DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK (7. BÖLÜM)
Devrimci Kültür ve Ahlak Kapitalizmi Aşmakla Yükümlüdür; Bu biçimde tartışmamızın ikinci bölümüne de geçmiş oluyoruz. Daha güncel daha fazla gerçekliğimizi, amacımızı ifade eden, öz olarak bizim kadro ve militan duruşumuzu ve PKK gerçekliğini ifade eden somut tartışmalar temelinde tartışmaya çalışacağız. Güncel gerçekliği ve kendi durumumuzu tartışırken de genel tanımlamalarımıza bağlı kalacağız. Böylece bu tanımlamalar daha somutlaşmış olacaktır. Bir devrimci kültür ve ahlak olgusundan bahsetmemiz için, öncelikle neye karşı devrimcilik olgusu ön plana çıkar. Bir devrimci kültür yaratmaktan bahsediyorsak, hangi kültüre karşı devrimcilik sorunu ile karşı karşıya geliriz. Ahlak olgusundan da bahsederken, yine benzer bir soruyla karşılaşırız. Dolayısıyla devrimci kültür ve ahlak olgusunu tartışırken ya da bu olguları tanımlarken, öncelikle neye karşı olduğumuzu bilmemiz gerekir. Kültür ve ahlakta neler devrimcileştiriyor ya da neleri aşmaya çalışıyoruz? Bunlar bizim açımızdan önemlidir. Çünkü kültür derken, bunun çok geniş bir alan olduğu ortaya çıktı. Ahlak derken toplumun vicdanından bahsediyoruz. Kuşkusuz her şeye rağmen insanda bir vicdan vardır. Dolayısıyla hangi vicdanı aşmaya çalıştığımızı, hangi ahlaki değerleri kabul etmediğimizi net bir biçimde ortaya koyup tanımlamamız gerekir. Şimdi biz Önderlik paradigmasından şunu anladık: Komünal toplumdan sonra yaşanan toplumsal süreç, kültürünü son beş bin yıldır devlet zihniyetiyle yapmaktadır. İnsanların mantıkları böyle çalışıyor. Zihinleri tüm ihtiyaçları bu temelde aşmaya dönük bir etkinlik içerisine girmeye başlıyor. Bunun nedenlerinin bir bölümü Felsefi dille bir kısmı İdeoloji ve Politika konuları adı altında, bazı hususlar da Sosyal Bilimler başlığı altında tartışıla bilir. Biz burada işin kültür ve ahlak konusuyla direkt alakalı olan kısımlarını tartışabiliriz. Önderlik paradigmasında tüm sorunlar, temeline insan konularak değerlendirilir. Dolayısıyla bizde artık sorunu salt sınıf boyutuyla ele almak yerine, insanlaşmayı sağlayan toplumsal duruş hangisi ise onu esas alarak ele almak temel bir ilkedir. İnsanlık hangi aşamadan sonra ciddi toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalmaya başlamıştır, bu sorunlar neden çözümsüz kalmaktadır? Bu sorunlar neden bir türlü aşılamıyor? Benzer sorular yönelterek cevaplar aramaya çalışıyoruz. Bu anlamda bütün toplumsal, kültürel değişim ve dönüşüm aşamalarını iki temelde ele alıyoruz: Birincisi, insanı var eden komünal toplum dönemi; ikincisi de sorunların kaynağı olan devletçi ve iktidarcı toplum. İdeolojik ilkelerimiz açısından sorun, sınıfların durum tespiti değil, sorunun toplumun devlet ve iktidar ekseninde saptırılmasından doğan ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sınıfsal duruştan kaynaklandığını bilmektir. Dolayısıyla kültür ve yaratım sorunu derken de, ahlak ve vicdan sorunu derken de böyle bir ayrışmaya giderek sorunları tespit etmeye çalışıyoruz. Bizim açımızdan devrimci kültür ve ahlak, devletçi kültür ve ahlakı aşarken bunun yerine koymamız gereken demokratik komünal kültür ve toplumdan kaynağını alan ahlaktır. Dolayısıyla devrimci kültür ve ahlak, devletçi toplumun neden olduğu iktidar, hâkimiyet, kölelik zihniyet kalıplarını ve bencillikten güç alan vicdansızlığın ahlak yoksunluğunu aşma mücadelesidir. Devletçi toplum beş bin yıllık tarihsel bir süreçtir. Devletçi toplum da kendi içerisinde değişik aşamalardan geçerek günümüze kadar gelmiştir. Onun da dili, rengi ve biçimi değişmiştir. Günümüzde yaşanan sorunları gidermek için köleci toplumdaki ilişkileri topluma göstermemiz, yine feodal toplumun mantığını aşmaya dönük bir çabaya girmemiz kuşkusuz anlamlıdır. Ancak bu yaklaşım tek başına sorunları çözmeye yetmez. Sorunların çözüm mantığı açısından günümüz realitesi önemli olduğundan, devrimci kültür ve ahlak mücadelesi de günümüzde yaşanan gerçekliği aşmak zorundadır. Toplumsal karakterli yeni bir yaratım, üretim ve yaşam yaratabilmenin önündeki engelin devletçi sistem olduğu Önderlik Savunmalarında çok çarpıcı biçimde ortaya konulmuştur. Devletçi sistemin bugünkü temsili ise kapitalizmdir. Dolayısıyla devrimci kültür ve ahlak somut bir biçimde kapitalizmi ve onun modern yaşam tarzını aşmakla yükümlüdür. Devrimcilik iddiasında bulunan kültür ve ahlak doğrudan kapitalizmi hedeflerse ancak bir anlam ifade eder. Bu kültür ve ahlak kapitalizmin alternatifini yaratabilirse kazanacaktır. Bu böyle olmazsa, çokça tanrı, tanrıça, komünalite, demokrasi tartışması yapmak, özgürlük ve adalet istemek güzel sözler söylemenin ötesine geçmez. Neden? Çünkü kültür yaratılır, kültür insanın ürünüdür. Günümüzde bu nasıl somutlaşacaktır? Devrimcilik sapmanın son temsilcisi olan sistemi aşarsa, onu yenilgiye uğratır ve alternatifini yaratırsa kültürleşebilecektir. Yani biz günümüzde köleciliği aşarak yeni bir kültür ve ahlak yaratamayız. Çünkü günümüzdeki köleciliğin adı kapitalizmdir, kölecilik kapitalist sistemin