ÇÜNKÜ SANA GÖRE O İNSAN DEĞİL
Sanıyorum burada insandışılaştırma kavramından söz edebilirim. Birilerini itip kakabilmenin, ezebilmenin, yok edebilmenin zemini.
Nesneler’e dair başlangıç fikrim, TC ceberrut tarihini pogrom/kırım/tertele ve diğer eziyetlerini, “nesneler” üzerinden görünür kılmaya çalışan bir digital sergi hayali idi. Daha ziyade yüksek sesle düşünerek bu hayali kâğıda dökmek idi. Veya şöyle de ifade edebilirim:
6-7 Eylül 1955 için bir dosya açtım. Tanıklıklarda sözü edilen parçalanmış, yağmalanmış nesnelerin listesini oluşturuyorum. Ticarethanelerden ziyade evler, meskenler ile ilgileniyorum. Dönem edebiyatını tarayarak, tanıklıklarda adları geçen nesnelerin edebiyatta karşılıklarını, izlerini sürmek istiyorum. Nasıl bir gündelik hayat dokusu içinde yer aldıklarını görmek istiyorum.
Eğer nesnelerin edebiyatta karşılığını bulabilirsem, nesneleri saldırılardan önceki hallerine geri iade ederim. Orada insanlar akşam yemeğine oturur, belki gülüşür şakalaşır belki didişir tartışır, ama içeride bir hayat döner. Sevişirler, uyurlar. Sabah uyanır kahve içer, işlerine bakarlar. Çocuklar talebe iseler okullarına, çalışıyorlarsa işlerine giderler. Bu hanede yaşayan insanlar da herkes gibi yer içer, kenefe gider, su döker, kilolarından şikayet eder vs. Senin benim gibidir yani, gayri insan değildir.
Sanıyorum burada insandışı kılma, insandışılaştırma kavramından söz edebilirim. “Dehumanization” dedikleri durum. Birilerini itip kakabilmenin, ezebilmenin, yok edebilmenin zemini. Böylece ona yaptığın eziyetlerden ötürü kendini kötü, suçlu hissetmiyorsun. Niye? Çünkü sana göre o insan değil. Esasen insan olmayan sensin. Fakat güç sende, senin borun ötüyor. Ama yaptıkların, eylemlerin, mezalimin ve sonuçları kaybolmuyor. Hayat onu bir şekilde sana ve topluma hatırlatıyor. O izleri silemiyorsun.
Burada “sen” dediğim “ben devletim” diyenler. Ve buradaki devlet ırkçı, tekçi bir devlet. Kamusal alanı işgal etmiş bir ur. Hayatın, sosyal hakların, emeğin üstüne oturmuş bir ağırlık. Bu devletin de nesneleri var ki o nesneler yapıp ettiklerinin birer itirafı olarak konuşuyorlar. Resmî evrakları, ritüelleri, simgeleri, kutsalları, “varlığım varlığına armağan olsun” gibi formülasyonları sırıtıyor. Biat etmiş personelleri, mesela ırkçı infaz koruma memurları şu dil ile konuşabiliyor: “Devlet biziz, diz çökeceksiniz, onursuzlar, kimliksizler.” (aktaran Ö. F. Gergerlioğlu)
Lafın kısası, nesneler çok yönlü anlatabilirler. Zulme uğrayanı, yapılan zulmü ve zaliml işaret edebilirler.
Neticede başlangıç fikrimden uzaklaştı isem de meramımı iyi kötü anlatabildim diye umuyorum. Nesneler’e dair yazılar iki aydır yayınlanıyorlar. İki şey dikkatimi çekti. Konu birkaç kişi dışında kimsenin umurunda değil ve iştigal alanlarını bu gibi konular ile tanımlamış kurum/kuruluşların kapı zilleri çalışmıyor. Kapı zillerine dair notum burada dursun, ben bütünlük ve tutarlılık zorunluluğu hissetmeden nesneler’e dair bir şeyler serpiştireceğim. Bu aralar seferîyim ve sağlık sorunlarım var, yoğunlaşamıyorum. Belki ileride toplarım.
Nesne olarak gazeteleri de eklemek isterim. Özellikle 6-7 Eylül için, başlangıcından sonrasına kadar gazetelerin anılmaya değer rolleri var. Bu rollere, çalınmış mücevherlerin gazete kâğıdına sarılarak kayığın/teknenin başaltında saklanması da dahil. Joanna’nın babaannesinin elinde Türk gazetesi ile gelip ”oku bakalım bizden nasıl söz ediyorlar” diyerek Joanna’dan haberleri okumasını istemesi de dahil.
Marianna Yerasimos, “nesneler” yazılarına katkı olarak kendi kitabından bir alıntı iletti:
“…Kıbrıs’ta Türk ve Rum kesimleri arasında gerginlik giderek arttı. 1963’te Kıbrıs’ta Noel Katliamı yaşandı, 1964’te Yunan uyruklu İstanbullu Rumların sürgünü. Okulda sınıflar boşaldı, İstanbul’daki eskici dükkânları kristal ve porselen doldu.” (Marianna Yerasimos, İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni: Tarifler, Hikâyeler, YKY)
Marianna, kitabında yer alan “eskici dükkânları kristal ve porselen doldu” ifadesi nedeniyle rahatsızlık duyanlar olduğunu söyledi. Rahatsızlık duyanların hassasiyetleri, inkârın sivil boyutuna işaret ediyor.
