ÖNDERLİK GERÇEĞİ-31.BÖLÜM
Önderliğin cezaevine düştüğü koşullar faşist askeri yönetim koşullarıydı. Girdiği cezaevi de bir askeri cezaeviydi normal bir cezaevi değil Mamak askeri cezaeviydi. Aynı cezaevinde devrimci tutuklular vardı. Deniz, Hüseyin ve Yusuf’ta aynı cezaevinde tutuyorlardı. O süreç onlar hakkında verilen idam cezasının onaylandığı bir süreçti. İdam cezası verilmişti, idam cezasının iptal edilmesi için mahkemeye başvuru falan da olmuştu İnönü’nün ki o zaman yaşıyordu. İdam cezalarının gerçekleşmemesi konusunda o zaman gerçekten de çabaları vardı. Daha sonra CHP’nin başkanlığına Ecevit getirilince CHP bu doğrultuda çaba vermekten vazgeçti.
Ve sonuçta idamların önünde herhangi bir engel kalmadı. Beş mayısı altı mayısa bağlayan sabah yani altı mayıs sabaha doğru onlar, yani üç kişi Deniz, Hüseyin ve Yusuf Mamak askeri cezaevinden alınıp Ankara kapalı cezaevine getirildi ve orada sabaha karşı idam edildiler. Bir yanıyla dışarıda infazların gerçekleştirilmesi yani Kızıl Derili katliamı öte yandan Denizlerin idam edilmesi tarzında infazlar dönemin karakterini çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Gerçekten de ağır bir dönem, baskı ve karanlıklar dönemi, zülüm ve zorbalıklar dönemi olarak değerlendirilebilinir. Böylesi koşullarda cezaevinde bulunmanın tabi ki çıkaracağı son derece yararlı dersler var.
Lenin’nin bir parti militanı için en önemli sınav olarak gördüğü sınavlardan biri siyasi polisle mücadele sanatında Başarlı olmaktır. Siyasi polis genelde siyasetle uğraşan devrimci siyasetin içinde olunan insanlara karşı mücadele eden polis yapılanmasıdır. Biraz diğerlerinden daha farklıdır esasta polis sorgularında iş görür, takiplerde iş görür ve belki de cezaevinde iş görür. Bu açıdan da polis sorguları ve cezaevindeki tutum bir devrimcinin gerçeğini ortaya koyan, onun gerçek niteliğini ortaya koyan bir ayna durumundadır. Bu işin bir yanı bir de İmralı sürecine ilişkin olarak Önderliğin yaptığı değerlendirmeler var. Ne idi bu değerlendirmeler? Önderlik bu koşulları bir devrimci için uçurumun kenarına geliş olarak tanımlıyor. Devrimci hareket için de öyle uçurumun kenarına gelme. Bir anın ötesi uçurumdan düşmedir, ama böylesi koşullarda çıkış yapmak kanatlanmakla mümkündür. Günümüz dünyasında çocuklar bile gerçekçidir. Çocuklara sorsanız, insanlar uçabilir mi? Uçamaz, uçağa binerlerse olabilir, derler. İnsanın kanat takıp uçabileceği koşullarda tamı tamına böylesi koşullardır. Homeros’un İlyada destanında kanatlı düşünmekten söz eder.
Önderlikte o koşullar için aynı şeyi belirtir. Bu koşullar insana kanatlı düşünmesini sağlatan koşullardır. Başarabilirsen böyledir, terside olabilir. Kanatlı davranıp, düşünürsen bu koşullarda çıkış yaparsın, tersi durumunda bu koşulların altında ezilmem ve sonuç itibarı ile bu koşulara yenilmem kaçınılmazdır. Önderliğinde o koşullardaki duruşu da tıpkı İmralı’daki duruşuna benzer. Belki de daha öncesindeki bütün birikimlerinin sentezlendiği, yoğunlaştığı ve düşünce sistemine dönüştüğü koşullardır denilebilir. Kürdistan üzerine yoğunlaşması, Kürdistan’ın statüsünü tanımlaması ve Kürdistan’ın sömürge olması gibi bir belirlemeye varması bu koşullarda gerçekleşti. Değerli arkadaşlar siz Kürdistan Sömürgedir diyip geçemezsiniz.