kendisidir. Durum böyleyse, o zaman bizim kapitalist kültürü, varsa kapitalist ahlakı tartışmamız, alternatif olacak değerler sistemini nasıl yaratacağımızı bilince çıkarmamız gerekecektir. Bu köleciliğin üretimine, sanatına, davranışına alternatiflerimiz olmalıdır. Bunları yaratmalıyız. Onun diline alternatif bir dil, onun beğeni ölçülerine alternatif beğeni ölçüleri yaratmak son derece önemli bir mücadeledir. Onun şehirleşmesine alternatif şehirleşmeler, paylaşımına alternatif paylaşımlar geliştirmek gerekiyor. Yani her konuda, oturup kalkıştan tutalım da örgütlülüğe, sanatsal, siyasal ve askeri çalışma kapsamına girebilecek en üst insan eylemlerine kadar alternatiflerimiz olmak zorundadır. Bunun sonucunda yaratılacak kültür devrimci olur. Böyle olmazsa yapacağımız tartışmalar entelektüel düzeyi aşmaz. Bir filozof tartışması olur, bir aydınlar kulübü tartışması gibi olur. Devrimci sorunlara böyle yaklaşamaz. Devrimcilik sorunları görmek, eyleme geçmek, değişim ve dönüşüm sağlayarak kültürleştirmeyi başarmaktır. Kapitalizmin temsil ettiği bütün yaratımları hedeflemek devrimci kültürü ve ahlakı ifade eder. Günümüzde sorunların kaynağına dönüşmüş olan kapitalist sistemin kültür olarak insanlara verdiği, bütün insanlara bir şekilde yansıttığı, insanları üretime sevk ettiği ve yönlendirdiği yöntemler neyse, onları bilince çıkartmamız gerekir ki alternatif toplumu yaratabilelim. Kapitalizm için belirtilecek ilk şeylerden bir tanesi, kültür ve ahlakın toplumsallığın bir ifadesi olması, kapitalizmde de toplumsallık denilen olgunun kabul edilmiyor olması tespitidir. Önderlik bunu Bir Halkı Savunmak adlı eserinde çok güçlü çözümlüyor. Kölecilikte ve feodalizmde toplum bir şekilde işletiliyor ve kullanılıyor. Bu yaklaşım değerleri bir şekilde egemenlerin hizmetine sunuyor. Kapitalizmde temel mantık toplumu parçalama temelinde geliştiği için, devrimci kültür ve ahlakımız kesinlikle toplumsallığımızı esas almalıdır. Biz toplumdan kopmanın mümkün olmadığına inanıyoruz. Toplumdan koparak ya da toplumuna karşı sorumluluk duymadan yaşanabileceğine inandırılmış insanların bireyci bir yaşam içerisinde olduklarını bilerek mücadele etmek ilke olarak benimsenmelidir. Günümüzde sistemsel olarak Avrupa ve Amerika’nın belli yerleri zigguratlar konumundadır. Bütün zenginlikleri oralara götürmüşlerdir. Buralardan tüm insanlığa kölelik üreterek sistemlerini idare etmeye çalışıyorlar. Kendi içlerine herkesi almadıkları gibi, dışarıda kalanları da kendilerine uymazlarsa ezmek istiyorlar. Sitemin merkezleri ile çevre, onların deyimiyle ikinci ve üçüncü dünya ile aralarında ortaya çıkan çelişkilerin derinleşmesi ciddi sorunlara yol açtığından, insanlığın her şeyine müdahale etmeye başlamışlardır. Ne demektir bu? Bu, bütün insanların kafasına o sistemi kabul edebilecekleri, mevcut dengesizliğe rağmen hiçbir tepkiyle karşılamayacakları bir ortam yaratmaktır. Bu aşama insanın tüm kültürel değerlerine müdahale etme aşamasıdır. Onun için küreselleşme aşaması, kapitalizmi bütün toplumlara aşılama aşamasıdır. Bu kültüre en yabancı, sistemle çelişkileri en derin olan yer, sistem açısından en tehlikeli yerdir. Bunun içindir ki, 21. yüzyıl işgalciliğine, yani küresel hegemonya savaşlarına Ortadoğu’dan başladılar. Kültürel işgalcilik de Ortadoğu’dan başlatıldı. Sistem kendisini 20. yüzyılda biçimlendirdiğinde de Ortadoğu’dan işe başlamıştı. Bu coğrafyada sorunlar yumağına yol açan yine kapitalizmin kendisidir. Kapitalist sistem dinciliği geri olarak görüyor. Buna karşılık Ortadoğu’da şeriat devletlerini kuruyor. Kapitalizm ulusallığı geliştirmekle övünür, ancak Ortadoğu’da aşiret devletlerini kurdurdu ve bu devletleri korumaya aldı. Ulusal sınırların korunması adına milyonlarca insan katletti; buna karşılık Kürtleri dört, Arapları yirmi üç parçaya böldü. Dil ve kültürlerin ulusal yanını milliyetçilik biçiminde geliştirdi; fakat Kürtlerin dilini ve kültürünü halen de kabul etmemektedir. Yine birçok halkın dilini ve kültürünü ortadan kaldırdı. Yani kim hâkim ve güçlü ise, tüm bu olgular onlar için doğru oldular. Demokrasi dediler; Türkiye, İran, Mısır gibi ülkelerde askeri darbeler yaptırdılar. Bu, kapitalist kültürün toplumlara dayatılmasıdır. Aynı şeyi günümüzde de görüyoruz. Onun için günümüzdeki kapitalist krizi aşabilmek, onu karşılayacak dinamiklerin devreye sokulmasıyla mümkün olacaktır. Sadece savaşla ya da iyi bir diplomasi ile buna karşı savaşılmaz. Toplumsal gelişme düzeyi bunu aşmıştır. Günümüzde mevcut krizin aşılmasında devrimci kültür ve ahlakın rolü daha fazla ön plana çıkıyor. Dolayısıyla bizim yaşamın her alanında, yani kültür derken kastettiğimiz yaratımlar nerede ortaya çıkıyorsa orada bir zihniyet ve vicdan devrimini önce kendimizde gerçekleştirmemiz gerekiyor ki, bu saldırlar karşısında bir duruş ortaya çıkabilelim. Çünkü kapitalizm olgusunu karşısına almayan ve ona alternatif yaratmayan bir kültür ve ahlak olgusunun hiçbir anlamı olamaz. Popüler Kültür Halkın Kültürel Değerlerini Pazarda Satmaktır; Kapitalist kültür insanın