İnkârın sivil boyutunu besleyen bir damar şudur: “Yedi düvel üzerimize geldi, haksızlığa uğadık, mağduruz, kendimizi savunduk.”
Bu cümlenin ülkenin açık işgal döneminde kabul edilebilirliği var. Fakat hukukta “hakkın kötüye kullanımı” diye bir kavram var. Açık işgal sonrası dönemde yapılanlar öz savunma haklılığının uzağındalar. Yani evimi basarlarsa kendimi savunurum. Ama olay geçtikten sonra sürekli birilerinin evini “savunma” adı altında basmaya devam edersem durumun adı değişir. Mesela 6-7 Eylül pogromu, vatandaşlık hukukunun parçalanmasıdır. Fail ve fiil kavramları ile bakılması gerekir. Ama fail, kendine bir mağdur hikâyesi uydurur. Mağdur kimliğini vaz eden hikâyeler, anlatılar sivil ve resmî inkârı birbirine sarar sarmalar. Edebiyat ve sinemanın da burada ruhu ve elleri temiz değildir.
Bir katkı da Nurdan Türker Hocadan geldi. Ufuk açıcı bir katkı:
“ABD - Meksika sınırında (hani duvarın örüldüğü) yaklaşık 2000 mil (3.218 km) sınır boyunca seyahat edip, sınır meselesini ele alan Guillermo Galindo isimli sanatçının Border Cantos çalışmasına bakabilirsiniz diye düşündüm. Texas sınırında bulunan göçmen eşyalarından oluşturduğu enstrümanlarla bestelediği kısa müzik çalıyor. Sınırdan ayak izleri gizlemek için kumaş patik giyen sessizce geçmeye çalışan hayatlarını da kaybeden kişilerin, onların önüne geçmeden onların nesneleri yoluyla seslerini duyurmak gibi yorumladım.
Tom Kiefer diye biri var. Aslında devriye karakolunda müstahdem. Karakolda göçmenlerden kalan bir tarafa atılan eşyaları fotoğraflamış. Kiefer amacını şöyle anlatıyor “niyetim çölü aşarken hayatını tehlikeye atan göçmenlerin insani yanını ortaya koymak ve izleyicinin göçmenle ve onun daha iyi hayat umuduyla kişisel bir bağlantısı kurmasını sağlamaktır.”
Değişik bir nesne, veya belge nesne: İstihbaratçı günlüğü
“Ergenekon İddianamesi’ne ekli 57 numaralı klasörde Veli Küçük’ün ajandası yer alıyor. 1970’lerde Hatay İl Jandarma Alay Komutanı’yken tuttuğu ajanda. Bir istihbaratçı günlüğü. Veli Küçük’ün ajandasına çiziktirdiği iki satır, Maraş Katliamı organizasyonu konusunda kendi başına sapasağlam kanıt niteliğinde. Not şöyle:
'Kıyı Oteline Maraş’taki olaylardan önce zengin ve fabrikatörler gelmişler. Maraş’taki MİT büyük olaylar çıkacak buradan ayrılın demiş... Kıyı Otelin müsteciri Yusuf konuşmuş.' (Ümit Kıvanç, Gazete Duvar)
Aşağıdaki “sanki kaybolan bir eşyaymış gibi…” ifadesi çarpıcı:
“Senelerdir eşimi arıyorum. Askerler ve korucular onu evimizden döverek gözaltına aldılar. Sonrada ‘biz bıraktık bir daha onu sorma’ dediler. Sanki kaybolan bir eşyaymış gibi aramaktan vazgeçmemi istediler. Ölene kadar aramaya devam edeceğim." (Nihat Aydoğan'ın eşi, Cumartesi Anneleri, 873. hafta duyurusu)
Devlet denilen zımbırtı, --bence-- kamu çıkarına çalışması gereken bir mekanizma olması gerekirken, tam tersi kamulsal alanı her biçimde işgal eden bir örgütlenmeye dönüşmüş/dönüştürülmüş. Veya başından kablolar ters bağlanmış, yanlış kurulmuş.
Devlet denilen zımbırtının kendine öznelerin öznesi seviyesinde yücelik atfetmesi ve o uyduruk yüceliğin ardından insanların hanelerine, mahremlerine ayağında postal, elinde silah ile dalıp 20’li yaşlarda genç bir insanın “ayağınıza galoş giyin” cümlesine cevaben kafasına sıkıp öldürmesi…ve bu eylemin cezasız kalması.
Bence Türkiye’de devlet kavramı, odunsu bir nesneliğe eşittir. Belki Nesneler Anlatabilirler’in 8. yazısı, devletin odunsu nesneliği üzerine olur.
İLHAMİ ALGÖR
(Tepedeki Fotoğraf: 6-7 Eylül pogromu /Fahri Çoker Arşivi / Tarih Vakfı Yayınları)
YORUM GÖNDER