SÖMÜRGE ÜRETİM TARZINDAKİ SINIF ÇELİŞKİSİNİN ANALİZİ 1.BÖLÜM
Gördüğümüz gibi, hipotezimiz meşruiyetini ve bilimsel karakterini Marksist teorik temellerden almaktadır. Bu, Marx’ın belirtmiş olduğu bir üretim tarzının diğer ikisinin kaynaşmasıyla ortaya çıkabileceği ihtimaline dayanır. Bunun ışığında az gelişmişliği, gerçekten üretimin özel bir tarzı olarak görüyoruz. Bu, tarihsel süreçte sömürge ilişkiler çerçevesi içinde üretimin kapitalist ve pre-kapitalist birleşmesi biçimden meydana gelen, az gelişmiş ülkelerin sömürgeleştirilmesinin sonucudur. Sömürge üretim ilk bakışta iki açıdan üretimin özel bir tarzı olarak görünür: ilki kapitalist üretimin pre-kapitalist toplumsal yapıya nüfuz ederek yayılmacı gelişmesi olduğu sürece; ikincisi kapitalist toplumsal yapı içinde pre- kapitalist üretimin yinelenen bir tarzda gelişimi olduğu sürece. Üretimin gelişiminin devam etmesi için bunun dışında bir yapının içinde meydana gelmesi gerekir. Örneğin, sömürge ilişkilerin himayesi altındaki sömürge bir ülkede kapitalist üretimin gelişiminin ülkeyi dağıttığı ve yıktığı sürede geleneksel üretim tarzı korunur. [i] “Geleneksel” üretimin tekrarlayan bir biçimde gelişmesi, bu gelişmenin gerçekleştiği deforme olmuş “kapitalist” (yani sömürge) üretim yapısından başka bir şeyin sonucudur. Bunun nedeni, bu çerçevenin “geleneksel” üretimin (tekrarlanmayan) gelişim ufkunu engellemesi ve şiddetle uzaklaştırmasıdır. Bunu akılda tutarak, sömürge üretim tarzını üretimin özel bir tarzı olarak analiz etmeye çalışacağız. Üretim tarzının analizi onun çelişkili temelinin analizi demektir. Dolayısıyla sömürge üretim tarzının çelişkilerini ve onun tarihsel gelişim biçimini araştırmalıyız. Böylesine bir analizde önemli bir noktayı berraklaştırmamızı gerektirir, şöyle ki bu tarzın çelişkileri, genellikle söylenen, ona özgüdür çünkü çelişkiler sömürge üretim tarzının gelişimi ve yapısının özgünlüğüyle belirlenmiş kurucu bir yapısal çerçeve içinde gelişir. Tarzın çelişkilerinin gelişimine yönelik bu yapısal çerçeve evvela toplumsal yapının içindeki üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin arasındaki ilişkinin temeli olan ekonomik çelişki tarafından belirlenir. Bu ilişki sırasıyla özel bir üretim tarzının gelişmesi olarak toplumsal gelişmenin temel çerçevesini oluşturur. Gelişime farklı karakterini veren bu gerçek ilişkidir. Tarih böyle bir çerçevenin dışında yinelenen diyelim ilerleyen ya da farklılaşmamış bir hareketten çok belirlenmiş yapısal çerçeve içinde yer alan bir harekettir. Bunun ışığında sömürge üretim tarzının temel çelişkisini tanımlayarak başlamalıyız demek oluyor ki onun tarihsel gelişiminin yapısal çerçevesini tanımlamalıyız.
Marx ünlü metninde şöyle yazar: İnsanlar, sürdürdükleri toplumsal üretimde kaçınılmaz ve kendi istemlerinden bağımsız belirli ilişkilere katılırlar; bu üretim ilişkileri kendi üretimlerinin maddi gücünün belirli bir aşamasına tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin toplamı, hukuki ve siyasal üst yapının yükseldiği, toplumsal bilinç biçiminin belirlenmesine tekabül eden gerçek temeli yani toplumun ekonomik yapısını kurar. Bu anlaşılması güç, önemli metinde konumuzla ilgili iki temel fikir vardır. Birincisi, üretim ilişkilerini ve üretici güçleri gelişmenin çelişkili birliğinde bir araya getiren sürekli uyuşma; ikincisi, üretim ilişkilerinin üretim biçimleri içinde sosyo-ekonomik yapıyı yani toplumun tarihsel gelişiminin temelini kurması fikri. Bundan, verili bir toplumun birliğinin ve uyumunun içindeki üretim ilişkilerinin birliği ve uyumunda uzandığını anlıyoruz. Bu halde sömürge üretimde bu birliğin ve uyumun biçimi nedir? Sömürge üretiminin içindeki üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin arasındaki ilişkinin biçimi nedir?