insan olmaktan çıkarılması kültürüdür dersek abartmış olmayız. Bu sistemde insan, oburca yiyen ve tüketen bir canlı derekesine indirgenmiştir. Bunun için tüketim kültürü kapitalizmde güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kim çok tüketirse en büyük en güçlü insan o oluyormuş gibi hâkim bir kanı vardır. Her hafta yeni bir giysi, birkaç ayda bir araç değişimi, moda ve reklamlarla her gün yenilik adı altında makyajlanıp insanlığa sunulan mallar vs. bu tüketim kültürünün bir sonucu olarak normalleştirilmiştir. Bu tüketimin derinleşmesi için de boynuna bilimsel yafta asılmıştır. İnsanların sözüm ona psikolojik ve sosyal boyutları çözümlenerek, insanlığın neye ne kadar ihtiyacı olduğu söylenip durulur. Değişik boyutlarıyla da değerlendirilebilecek bu saldırı, artık dünyada yaşam alanlarını daraltarak ekolojik sorunlara neden olmuştur. Ekolojik sorunun temelinde ahlaksızlığın yol açtığı çılgın bir tüketim kültürünün yattığını unutmayalım. Tüketim kültürü sadece maddi değerleri değil, manevi değerleri de pazarlığa çıkarmıştır. Liberalizmle herkesi sözde özgür kılmış, modernizmle yeni bir yaşam yaratmıştır; postmodernizmle de bu yaşam içinde oluşmuş kimi sorunları bireyciliği derinleştirerek aşacağını ve böylece iyi bir dünya kuracağını sanmaktadır. İnsanı toplumsal yaşamdan kopartmak ve kendi başına bırakarak daha rahat yönetilir duruma getirmek, sorunlar karşısında tepkilerini bireycilikle sınırlamak, şimdilerde en fazla üzerinde durulan konudur. “Kim ne yaparsa yapsın serbesttir” denilerek, özgürlük illüzyonu yaratılmaktadır. Her şeyin kaos halinde olduğu bir dönemde esas olarak insanlar ortak duygu ve düşüncelerde birleşip bu kaosu aşamasınlar diye “Herkes bir şeyi istediği gibi anlama özgürlüğüne sahiptir” denilmektedir. Bu postmodern rezalet, örgütlü devlet gücü karşısında insanın örgütsüz kalması için ne gerekiyorsa onu yapmaktadır. Başlangıçta her şeye saldıran, tüketimin sınırlarını belirleyen, canı nasıl isterse her şeye öyle davranma hakkına sahip olan sadece sistem sahipleri olarak egemen sınıftır. Postmodern yaklaşım bu hakkı herkese vererek herkesin irade sahibi, karar alma hakkına sahip ve özgür olduğunu yaymaktadır. Oysa bu yaklaşımda amaç herkesi her alanda kapitalistleştirmektir. Herkesin zenginlik ve maddi olanaklar itibariyle kapitalistleşmesi mümkün olmadığı için de herkesin tüketici olmasını kamçılayarak sisteme koşturmaktadır. Bunu bir de popüler kültürde izlemek mümkündür. Popüler kültür halkların kültürel değerlerini kapitalist piyasaya açmak, halkın değerlerini basitleştirerek tüketim nesneleri halinde günübirlik satışını sağlamaktır. Hakların maddi olarak kapitalist sisteme göre yoksul, manevi olarak zengin olması, daha fazla manevi değerlerinin pazarlanmasına yol açmıştır. Halkların inancı, sanat değerleri, kimliklerini oluşturan tüm gelenek ve görenekleri en çok satışa sunulan öğeler olmaktadır. Kapitalizm bu saldırılarını kültür değerlerinin içeriğini boşaltıp anlamsızlaştırarak yapmaktadır. Bu yöntem insanın kendi kendisiyle dalga geçmesine neden olmaktadır. Tümüyle maddi bir yaklaşım olan bu tarz, bir şeyin toplum için manevi olarak ne kadar değerli olduğu ile değil, ne kadar satıldığı ve ne kadar para getirdiği ile ölçülmektedir. Bir değerin insan yaşamı için doğruluğu, yararlılığı ve güzelliği ne kadar satıldığı kıstasıyla ele alınmaktadır. Bu kapitalist saldırı insanın ruhsal olarak kurumasına yol açmış, insanın ruhsal dünyasını çörek bir ülkeye çevirmiş, insanın her şeye maddi ve teknik tarzda bakmasıyla sonuçlanmıştır. “Teneke yürekli ve at gözlüklü” insan tipi haline gelme böyle gelişmiştir. Kapitalist sistemin yol açtığı buhranı hayatın her alanında izlemek mümkündür. Bu buhran bilimde, sanatta, siyasette ele alınabilir; insanların kendi aralarında kurdukları sosyal ilişkilerde ele alınıp değerlendirilebilir. Kadının yaşama katılma konusu kendi başına derin ve çok kapsamlı bir konudur. Kadın devletçi toplumla köleleştirildiği için, bir insan olarak kimliksiz bırakılmıştır. Kadının devletçi sistemle düşürülmesi kendisini güçsüz bıraktığından, egemenler nezdinde en kolay denetime alınan bir kesim olmasına yol açmıştır. Kapitalizmde kadın denetime alınan en kârlı pazar nesnesidir. Kadının bugün reklamların temel figürü olması, sistemin kadına ve onun şahsında insana bakışı ile doğrudan alakalıdır. Kadın meta satışını sağlayan aracı metaya dönüştürülmüştür. Kadına bundan daha kötü bir yaklaşım olamaz. Biz sisteme alternatif bir gücüz. Dolayısıyla bugünün sistemsel gerçeği karşısında PKK ve Kürtler olarak kendimizi değerlendirmemiz de gerekir. Bunların tartışılması önemlidir. Tartışma konusu sonuçta devrimci kültür ve ahlak olduğu için, kendi sorumluluğumuzu ele almak devrimciliğimizin bir gereğidir. Sistem toplumu ve doğayı bitirecek noktaya geldiği için, buna karşı mücadele edenlerin de çok büyük bir nefret ve öfke içinde olması ve mücadele ölçülerini yüksek tutması zafer için olması gereken bir duruştur. Kadrolar olarak kendimizi değerlendirdiğimizde, parti ve