılır hale getirilmiştir. Olgu ve sorun tam bir kâbusa dönüştürülmüştür. Devrimci gençlik bu kâbusu ancak Deniz Gezmişlerin idam sehpasında “Ben Türk ve Kürtlerin özgürlüğü ve kardeşliği için ölüme şerefle gidiyorum” soylu tavrıyla yırtmıştır.
PKK’nin kuruluşu ve 15 Ağustos 1984 hamlesi ise, bu uyanışın yönetim tarafından bir sendrom halinde anlaşılmasına yol açmıştır. Sorunu tarihsel, toplumsal boyutları içinde ele almak yerine, dehşetle karşılamış, sınırsız operasyon ve işkenceler uygulanmıştır. Kim soruna dokunursa vatan haini muamelesine tabi tutulmuştur. Tüm iç-dış ekonomik, kültürel, siyasal politikalar sorunun inkâr ve bastırılmasına seferber edilmiştir. Bu çerçevede en çarpıcı politika diplomasi alanında sergilenmiştir. Tüm Türkiye dış politikası genelde Kürt, özelde PKK’nin tecrit ve reddine ayarlanmıştır. Dünyada bunu bilmeyen kalmadı. Tabi bu politikanın başarılı olması için Türkiye’nin elde olan tüm olanakları bir yatırım malzemesi olarak kullanılmıştır. Bir devleti istediği tavra çekebilmek için ne istemişse vermeyi politikasının başarısı olarak algılama mantığına bir kural derecesinde sapılmıştır. Sanki bir kutsal ilkeymiş gibi büyütülmüştür. Öyle ki bu yüzden hem hazin, hem ironik ve paradoksal olarak Kuzey Irak’ta yarı-Kürt devletinin doğuşunda, Türkiye Cumhuriyetine bizzat ebelik yaptırılmıştır. Yani tam da istemediğini kendi eliyle doğurtmuştur. Nasıl bu noktaya gelindiği, biraz yakından bakmayı gerektirir.
Stratejik bir yardımının dokunabileceğini sanarak İsrail’le 1996’da tam bir stratejik ittifaka yönelmiştir. Bu ittifakla Suriye üzerine savaş tehdidi en ileri noktaya kadar tırmandırılmıştır. Aynı mantıkla ABD ile ortaklık stratejik düzeye yükseltilmiştir. Yeter ki PKK’yi terörist ilan etsin, ne isterse kabul görecektir. Özellikle ekonomik alanda AB ülkeleri ne istiyorlarsa keyiflerine uygun sonuca bağlanmıştır. Rusya ve bağlısı Bağımsız Ülkeler Topluluğuna aynı mantıkla yaklaşılmıştır. Rusya’da barındırılmamam için başta mavi akım projesi olmak üzere geniş ekonomik çıkarlar sunulmuştur. Laiklikten vazgeçme pahasına PKK aleyhinde sonuç almak için, İran ve Suudi Arabistan politikaları cumhuriyetin temel bakış açısından koparılmıştır. Türk İslam sentezi adı altında anti-bilimsel bir paradigmaya kayılmıştır. Bu havuç politikalarının yetmediği yerlere ise, son haddine kadar tehdit politikaları devreye sokulmuştur. Suriye, Yunanistan ve bulunduğum zaman İtalya’ya karşı da izlenen yol bu olmuştur.
Bu politikaların sonucu tam bir “Prus zaferi” olmuştur. Taviz vere vere Türkiye tarihinin en derin krizine itilmiştir. İki yüz elli milyar dolar borca boğulmuştur. AB’ye girebileceği halde dışında tutulmuştur. Kuşkulu bakış tüm Arap ülkelerinde derinleştirilmiştir. Son Irak tezkere meselesiyle aynı kuşkulu bakışa İsrail ve ABD’de dâhil olmuştur. Türkiye ile dünya ilişkileri diplerde seyretmiştir. İran, kazanılmak şurada kalsın Suriye ile birlikte “Ya biz ya ABD-İsrail” ikilemiyle en kritik ilişki noktaları haline getirilmiştir. Bu biçimde kendini zayıflatan Türkiye Cumhuriyeti içte temel ideolojik yörüngesinden uzaklaşmış, dışta ise baş tehlike saydığı Kürt sorunu, kendi eliyle en sakıncalı pozisyona itilmiştir.