“Sömürge üretimi” kavramını, ihtiyari ya da öznel nedenlerle “az gelişmiş” ülkelerdeki üretim tarzının yerine belirlemedik. Bu seçim, “azgelişmiş” ya da “geri kalmış” gibi toplumumuza yapıştırılmış kavramlara duygusal bir cevap değildir. Bu (duygusal) bir cevap olsaydı yeni olan “gelişmekte olan ülkeler” kavramını eşit bir şekilde reddetmezdik. Son günlerde bu yeni terim ekonomik literatürdeki Batı’nın kapitalist düşünürleri arasında hassas ve sıkıntılı hislerimizi önlemek için rağbet görmektedir! Bu yeni kavramı bilimdışı ve bu ülkelerdeki bariz üretim tarzını göstermediği için reddediyoruz. Kapitalist, sosyalist ya da feodal ülkelere başvurduğumuzda onları yapısal ve tarihsel olarak değerlendirmek için bu ülkelerden bir üretim tarzı standardı oluşturabiliyoruz. Fakat gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde başvurduğumuzda bunların içindeki üretim tarzını anlamakta güçlük çekiyoruz ya da bu üretim tarzları gizleniyor. Aslında bu ülkelerin üretim tarzlarının açığa çıkarılması saklamaya çalışanlar açısından tehlike arz eder. Bütün bu kavramlar benzer şekilde yanlıştır çünkü ‘büyümenin’ neden sömürge ülkelerde yavaş olduğu ya da gerçekleşmediğinin gerçek, yapısal ya da tarihsel nedenlerini gizlemektedir. “Sömürge üretim” terimi tercihimiz “azgelişmişlik” için bir ışıktır ve onun gelişiminin boyutlarını tespit eden rasyonel, bilimsel bir amaçtan meydana gelir. Terimimiz, bu üretimin tüm oluşumunun tarihsel boyutlarına (yani yapısal çerçeveye) dikkat çekmektedir.
Sömürgeleştirilmiş ülkelerde üretim güçlerinin gelişmesi için sömürge ilişkiler tarihsel çerçevede kurulur. Sömürgecilik, yeni üretim ilişkilerini oldukça şiddetli bir yolla bu ülkelere tanıtır. [ii] Bu yeni üretim ilişkileri üretim güçlerini geliştirir ve şekillendirir. Sömürge ülkelere yerleştirilen bu yeni üretim ilişkileri, önceden var olan kalkınma yapısını içerden imha ederek, yani bu ülkelerin mantıksal tarihi gelişiminden radikal bir şekilde farklılaşarak ilerler. Avrupa’daki feodalizmin tarihsel gelişimiyle zuhur etmiş üretimin kapitalist ilişkilerinin tersine sömürge ülkelerde zuhur etmiş üretim ilişkileri sömürgecilikten önce var olan üretim tarzının içsel kalkınmasının zorunlu bir sonucu değildir. Çünkü bu üretim ilişkileri, sömürge ilişkileri ve doğrudan sömürge kuralları altında biçimlendirilir; onları üretimin sömürge ilişkisi olarak imlemeliyiz. Bu sadece sömürgeciliğin ülkedeki üretici güçlerin gelişmesini serbest bırakabilmesi ile önceden var olmuş kalkınma yapılarının yıkılması aracılığıyla sömürgeciliğin kurallarına bağlı olarak ve daha sonra kapitalist üretim fikrine doğru yönlendirerek mümkün hale gelir. Sömürge öncesi üretim ilişkileri, kendi bölümlerinde üretim güçlerini etkinleştirmekten ziyade paralize olmuş ve tarihi tekrar eden bir döngüye itmiştir. Böylece sömürgecilik, sömürgeleştirilmiş ülkelerin var olduğu durgunluk durumunu yok ederek o zamana kadar üretemeyen üretim güçlerini serbest bırakan tarihin itici bir gücü gibi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, bu tarihsel fenomen -bütün sömürge ülkelerdeki en önemlilerinden biri- yeniden değerlendirilmeyi hak ediyor. İşin aslı şu ki bu ülkelerdeki bir üretim tarzından diğerine geçiş özel olarak sömürge öncesinden sömürge üretim tarzına, başlangıçtaki üretimin yörüngesinin mantığına göre gelişmedi. Bundan ziyade yörüngenin içindeki yapısal değişikliğin sonucuydu yani dış güçler tarafından belirlenen gelişiminin mantığının bükülmesinin sonucuydu. Bu tarihsel fenomenin önemi devrimi hatırladığımızda, Marksist algıda bilimsel olarak bir üretim tarzından diğerine geçiş yani bir toplumsal yapıdan diğerine geçişte ortaya çıkar. Bununla birlikte devrim tarihin gerçek, doğasındaki potansiyeli gerçekleştirmesi yoluyla özgürleşmesi olduğundan sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki sömürge üretim tarzına geçiş bir devrim olarak nitelendirilmedi. Sömürgecilik aslında bu ülkelerin tarihine karşı bir devrim ve onlara karşı bir