Önderlik çizgisini kendimiz için ölçü almak durumundayız. Önderlik ve PKK kültürleşmesi ve ahlakı karşısında bizim durumumuz nedir? Ne kadar ahlaklıyız? Ne kadar kültürlüyüz? Kürdistan ve bölgemizin kültürleşmesi açısından PKK neyi ifade ediyor? Nasıl ki devletçi sistemi demokratik komünal sistemle karşılaştırıyorsak, kendi duruşumuzu da parti gerçekliği karşısında değerlendirmeye tabi tutmamız gerekecektir. PKK’yi değerlendirmek için, PKK’nin ortaya çıkmasından önceki Kürdistan’ın durumunu iyi bilmemiz gerekir. Kürtler kültürel olarak nasıl bir halktır? Biz kültürü bir yaşam biçimi, bir kimlik olarak tanımladık. Şimdi bu genel tanımlama çerçevesinde Kürtlere nasıl bir yer verilebilir? Kuşkusuz bunun biraz değerlendirilmesi ve özellikle kapitalist süreçle birlikte Kürtlerin içerisine düşürüldüğü durumla karşılaştırılması gerekiyor. Bizim tarih ve Kürt gerçekliği konusunda görüşlerimiz Önderliğin geliştirmiş olduğu paradigma ile birlikte daha da netleşmiş durumdadır. Arkadaşlar hatırlarlar: ilk Manifestomuzda Kürt tarihi Med Konfederasyonu ile başlatılırdı. İşte M.Ö. 1000’li yıllarda Kafkasya üzerinden Kuzey Avrupa’dan Ortadoğu’ya göç etmiş, Med konfederasyonu ile devletleşmiş, sonraki süreçlerde Kürdistan’a yerleşmiş bir halk olarak ifadelendirilirdi. Özellikle Kürdistan’daki uyanışla birlikte, Kürt tarihi ve toplumsal gerçekliği üzerine yapılan araştırmalarla Kürtlerin yerleşik bir halk mı oldukları, yoksa başka bir yerden mi buralara göç ettikleri tartışması başlatılmıştı. 90’lara doğru gelindiğinde kabul gören görüş, Kürtlerin Ortadoğu’nun yerleşik halkı olduğu yönündeydi. Bunun üzerine araştırma yapılmıştı. Bizim kendi tarihimizi bilmeyişimizin nedeni, halkların tarihleri üzerine bilimsel araştırmaların yapılmamış olmasıydı. Kürt İlk’lerin Sahibidir; Bir toplumun tarihi araştırılırken, o toplumun dili, folklorik öğeleri, sanatı araştırılır. Arkeolojik ürünler güncel yaşam gerçekliği ile mukayese edilir, böyle bir araştırma ile tarih gün ışığına çıkarılmaya çalışılır. Bilimselliğin geliştiği süreç, Kürdistan’da toplumsal bitirilişin Kürtlere dayatıldığı bir süreç oluyor. Dışarıdan Kürdistan üzerine araştırma yapanlar, kapitalizmin Ortadoğu’yu bölüp parçalamasıyla birlikte Kürtlere biçilen misyona hizmet eden bakışı derinleştirdiler. Kürtlere bakış neredeyse tümüyle siyasi çıkarlara göre ayarlanmıştır. Bu halen de böyledir. Kırk milyonu aşan nüfusuna, Ortadoğu'nun ortasında yer almasına, devletleştirilmiş halkların birçoğundan dil ve kültür bakımından daha zengin olmasına rağmen, Kürtler 20. yüzyılda herhangi bir uluslararası sözleşmede yer almamıştır. Hatta birçok folklorik araştırmada Kürtler ele alınmaya değer bir halk ve kültür olarak görülmemiştir. Yapılan araştırmaların bazıları utangaççadır; bazıları Kürtlerin önemsiz, gereksiz bir halk olduğunu, bazıları da Kürtlerin nasıl Kürt olmadığını ispata dönüktür. Önemli tarih ve kültür araştırmalarının sonuçları da gizli kalmıştır. Baskı altında yaşayan bir halkın hele hele araştırma ve inceleme yapabilecek kurumlarından uzak olması, ulusal gerçekliğini anlamaya çalışan insanlarının olmaması, olanların da tehlikelerle karşı karşıya olması hazin sonuçlara yol açmıştır. Bu yaklaşımlardan ötürü daha sonra büyüyen kuşakların Kürtlükten haberdar olmaları tabii ki beklenemez. Bu durum toplumsal gerçekliğimiz açısından bir karmaşaya neden oldu. Dolayısıyla kültürel değerlerimiz önemli oranda asimile edildi. Kültürel değerlerin talanı konusunda Kürt müziği hep örnek gösterilir. Örneğin şu anda Türkiye’de Türk halk müziği ve Türk sanat müziği dedikleri müziğin yüzde yetmiş-sekseni Kürt halk müziğidir. Kürt makamları, melodileri, stranları Türkçeleştirilmiştir. Bazı değerlerimiz ‘kardeşlik’ adı altında Farslara yama edilir, bazıları ‘İslam kardeşliği’ adı altında Araplara yama edilir. Örneğin bir Selahattin Eyyubi vardır; PKK’nin çıkışına kadar Farslar bu Fars’tır, Araplar bu Arap’tır, Türkler de bu Türk’tür diyorlardı. Kürt dili, kültürü ve tarihi üzerinde baskı olacak, bazı şeyler bilinçli bir şekilde asimile edilecek, bazı değerleri diğer toplumlara mal edilecek, siyaseten nefes alamaz hale getirilecek ve bu giderek derinleştirilecekti. Devletler nezdinde de öyle bir aşamaya getirilecekti ki, kendileri açısından en tehlikeli şeyin Kürt olgusu olduğu bilinci yaratılacaktı. Böyle bir halk içerisinde toplumu, tarihi, folklorik öğeleri araştırmak tabii ki mümkün olmayacaktı. Yaşamayı bir yana bırakın, araştırma yapmak bile mümkün değildi. Bu tarihsel bilinç muğlâklığı, kültürel olarak asimilasyonu yarattı. Sistemin çıkarları gereği Kürtler Ortadoğu’da olmamalıydı. Sistem “Ancak Fars, Arap ve Türk egemenlerinin emperyalizme bağlanması için kullanılabildiği ölçü Kürt varlığına onay verilir” yönünde bir karar almıştı. Önderlik buna ‘Kürt kapanı’ dedi. Hangi tarihten, hangi kültürden geldiğimiz noktasında çok fazla bilincimiz yoktu. Biz bunu Savunmalarla derinlikli biçimde anladık. Önderlik Savunmaları, özellikle AİHM Savunması tam bir tarih ve toplum çözümlemesidir. Biz