Bu gerçeklik içinde Türkiye’nin konumunu en yakından takip eden ABD’nin, Yunanlılar eliyle bana karşı geliştirdiği komplo ne anlama gelmektedir? Açık ki fazlaca zayıflatılmış bir Türkiye’nin, “Benim” karşılığımda kendisine teslim olacak kadar bağlanacağına inanmıştır. İster ölümümün, ister dirimin Türkiye’nin elinde bir bomba olarak duracağımı çok iyi bilen ABD, Yunan hatta İsrail üçlüsü böylelikle Türkiye’ye ilişkin taleplerini rahatlıkla karşılayacaklarına emin olmuşlardır. Ne de olsa “en tehlikeli düşmanlarını” eline vermişlerdi. Kıbrıs, Ege meseleleri daha rahat ele alınacak, İsrail çizgisi en güvenilir dostlukla yürütülecek, ABD’nin en güvenilir müttefiki olarak talep edilen her yere koşturulacaktı.
Daha İtalya’dayken kendi kendime şöyle demiştim; Beni bu kadar güçten isteyeceklerine, en temel insan hakları karşılığında beni benden isteseler daha akıllıca olmaz mıydı? Aslında Özal, Erbakan ve Ordunun dolaylı mektuplaşmaları, doğrunun bu yoldan geçtiğini geç de olsa fark ettiklerini gösteriyordu. Ama yerleşik politikanın gücü yeterince cesaretli ve çözümleyici olmalarına el vermiyordu. Böylelikle çözümsüzlük çözüm oluyordu. Tıpkı basit bir örnek olarak Kıbrıs’ta da çözümsüzlüğün çözüm olarak görülmesi gibi. Sonuçta ise, ülkenin hayati çıkarlarının tıpkı AB ve Irak konusunda görüldüğü gibi tehlikeye düştüğüdür. Helen cumhuriyeti ile ilişki de bundan farklı değildir.
Sonuç olarak; Kürt olgusu kapsamında bana sendromatik yaklaşım tam saçmalama sınırlarına varmıştır. Elde edilen ise, istenilenin tersi olmuştur. İddia ediyorum, Irak’ta Kürt milliyetçiliğinin denetimine bırakılan Kürt sorunu, bundan sonra her an patlamaya hazır bir bomba halinde Türkiye’nin en zayıf yeri olarak karnının dibine yerleştirilmiştir. Tıpkı 1925’lerde dayatılan isyan süreci gibi bu süreç de Cumhuriyete seksen yıl kadar büyük kayıplara yol açtıracaktır. Aynı sağlıksız yaklaşım bir o kadar ve daha yıkıcı olarak kaybettirebilir. Deniz Gezmişler iliklerine kadar “Bağımsız ve özgür Türkiye” sevdalısıydılar. Kürtler de bu onurdan pay istiyorlardı. Bu şiarın Mustafa Kemal Atatürk’ün de karakter şiarı olduğu inkâr edilemez. Doğru politikayı bu şiarda aramak gerekir. Atatürk, Helen Cumhuriyetinin ünlü devlet adamı Venezelos’la bu şiar altında dostluk kurmuş, sorunları çözmeye çalışmıştır. Kürtlere de yaklaşımının özü buydu. Ama 1925 isyanıyla İngilizlerin Musul-Kerkük’e dayalı komploculuğu bu politikayı boşa çıkarınca, her iki taraf sadece kaybetti. Sonuçlar hep “Pirus zaferiydi.” Eğer tarihten ders almak yaşamın başarısının vazgeçilmez esası ise, bu Pirus zaferleri için asla savaşılmamalı ve bu tür savaşlara yol açacak komploculuğa fırsat verilmemelidir. Bu tür komplolara açık yaklaşımlara da bir daha düşmemeli ve fırsat vermemeliyiz.