PKK’ye çıkış yaptıran bu iki sözcüktür. Tanımı doğru yapmak çok büyük önem taşır. Kürdistan’ı o dönemde bu biçimde tanımlamak çok çok anlamlıdır. Ondan öncesinde hiç kimsenin Kürdistan’ın statüsüne ilişkin somut bir belirlemesi yoktur. Çok genel geçer tanımlar var. Örneğin Ezilen ulus tanımlaması var. Bir egemen Türkiye ulusu birde Kürt ulusu var. Fakat ülke statüsünün bu biçimde ortaya konması Kürdistan’ın Sömürge bir ülke, Kürt ulusunun köle bir ulus olarak tanımlanması sadece Önder APO’ ya mahsustur. Koşullar yine cezaevi koşullarıdır. Cezaevinde hiç okuma imkanı yoktu demiyorum. Belli bir arkadaş gurubuyla kalırsınız bir tartışma ortamıdır, değerlendirmeler yaparsınız onlarla ama Önderliğin bu tür hususları başkalarıyla değerlendirdiğini söyleyemem. “Kürdistan Sömürgedir” deyiminin ulaştığı sonuç Önderlik açısından adeta emin olduğu insanların kulaklarına fısıldanması gereken bir sır gibidir, Önderliğin yaklaşım esas itibarı ile böyledir. Bu bir yanıyla Kürdistan gerçeği üzerinde yoğunlaşma ve oradan sonuca ulaşma olduğu kadar diğer yandan kendisinin de bir parçasının olduğu cezaevinde yatışı ile bunu kanıtladığı bir hareketin içinde bulunduğu durumu da sorgulamak gerekir.
Önderlik, Mahirlerin anısı karşısında nasıl davranması gerektiğini kendi pratiğiyle bizzat ortaya koymuştur. Bu başlangıçtır. Sorun sadece bir eylemle bir grup devrimci önderin anısına bağlılığı geçiştirmek değildir. Bu sonuna kadar takip edilmesi gereken bir anı gibidir, girişi yapılmıştır ve bundan sonrada öyle olmak durumundadır. Önderlik yakalandıktan bir ay geçtikten sonra Denizlerin idamı gerçekleşiyor. Onların tutumları da çok önemlidir. Cezaevi ne olursa olsun imkansızlık koşullarıdır. Sonuçta Önderlik diyordu ki: “Beş mayıs akşamına doğru cezaevi ortamı hareketlendi, biz de haberdardık anlıyorduk. Denizleri idam etmeye götürüyorlar muhtemelen, o olabilir başka bir nedeni yok. (İdam öncesi insanlar hep hücrelerde tutulurlar.) Hücrelerden alınıp, götürüldüler ve biz fazla bir şey yapamadık.” Onlarda son derece büyük bir vakarla idama gidiyorlar.
Onların avukatı Halit Çelenk’ti. Eskiden Denizlerin idamlarının yıl dönümlerinde Halit Çelenk televizyonlara çıkar veya bazı televizyonlara konuk olup programlarda konuşurdu. Halil Çelenk’in, Deniz’i ağlamadan anlatması söz konusu olamazdı, mutlaka ağlayarak anlatırdı, yaşlı bir adamdı. Avukatlarının bile bu kadar derince etkisinde kaldığı bir insandı ve üçü de öyleydi. Onların bağlılığı, idam sehpasına giderken bile soğukkanlılıkları orada bile son derece insani düşünmeleri, söyledikleri… onlarda adeta Halit Çelenk’i ailenin bir parçası sayıyorlardı. Deniz’in son sözlerinden bir tanesi eşine hitaben şu anda adı aklımda değil ‘…. Ablaya selam söyle.’ Düşmandır idam anında hep bir zaaf bekler.
Örneğin titreme, ağlama, af, yalvarma, yakarma bekler. Onlarda bunların zerresi bile yoktu. Tam tersi dini telkinler için imam bulunduruyorlar, imamla konuşup, konuşmak istemediğini soruyorlar. Her üçü de reddediyor. Her üçünün de son sözleri var, kuşkusuz bunların en çarpıcı olanı Deniz’in sözleridir. Kısa bir konuşmadır “Halkların özgürlüğü uğruna ölüme gittiği” söyler ve arkasında slogan olarak da dillendirdiği “Yaşasın Türk ve Kürt halkının kardeşliği.” Diğerlerinin tutumunda da böyle bir kararlılık var. Önderlik bunlardan haberdardır. Bir halk düşünün, kendisi bile kendisinin farkında değildir. Kendisi bile kendi kimliğinden kaçan bir duruşu sergiliyor. Haksız olduğu için çaresiz olduğu için böyledir. Belki de ama kimse böyle bir halk var mı, yok mu kimse tartışmıyor. En azından tartışılsa bile tartışma şu çerçevede geçiyor. Kürtler gerçekten var mıdır, yok mudur, yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı? Tartışma buraya odaklanıyor.
Tamda bu noktada sizin halkınızdan olmayan biri gerçeğin kendisini en çarpıcı biçimde dayattığı bir anda ki ölüm karşısında insan en büyük gerçeği yaşar, sizin halkınızın adını haykırıyor. Son nefesinde idam sehpasına giderken Kürt halkının adını ve özgürlüğünü haykırıyor.
ALİ HAYDAR KAYTAN (HEVAL FUAT)
YORUM GÖNDER