bu Savunmadan Kürtlerin nasıl bir halk olduğunu, neyi ifade ettiğini daha iyi anladık. Bu bizde bazı sorunları çözdü. Biz tarihimizi anlatırken, halkımızı hep baskı altında kalmış, katliama uğramış, devletleşme aşamasında güçlü devletler kuramamış halk olarak değerlendirdik. Buna rağmen bir halk varlığını sürdürüyorsa, bunun bazı temel nedenlerinin olması gerekiyordu. Yani tüm bu baskı, katliam ve parçalanmalara rağmen, nasıl oluyor da Kürtler uluslaştırılmaları için dayatmalarda bulunulan birçok halktan daha fazla ulusal birlik oluşturabilecek argümanlara sahip olmuşlardır? Bu sorunun cevabını bulduk. Önderliğin Savunmalarıyla birlikte Kürtlerin Ortadoğu’da komünal yaşamı kuran topluluklarının ardılları olduğunu öğrendik. Tarih ve toplum gerçekliği içerisinde önemli bir ilke olarak, bir sistem nerede öncesi olmayan bir ilki yaratmışsa, o toplumun kimliği onunla ifade edilir. O yaratımlar var olduğu sürece, onu yaratan halk bir şekilde varlığını devam ettirecektir. Toplumsal ve tarihsel gerçeklik içerisinde böyle bir ilke vardır. Artık biz biliyoruz ki, Kürtlerin tüm bu katliam, baskı, parçalanma ve asimile edilme çabalarına rağmen bir halk olarak varlıklarının devam etmesinin temel nedeni, toplumsal yaşamın ilk sistematik biçimini başlatan sürecin öncüsü olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu, Kürtler açısından önemli bir özgünlüktür. O zaman Kürt derken, yerleşik yaşamın ilk sistematik biçimi olan komünal biçimin kendisinden bahsetmiş oluyoruz. Yani o zaman Kürt muhtemelen ilk konuşandır, ilk tarla sürendir, ilk köyü kurandır, ilk inancı yaratandır. Kürt derken bunlardan bahsediyoruz. Bu tarihsel ve toplumsal gerçeklik kendisine yabancılaşmayı, Kürtlükten kaçışı yaşayan, asimile olan, yine Kürt’ün toplumsal gerçekliğini görmezden gelen bütün değerlendirmelerin boşa çıkarılması anlamına gelmektedir. Dikkat edin: Özellikle 1980’ler sonrası basılmış araştırma ve inceleme kitaplarının birçoğu bir şekilde gelip Kürdistan’a dayanıyor. Tabii bu olması gerekendir. Bizim böylesi bir toplumsal gerçekliğimiz vardır. Kürt kişiliği ve Kürt kültürü iyi incelenirse, yapısında komünal toplum değerlerinin çok çarpıcı bir şekilde yaşandığını görebiliriz. Duygularımızı, davranışlarımızı, dilimizi, yaşam içerisindeki ilişkilerimizi araştırmaya koyulursak, içinde Kürt diyebileceğimiz nüvelerin komünal toplum aşamasının özellikleri olduğunu görürüz. Kuşkusuz gücü oranında Kürtler köleci ve feodal süreçte yenilmemek için bu dönemde kendilerini uyarlamaya da çalışmışlardır. İslamiyet’in bir ideoloji olarak Kürtlerde yarattığı zihniyet çarpıklıkları olmuşsa da, Kürtler yine de kendi güçleri oranında kültürlerini bir şekilde korumaya çalışmışlardır. Êzidilik, Alevilik, yine tüm gericiliği yanında kimi aile içi yaşam kalıpları buna örnek olarak verilebilir. Tüm bunlar Kürtlerin dış saldırılara vermiş oldukları bir cevaptır. Kendi kültür ve toplumsal gerçekliğimizi öğrenebilmemiz için komünal toplum bilincimizi geliştirmeliyiz. Nasıl ki devlet toplumunu öğrenmek için feodal sistemi feodallerde, kapitalist sistemi kapitalistlerde çözümlüyorsak, Kürt toplumsal gerçekliği açısından da kadın gerçeği kültürümüzün anlaşılması için önemli olanaklar sunmaktadır. Onun için bizim toplumsal gerçekliğimiz içerisinde Kürt nedir sorusuna cevap bulmak, başlangıçta kadını anlamakla işe koyulmamızı gerektirir. Çünkü komünal toplumu oluşturan, onu başlatan kadındır. Kadın duruşundaki Kürtlük, Kürt toplumunun öz kültürel duruşunu ifade eder. Kültürümüz açısından diğer önemli bir özellik, Kürdistan coğrafyasının özgünlüğüdür. İlk yerleşik toplum Kürdistan coğrafyasını merkez alarak gelişmiştir. Bu dönem kültürü yarı yarıya coğrafya ile ilişki içinde şekillendiği için, kültürümüzde Kürdistan coğrafyasının değişime etkisi büyüktür. Bunun için Kürtler biraz da Kürdistan ile özdeştirler. Bir de ‘başka alanlardan buraya gelme’ şeklindeki yaklaşımların yanlışlığı da ortaya çıkınca, on beş bin yıldır bu topraklar üzerinde yaşadığımız, on beş bin yıldır bu toprakların havasını soluduğumuz, suyunu içtiğimiz, tarlasını sürdüğümüz, türküsünü söylediğimiz gerçeği ortaya çıkar. Yeryüzünde çok az kültür bu kadar uzun bir süre aynı topraklar üzerinde aralıksız yaşama şansına sahip olmuştur. Bu çok köklü bir kültür olmayı beraberinde getirir. Kürtler Kürdistan üzerinde dar alanlar arasında göçler yaşamıştır; bunun da nedeni Kürtlerin tarım ve hayvancılık ile uğraşmış olmalarıdır. Kürdistan coğrafyasının kimi özgünlükleri vardır. Toplumsallığın ilk dönemlerinde doğa ile toplumsal kuruluş arasındaki ilişkide doğa yaşamı belirleyecek derecede etkilidir. Doğa üzerindeki değişimlerin toplumu birebir etkilediği bu dönemde, her coğrafyada toplumsal yaşam kalıcılaşmaz. Uygun mevsimsel koşullar, uygun yağış, sıcaklık ve soğukluğun yaşamı olanaklı kılan derecede olması, zengin bitkiler ve dostluk kurulacak hayvanların çokluğu, doğal barınakların olması, tatlı suların olması vb. gibi coğrafi koşullar, denebilir ki yeryüzünde harikaya yakın bir şekilde Kürdistan’da vardılar. Artık bunu nasıl yorumlarsak yorumlayalım, böyle bir güzel vatan bu toprakların kimliğini oluşturur. Zaten Tevrat’ta cennet Kürdistan olarak açık bir şekilde tarif edilmiştir. Yerleşik yaşamın ilkin bu coğrafyada başlamasının nedeni bu özgün coğrafi durumdur. Kürtler toprağa, yaşadıkları coğrafyaya bağlılık noktasında bir özgünlüğü yaşıyorlar. Dolayısıyla Kürtlerin topraklarını sevmemeleri ve yurtlarını rahatlıkla terk etmeleri kendi özlerine terstir. Dağlı bir halk olarak da tanınıyoruz. Kürt birazda dağla özdeştir. Kürtlerde coğrafyasına anayurtlarına yabancılaşma daha çok da kapitalizmin baskısı sonucu oluşmuştur. 