c- Komplo ve ihanetin geliştirilmesinde zayıf dostluk ve yoldaşlık ilişkileri de oldukça etkili olmuştur. Daha çocukluktan beri güçlü arkadaş bulamama korkusu, bu süreçte adeta yalnız başıma ve çaresiz bırakılmamla kanıtlanmıştır. Sağlam dostluklar ve yoldaşlıklar için olağanüstü çabalar harcanmasına rağmen anamın çocukken öngördüğü kehanet gerçekleşmeye yüz tutuyordu. Halen hatırlıyorum, benim arkadaş ve dost canlılığımı görünce “Ahmak, bırak bunları. Çıkarları için seninledirler, senin istediğin gibi çalışmaz ve seninle olmazlar. Boşa çıkar yalnız kalırsın” derdi. Demek ki, hayat tecrübesi çocuk hayallerinden daha gerçekçiymiş. Tabii ben hala toplumsal yaşamı; soylu dost ve arkadaşlıklar olmadan anlamlı ve yaşanmaya değer olmayacağına dair inancımı koruyorum.
Doğu kültüründe daha kalıcı izleri kalmış olmasına rağmen Batı kültüründe dost ve arkadaşlıkların gelişeceğini fazla gözüm kesmiyordu. Bazı Helenli ve Avrupalı ziyaretçiler geldiklerinde Doğulu zihniyetle karşılıyordum. Kendimle çelişemezdim. Arkasında ne kadar derin bir bireycilik, dar menfaatçilik olsa da bunları hakiki dostlar gibi karşılamak durumundaydım. Benim için bu bir karakter meselesidir. Bilinç meselesi değildir. Bir çocuk, yoldan saptıran bir kadın da olsa dostluk için gelmişse bakış açıma göre sonuna kadar inanacaktım. Bu yaklaşımın; 20. yy. politikacılığı içinde felaketlere açık olduğu başından bellidir. Fakat bu konu basit bir bilme, inanma meselesinin de ötesinde iki farklı ve köklü zihniyetin varlığıyla bağlantılıdır. Temelinde; sınıflı hiyerarşik toplum uygarlığının rol verdiği “politika için her araç mubahtır” anlayışıyla “kamusal politik alan en yücelikli değerler meydanıdır, dolayısıyla en erdemli yaklaşımları gerektirir” zihniyetini esas alan komünal toplum anlayışı yatar. Politikacılığım, eğer tutarlı yürütülmek isteniyorsa tarzını da ilkesine göre oluşturacaktı. Dıştan yaklaşanlar istediği kadar görevleri, çıkarları, hevesleri gereği beni basit amaçları için kullanmak istesinler, ben toplum için bellediğim esas zihniyet yapımla çelişmeyecektim. Şüphesiz bu karakterim büyük gelişmelere de yol açmıştır. Benden bin kat daha güçlü binlerce yoldaşın etrafımda buluşmasının temel nedeni olmuştur. Bir Kemal Pir, Haki Karer gibi Kürtlükle hiç alakalı olmayan sadece arkadaşlığımın olağanüstü etkileyiciliğiyle hareketimizin en soylu, sadık, kararlı yol arkadaşları olmaları da özünde bu ilkenin bir sonucudur. Yine olağanüstü kadın kahramanları, bağlılıkları kaynağını bu ilkede bulur. Ama yine de; gerek bilinçli gerek kendiliğinden içten ve dıştan türeyen binlerce çıkarcının beni ve binlerce en değerli dost ve yoldaşları adeta kandırarak en trajik sonuçlarla karşı karşıya getirmeleri ve hak etmedikleri kayıplara uğratılmaları da bu ilkeden yararlanan söz konusu çevrelerin eseri olmuştur. Bu ilkesel savaş açık ki, 20. yüzyılın zihniyet yapısına karşı -istisnaları olmasına rağmen- sürdürülmek durumundadır. Bu ilkeden vazgeçmemek kadar duyarlı olmak da bir o kadar önemlidir. Aksi halde reel sosyalizm de dâhil birçok iyi niyetli kişi, hareket ve toplumsal düzenin başına gelen akıbeti paylaşmaktan kurtulamayız.