1950’lere kadar bile bazı aşiretler ve aileler sürgüne gönderildikleri halde kaçarak Kürdistan’a dönmüşlerdir. Bu konuda yaşanmış yüzlerce örnek vardır. İnsanların coğrafyayı en fazla işlettiği ekonomik biçimin tarım olması, tarımın ilk Kürdistan'da ortaya çıkması, Kürt karakterinin coğrafyadan çok güçlü biçimde etkilenmesine neden olmuştur. Yaşam davranışlarımızın birçoğu, kişilik özelliklerimiz, hatta ses düzenimiz üzerinde Kürdistan coğrafyasının ciddi bir etkisi söz konusudur. Örneğin Kürt müziğinin canlı, heyecanlı ve ritmik yapısı, zengin içeriği Kürdistan coğrafyasının bereketi ve değişen mevsimlerinin bir sonucudur. Toplumsal yaşamımızın dinamik ve zengin kültürünün etkisidir. Ağıtlarımız bu coğrafyada acılar yaşayan halkımızın duygu yüklü sözleridir. Aslında baskı ve zor olmasa, herkes doğduğu yerde yaşama imkânı bulabilir. Kürdistan coğrafyası böyle bir özelliğe de sahiptir. Kürdistan coğrafyasının yüksek dağ zirveleri dışında her yerinde dört mevsimde de yaşama olanağı vardır. Dağ zirvelerini de gerilla yaşama açmıştır. Bu kendisiyle beraber kültürel zenginliğe yol açmıştır. Dolayısıyla Kürdistan’ın her bölgesi neredeyse bir ülke kadar zengindir. Araştırma yapmadım, bunun için diğer halklara haksızlık da yapmış olabilirim; ama dünyaya baktığımızda, Kürtler kadar kültürel zenginliği olan başka bir halk göremeyiz. Dili, sanatı, lehçesi, govendleri, giysileri, yemekleri, destan ve masallarında, özcesi bütün alanlarda bunu görebiliriz. Örneğin dört temel lehçemiz vardır, ama bunların her biri bir dil kadar zengindir. Türkçe dili Kürtçeye zorla baskın hale getirilmek istenmesine rağmen Kürtçeyi tümüyle asimile edememekte, Türklere yetmemektedir. Bunu kendileri de belirtiyorlar. Türkler ‘güneş dil teorisi’ ile Türkçenin tüm dillerin anası olduğunu iddia etmelerine, yine çıkarmış oldukları kanunlarla dillerini koruma altına almalarına rağmen, Türkçenin üretimsizliğini giderememektedirler. Kürtçenin yasaklar ve asimilasyonlara rağmen taşıdığı zenginlik, Kürt toplumunun yaşam ve davranışlarının zenginliğini ifade eder. Kürt Kültürünün Saf Değerleri Kırsal Alanda Yaşanır; Kürdistan toplumsal gerçekliği içerisinde kimi değerlerimiz baskı altında gelişmiştir. Devletçi toplum sürecinde devletlerin savaş ve talan kültürü gibi uygulamaları, Kürtlerin içine kapanması kültürüne sebebiyet vermiştir. Kürtler kendilerini bu baskılar karşısında daha büyük yaratımlarla değil; daha çok içe kapanarak ve dağların doruklarına çekilerek korumaya almışlardır. Süreklileşen baskı, katliam ve talan, birçok halk gibi Kürtlere de özgür yaratım imkânı bırakmamıştır. Devletçi toplum ile başlayan süreç, Kürtlerin sürekli gelişen değil de donup kalan, daha çok Kürt’ün ilk halinde kalmasına neden olan bir süreci ifade etmektedir. Kuşkusuz dönem dönem çıkışlar olmuştur, bunu inkâr etmiyoruz, ama genel hatlarıyla çakılıp kalma belirleyicidir. Kültürel değerlerimiz içerisinde, komünal toplum döneminden kalan Kürt kültürel değerlerinin en rafine olanları vardır. Örneğin köy yaşamlarında bunu rahatlıkla görüyoruz. Bir de egemen toplumun dışarıdan Kürtlere dayatarak Kürtlerinmiş gibi Kürtlere kabul ettirdiği yabancı kültür vardır. Kürt kültürü içerisinde zorla egemenlik amaçlı sokulmuş ve Kürtlere ait olmayan kültür değerlerine mesafeli durmamızın temel nedeni, kültürlerdeki evrensel boyutun doğal tabi olma süreçleri yerine zorla geliştirilmek istenmiş olmasıdır. Kim gelmişse bunu zorla dayatmıştır. Dolayısıyla bizim kültürümüz içerisinde mevcut bütün dış etkenlerin önemli bir kısmı dayatmalarla Kürtlere verilenlerdir. Bu da Kürtleri biçimsizleştirmiş, tanınmaz hale getirmiştir. Çünkü dışarıdan gelen uyarlanmamış, buna zaman bile tanınmamış, zorla Kürtlere giydirilmiştir. Bu konuda İslam halifesi Ömer Bin Hattab’ın Kürdistan seferi ve uygulamaları çok çarpıcıdır. Bu yüzden toplumsal gerçekliğimizle yaşamımız arasında büyük bir çelişki vardır. Örneğin kültürümüz kadını tanrıçalaştıran bir kültürdür, kadın tarafından yaratılan bir kültürdür, yine kadının manevi değerleri etrafında büyütülmüştür. Buna rağmen neredeyse dünyanın en çok kadın katliamının olduğu bir gerçekliğe dönüşmüştür. Böyle bir çelişki vardır. Yine Kürt toprağa bağlıdır, karakterini bu topraktan almıştır. Buna rağmen en fazla vatanına ihanet edenler bu topraklardan çıkıyor. Bu yozlaşmanın nedeni dış baskıdır, asimilasyondur. Bu düşman uygulamasında çıkarı olan Kürt işbirlikçilerinin ihanetidir. Kadını katleden kültür devlet kültürüdür, köle kültürüdür, insansız bir insan tipi ortaya çıkaran kapitalist kültürdür. Dış egemenlik süreklileşince, Kürdistan toplumunda bu her dönemin egemenlerine ayak uyduracak bir işbirlikçi Kürt egemen sınıfını ortaya çıkarmıştır. Kürt kültürünün komünal özünün güçlü olmasının yanında, Kürdistan coğrafyasının sık sık işgallere uğraması, Kürdistan’da devletleşmenin gelişmesine izin vermemiştir. Devlet için merkezi yapılar gerekir. Merkez şehirler, ordular, ekonomi ve ticaret merkezleri, dini merkezler gerekir. Bu tür yapılar gelişigüzel yerlerde kurulmazlar. Bu tür oluşumların örgütlendiği yerler ağırlıkta ovalık alanlardır, bunların diğer kültür merkezlerine yakın olması bir zorunluluk gibidir. Kürdistan’da böylesi merkezler her zaman işgalci güçlerin uğrak yerleri olmuş, işgalleri altında bulunmuştur. Bunun için Kürdistan kültürü ova ve dağ, şehir ve kırsal arasında ciddi farklar taşımaktadır. Kürt kültürünün saf ve sade olan değerleri kırsal alanda yaşanır. Şehirler Kürtlerin asimile edilip kendilerine yabancılaştırıldığı mekânlardır. Kürt orijinli şehre pek rastlanmaz. Dış saldırılar karşısında topluma kendi dönemlerinde esas olan yöntemlerle öncülük edebilecek yerli egemen bir sınıfın olmaması, Kürt toplumunun aşiretler biçiminde dağlarda kendilerini savunmaya almasına yol açmıştır. Bunun için Kürt dağlıdır, karakteri serttir. Kültürü de direniş içinde şekillendiğinden özgün yanları belirgindir. Dış egemenlik ve yerel işbirlikçiliğin dayatmaları halk kültürümüzde kendi özüne ters ihanetçi bir kültür yarattığı gibi, bunun karşısında ezilen veya devletlere bulaşmamış halk kesimleri nezdinde de direniş kültürünü yaratmıştır. Bu direnişçi gelenek Kürt kültürünün diğer önemli bir özelliğidir. Devletçi ideolojilerin egemenlik çabasını yoğun verdikleri dönemden sonra, Kürtlerin benimdir dediği kültür, direnişi ifade eden kültürdür. Bu direnişte Kürdistan dağlarının önemli bir payı olduğunu hemen belirtmek gerekir. Kürt toplumsal yapısı devletçi toplumun baskıları karşısında kendini koruma amaçlı sık sık yeni yaratımlar ortaya koyamamış, kendi toplumsal bünyesini zamanında yenileyememiş, fakat her şeyi göze alarak olduğu gibi kalmayı seçerek direnmiştir. Bu direnişin çok uzun sürelere yayılmasından ötürü, Kürt insanının karakterine işlenmiştir. Kürtlerdeki yiğitlik, cömertlik, aşiretçiliğin kökleşmesi, birbirini koruma vb. özellikler kaynağını bu direnişten almaktadır. Bir de devletçi toplum karşısında yenilenler vardır. Önderlik bunu Enkidu’dan başlatıyor. Bilindiği gibi ilk yazılı destan olan Gılgameş Destanında kadın ve şehrin çekici yaşamına aldanarak teslim olan dağlı aşiret üyesi Enkidu, tarihin not edilmiş ilk ihanetçisidir. İhanet kültürü de maalesef toplumsal gerçekliğimiz içerisinde eskilere dayanmaktadır. İhaneti Kürt toplumuna musallat eden Kürt egemenleri soy inkârcısıdır. Dikkat edilirse, bu kural bugün de değişmemiştir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte Kuzey Kürdistan'da yaşananlar tümüyle buna örnektir. En son AKP içinde özel savaş yürüten tüm bakanların Kürt kökenli olmaları, öyle birkaç yıl içinde olup biten gelişmelerle izah edilemez. Vatanını ve halkını satma Kürtler içerisinde çok normal görünmektedir. PKK mücadelesi bunu teşhir etiyse de, halk olarak bu kara lekeyi henüz tümüyle ortadan kaldırmamış durumdayız. Örneğin bugün bile Kürt dilini asimile ederek Türkçeyi dayatan Türkiye’nin Milli Eğitim Bakanı Enkidu soylu hain bir Kürt’tür. Bu, dünyanın başka yerlerinde görülebilen bir şey değildir. Bu adam Kürdistan illerinden oy alarak meclise giriyor. Bu özellikle Kürtler içerisinde toplumu ikiye bölmüştür. Genelde toplumsal yapı bir komünal toplum üzerinden, bir de devletçi toplum geleneği üzerinden şekillenmiştir. Kürt kültürü ve kişiliği için bu diyalektik başka bir biçimde işlemektedir. Kürtlerde bir direniş kültürü ile yaşayanlar, bir de ihanet ve işbirlikçilikle yaşayanlar vardır. Tarih araştırılırsa görülecektir ki, Kürtlerdeki egemenlerin hemen hepsi işbirlikçi ve ihanetçidir. Örneğin Türkiye’de bunlar vardır, AKP Hükümetindeki Kürtler kesinlikle egemenleri temsil etmektedir. Bu durum neyi gösteriyor? Direniş gibi çok kutsal ve kahramanlık yaratan bir duruş ile ihanet gibi bir çirkinlik ülkemizde yan yana yaşanıyor. Halk kesimleri de baskı, korku, açlık ve işsizlikle bu ihanete ortak edilmek istenmektedir. Kürtlerde bundan kaynaklanan şu durumu görmemiz gerekir: Normalde tüm egemen kesimler üstünlük kurdukları kesimleri kendi denetimlerine almak isterler. Kürtlerde Kürt yoksulları Kürt egemenleri aracılığı ile dış egemenliğe bağlanır. Bu konuda Güney’de yaşanan aşiret merkezli gelişme, yine Kuzey‘de AKP içinde görevlendirilmiş kesimler bugünün yaşanan örnekleri olarak verilebilir. Dolayısıyla kültürümüzde böylesi bir çatallaşmadan bahsedilebilir. Kürt kültürü olarak isimlendirdiğimiz kültür değerleri aşiretten kopmuş halk kesimi olan Kurmanc kültürüdür. Bu