Atina girişimim Yunanistan’daki dostlar ve temsilcimizin oluruyla bu zihniyet temelinde olmuştur. Belki onlar da ilişkide bulundukları devlet başta olmak üzere, kurum ve kişileri fazla tanımıyorlardı. İlişki anlayışları basit bir memur ilişkisinden öteye gitmediği için, her tür kandırılmaya müsait olması kaçınılmazdı. Kullanıldıkları açıktır. Birçok alandaki ilişki gerçeğinin de bu kapsamın dışına taşabilecek güçte olmadığı bir gerçektir. Özcesi, ayak basılan zemin her türlü kandırılmaya elverişlidir. Kayıp kaymamak o anın koşullarına bağlı bir şanstır. Unutmamak gerekir ki hayatın henüz aşılamayan bir gerçeği de bu yönlü akmasından ibarettir.
Savcılık iddianamesinde sanki Yunan devletinin istemediği, hatta engelleme çabalarına rağmen girişimimin gerçekleştirildiğine vurgu yapılarak böyle olduğuna özel önem verilmektedir. Temsilcimiz, dostlarımız ve ben bu nedenle suçlanmaktayız. Hukukla ilgili yanı bir tarafa bırakalım. Burada esas kullanılan bizlerin dürüstlüğüdür. Baştan itibaren içinde ihaneti gizleyen, ayaklarımızı kaydırıp kendi amaçları için mükemmel bir politik malzeme olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Tarih araştırmacıları, ileride bu tezgâhın nasıl kurulduğunu bütün boyutlarıyla açığa çıkaracaktır. Dürüstlüğümüz, dostluk ve yoldaşlık anlayışımız; ABD ve Yunan devletinin en sorumlu yöneticileri tarafından “politikanın kerizleri” olduğumuz biçiminde değerlendirilerek kullanılmıştır. Alet olanlar ve sıradan uygulayıcıların çoğunun komplodan haberleri olmayabilir. Belki de çok az kişinin, ihanet yapıldığından haberleri vardır. Açığa çıkarılması gereken en önemli bir husus, gerçek ve bilinçli hainlerdir. Özellikle dostluğu kullanarak komplonun bu biçimde gelişmesinde temel rol oynayan Binbaşı (NATO’da özel görevli, Yunan milli istihbaratına atanmış) Savas Kalenderis’in tavrı çok iyi bilinmek durumundadır. Benimle ilk ilişki arayışından Kenyalı hainlere teslim edişine kadar en tehlikeli rolü oynayan kişidir.
Ben bu konumumu biraz da tarihsel örneklerle kıyaslama gereği duydum. İsa’da, Yahuda İskaryot, Sezar komplosunda Brutus gibi. Eğer onun tavrı olmasaydı bu komplo bu biçimde asla gerçekleşmezdi. Kenya ya yollanışımda (savcı kovulma diyor) aynen şunları söyledi; “Yunan devletinin onur sözünü size bildiriyorum, orada Helenler var, güvenlik için en uygun yerdir, “on beş gün içinde de bir Güney Afrika cumhuriyeti pasaportu hazırlanıp verilecektir” Kenyalı haine teslim edildiğimde ise “dış işleri bakanı Pangalos’dan özel talimat geldi. “Hollanda’ya uçuyorsunuz” buradaki ihanetin temel özelliği dostluğun kullanılmasıdır. İnsan soyu içinde en gaddar düşmanlık türü budur. Düşmanını kurşuna dizebilir, aslana parçalatabilir, idam edebilir, asabilir, savaş taktiklerine göre öldürebilirsin. Ama bir halkın kendisi için umut ve önder bellediği bir kişiyi, akla gelmesi bile insanı dondurabilecek böylesine bir tutumla tasfiyenin her türüne açık bir biçimde postalayamazsın. Bir devlet adına böyle bir suçun işlendiğine dair sanırım ikinci bir örnek gösterilemez. ABD, kendi adına karar verebilir. Ama kendi devletine dostları vasıtasıyla iyi niyetlice gelmiş birisini asla böyle muameleye tabi tutmaz. Nitekim Rusya, İtalya, Suriye dâhil hiçbir devlet bu tarzı aklına bile getirmemiştir. Peki, kendilerini, Helen cumhuriyeti adına hareket etmekle görevli sayan biri nasıl bu rolü oynadı? Bu nasıl akıl ve yürektir? Helenizm olgusunu, onun devletleşme gerçeğini bu soruya yanıt vermek için tanımlamaya çalıştım. Hatta kapitalist Avrupa uygarlığına nasıl sızdığını da bu soruyla bağlantılı ele aldım. Bu zihniyete yol veren bir kültür çözümlenmeyi gerektirir. Doğu kültüründe, bu tür olguya yer yoktur. Başka tür kalleşlikleri ne kadar yaygın olursa olsun, Ortadoğu da düşmanın çadırına bile dostlukla girene el kaldırılmaz. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun, misafir teslim edilmez. Tabi politik anlaşmalardan bahsetmiyorum. Eğer Helen cumhuriyeti adına bana denilse “seni belli bir anlaşma karşılığında ABD veya Türkiye’ye teslim edeceğiz, yasalarımız, çıkarlarımız bunu gerektiriyor." Bunu yine sorun yapmazdım, politikanın gereğidir derdim. Dostluk adına yalanla sonuç almanın insanlık olgusunda çok ender rastlanan bir olay olduğu kanısındayım. Kalenderis ayrıca fanatiklik derecesinde hayranım geçinirdi.
Dostluk açısından çıkarmam gereken sonuç, bu kavramı derinliğine ele almaktır. Yüzeysel, rasgele ne dostlukların kurulması, geliştirilmesi, ne de kullanılması doğrudur. Dostluk, yoldaşlıktan önce gelir. Belki de bu yönüyle yoldaşlıktan da önemlidir. Dost seçip toplum ilişkilerinde değerlendirmek, bütün tarihsel-toplumsal boyutları içinde ele alınmayı gerektirir. Savunmalarıma damgasını vuran “toplumu tanımla” çabamın altında da bu gerçeklik yatar. Dostluğa, arkadaşlığa çok yatkınlığım bilinir. Hatta tarihin ünlü destanlarında işlenen bir Gılgamış için Enkidu, Akhilleus için Patroklos neyse, o tür dost arkadaşlar aradığım bilinir. Bir Kemal Pir arkadaşlığı bu örneklerden her halde geride değildir. Felsefi yoğunluğumu derinleştirdikten sonra şunu, daha iyi fark ettim. Her şey zıddını doğurur, besler. Bilim, artık madde-karşı maddeden bahsediyor. Elektronun zıddı, pozitron oluyor. Dostluk gücümün niteliği çapında, zıddının baş göstermesi olasıdır. Felsefeyi yaratan Helenizm’in zihniyet yapısında bu olguları yakalamak mümkündür. Fakat zıtlıklar olgusunda bu kadar kurnazlaşmak, bir kültürü fazla iflah etmez. Tarihte büyük Helenizm’in trajik çöküşünün ve küçücük bir yarım adaya sığınışının altında, bu gerçekliğin yadsınamaz ve önemli bir payı olsa gerek. Türklerin şöyle bir atasözü vardır; “Yunandan dost, domuzdan post olmaz”. Önemli gerçeklik payı var. Ama tüm Helenizm gerçeğine ve halklarına mal etmemek gerektiğine dair, inancımı da korurum. Tersine Kürtlerin saflığına ilişkinde, çok şey söylenir. Belki bu yüzden, devletsiz kalmışlardır. Açık belirtmeliyim ki; dostluğu bu denli kullanan bir kültüre, uygarlığa, devlete sahip olmaktansa, devletsiz, ilkel komünal toplumun saf ve basit ruhu içinde kalarak, toplumsal özgürleşmeyi bin defa daha tercih ederim. Böylesi bir halktan olmayı da onur sayarım.
HALKLAR ÖNDERİ
YORUM GÖNDER