kültür yoksul Kürtlerin kültürüdür. Kendi içinde komünal dönemin değerlerini en güçlü barındıran bu kesimlerin yaşam kültürü, özünü bugünle buluşturup değer yaratacak özelliğe sahiptir. Direniş özelliği Kurmanclaşma içinde bugüne geldi. PKK de bu kültüre tümüyle bitmek üzereyken sahip çıktı, daha doğrusu anılarını devraldı. Kürdistan'da işbirlikçilik hâkim olmaya başlamışken, devreye PKK direnişi adı altında yeni bir Kürt direnişçiliği girdi. Tabii işbirlikçiliği kendimizden saymıyoruz. Ama bu, toplumumuzda bir hastalıktır. Bunu söküp atmalıyız. Bu hastalık ve bunların neden olduğu bünye zayıflığı bakış açılarımızda eksiklikler yaşamamıza neden olmaktadır. Bakış açısında eksiklik yaşandığı için, farklı olay ve olgular birbirinin içinden çıkarılamıyor. Bu noktada halen de zayıflıklarımız vardır. Bizim için insanlığın komünal kültürü bir tarafta, devlet dediğimiz sapmanın kültürü bir taraftadır. Kültürel değerlere, olay ve olgulara, insanın güzelliklerine ve çirkinliklerine böyle bakarsak, kuşkusuz halkların yarattıkları hiçbir kültürün kötü ve çirkin olmadığı görülecektir. Halk kültürleri insanı eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri ile geliştirmek içindir, insanı var etmek içindir. Kürt kültürü diğer kültürlerden en önemli farkını bir de bu noktada ortaya koymaktadır. Kürt kültürü halk kültürleri içinde bütün dayatmalara rağmen devletleşmemiş bir kültürdür. Karşımızda kendi içerisinde devleti kuracak kültürü yaratamamış bir değerler sistemi vardır. Bu da Kürt kültürüdür. Bu, Kürt kültürünü idealize etme değildir. İdealize etmek milliyetçi bir yaklaşımdır. Milliyetçilik devlet ideolojisidir. Kürt kültürünün idealize edilmeye ihtiyacı yoktur. Bunun için Kürt kültürü iyi bir kültürdür diyoruz. Bu, tüm insanlık için bir taraftır. Toplumsal yapının bugünkü üretim, düşünce, zihniyet, teknik-teknolojik gelişim düzeyi harikalar yaratacak imkânlara ulaşmıştır. Bunun karşısında Kürt biraz da kötürüm durumdadır. Eli ayağı bağlanmış, gözü kapatılmış, kulağı tıkanmış, diline kilit vurulmuş bir Kürt vardır. Ama bu durum bile devletleşmekten daha iyidir, devlete teslim olmaktan da iyidir. Yani Kürt kültürü köle olmaktansa, dilinin kesilmesini kabul etmiştir. Bunun için Kürt kültürü iyidir. Bu kültürel gelenek olmasaydı, PKK kendi içinden Mazlum’ları, Hayri’leri, Agit’leri, Zilan’ları ve Nuda’ları belki de çıkaramazdı. Kürt kültürü için belirtmemiz gereken bir özellik de aşiret özelliklerinin halen etkili olması yanıdır. Aşiretçilik hem Kürtlerde hem de Ortadoğu kültürü içinde kapitalist milliyetçilik hastalığına rağmen varlığını sürdürmektedir. Aşiretçiliğin köklü olmasının nedeni, binlerce yıldır süren köleleştirme saldırılarıdır. Köle olmak istemeyenlerin, köleleşmeye karşı direnenlerin seçtikleri yol aşiret ve aşiret konfederasyonu biçiminde yaşamak olmuştur. Dağlar ve çöllerin derinliği coğrafi olarak, aşiret de toplumsal form olarak direnişin simgeleri olmuşlardır. Aşiret yapısında diğer toplumsal formlar gibi kendine has bir kültür vardır. Aşiret reisi aşiretin içinde doğal bir otoritedir. Aşiret kendi içinde ataerkil olsa da, demokratik yanları da taşır. Feodal ve kapitalist baskılar aşiret yapılarını çok bozduğu için, günümüzde aşiretlerin komünal ve demokratik yanları oldukça etkisizleşmiştir. Kürt aşiretlerinin toplumsal yapısı içinde Kürt kültür değerleri halen de kendisini yaşatabilmektedir. Özellikle göçebe aşiretlerde kadının toplumsal yaşam içindeki yeri, Kürtçe dilini kullanmaları, kıyafetleri, destanları, hayvancılıkla geçinmeleri buna örnek verilebilir. Kürt aşiret yapısı sosyal tabakalaşma açısından da içinde kimi özgünlükleri barındırmaktadır. Aşiret reisi, ağa ve İslamiyet’le beraber şeyhlik hâkim kurumlar olmuştur. Ovada yaşayan ve tarımla geçinen aşiretlerde toprak ağası ile şeyhin gizli iktidar kavgası varken, dağlık alanlardaki aşiretlerde aşiret reisi daha cömert, adalet duygusu güçlü, sorunların çözüm mercii gibi bir işlevi yerine getiren bir konumu yaşar. Tarım ile uğraşanların sosyal yapısı çözüldüğü halde, hayvancılıkla geçinenlerin aşiret dayanışmaları güçlüdür. Aşiret topluluğu içinde birbirini destekleme önemli bir kanun ve aşiret kültürüdür. Aşiret yapısı ulusal demokratik mücadeleyle birlikte hem gerillaya destek olmuş, hem de devletin koruculaşma politikalarına zemin olarak olumsuz rol oynamıştır. Özellikle içinde ağalığı, aşiret reisliği ve tarikat şeyhliğini birlikte barından kesimler daha çok olumsuz rol oynamışlardır. Aşiret yapısının en önemli kültürel katkısı her aşiretin dil, lehçe, masal, destan, müzik, govend, yemek gibi değerlerimizi sade halleriyle koruyup kısmen de geliştirmesidir. Bu yapının diğer bir önemli kültürel yanı da, coğrafya ile ilişkisinden dolayı ülke sevgisi ve ana toprakların gerçeğine bağlılık konusunda yurtseverleştirecek duygu ve düşünceleri yaşamalarıdır. Kürtlerdeki lehçelerin çokluğunda ve her bölgenin zengin bir folklorik özellik göstermesinde Kürt aşiretçiliğinin değer yaratan bir geçmişi vardır. CİHAN EREN 7.BÖLÜM
|
YORUM GÖNDER