güçtür. Tarihlerindeki özgürlük hareketlerinden ziyade sömürgecilik özlerinde bulunan gelişim olasılığını engellemiştir. Sömürge ülkeler kendi sömürgeleştirilmeleri ve tarihlerindeki sömürge gelişiminin çelişkileri aracılığıyla tarih sahnesine çıktılar. Tarihe gelmeleri üzerine sömürge ülkeler kendilerinin önceki gelişim ufkunun engellediğini gördüler. Onları tarihe getiren güç -şiddet-, bu ufukları tıkayanın bizzat kendisiydi. Sömürgecilik ülkemizin tarihini engelledi ve onun hareketini biçimsizleştirdi. Bu durgunlaşmadan özgürleşmenin tarihinde sömürgecilik, bağımlılığa doğru bir ufuk çizdi. Bu nedenle bu özgürleşmeden çok yok etme devriminin kuruluşuydu. Gerçek devrim zorunlu olarak, sömürgeciliğin sahip olduğu yok etme gücünden özgürleşme amacıyla sömürgeciliğe karşı savaşmalıdır. Böylelikle ciddi bir soru sormalıyız sömürge üretim tarzı tasarlanmış olmasaydı bile kendiliğinden, kendi kendini idame ettiren bir üretim tarzı olabilir miydi? Bu sorunun kaçınılmazlığı, iki faktörü hesaba kattığımızda keskin bir şekilde ortaya çıkıyor:
Birincisi, sömürge üretim tarzının biçimlendirildiği tarihsel durum;
ikincisi, (kendi içinde yetiştirilen) üretim ilişkilerini zorunlu olarak deforme eden bir çerçevede olsa da, sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçler tarafından ortaya çıkarılan sınırlı (ve nihayetinde engellenen) gelişme ufku. Bu sorunun üzerinde ısrarcı olurken kendimizle çelişmiyoruz. Gördüğümüz gibi bu nedenle bu üretim tarzı tamamen kendiliğinden ya da yapısal olarak bağımsız olamaz ve tarihsel formasyonu ya da içsel kalkınmasından herhangi birine baktığımızda en ayırt edici karakterinin bağımlı yapısı olduğu görülmektedir. Sömürge ülkelerde, sömürgeciliğin yayılmacı üretiminin himayesindeki üretici güçleri “özgürleştirmek” aslında bu güçlerin kendi gelişimlerindeki yapısal sınırların tarihsel deformasyonudur. Bunun nedeni, sömürge ülkelerdeki üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkilerinin yaratılmasıyla (örneğin Avrupa'da olduğu gibi) değil, daha çok yeni sömürgeci üretim ilişkilerinin yaratılmasıyla serbest bırakılmasıdır. Marx’ın daha önce metninde açıkça söylediği gibi, üretim güçleri kendi toplumsal ilişkilerine dayanır ve aksi mümkün değildir. Bu güçler soyutlamayla gelişmez fakat üretim ilişkisinin belirli bir çerçevesinde belirlenir. Özellikle toplumsal üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişiminin çerçevesini belirler ve genel olarak üretimi şekillendirir. Bu toplumsal güçler gelişse bile, üretim güçlerinin oluşturduğu çerçeveyi aşamaz. Sömürge üretim ilişkileri zorunlu ve yapısal olarak sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçlerin gelişimiyle sınırlanmıştır. Sömürge ve kapitalist üretim ilişkileri arasındaki fark, hem tarihsel oluşumları hem de yapısal özleri açısından çok büyüktür. Onların arasındaki yapısal farklılık her birini oluştuğu tarihsel formasyondan kaynaklanır. Üretimin kapitalist ilişkiler tarzı, feodal üretim çerçevesi içinde, ilk olarak üretici güçlerin gelişimi tarafından biçimlendirilmiştir. Feodal çerçevenin zorunlu bozulması böylece hem kapitalist ilişkilerin tamamlanması hem de üretici güçlerin özgürleştirilmesi için bir koşuldur. Diğer yandan üretimin sömürge tarzı pre-sömürge üretim çerçevesi içindeki zorunlu gelişen üretici güçlerin sonucu değildir. Sömürge ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi sömürge bağımlılığı yoluna yönlendiren sömürgeci şiddet ve yıkım, bununla birlikte, sömürge üretim ilişkilerinin oluşumu, bu ülkelerdeki üretici güçlerin gelişiminden önce kapitalist gelişme olasılığını ortadan kaldırdı. Sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçler sömürge ülkeleri deformasyona uğratacak şekilde hareket etti. Bu durum kapitalizme doğru gelişim olanaklarını yok etti. Bunu Lübnan’da görüyoruz ve bugün hala birçok sömürge ülkede devam etmektedir. Sömürgeciliğin ilk çabasının sömürgelerdeki el emeği ve hafif tüketime yönelik üretim dâhil bütün sanayi gelişimini engellemek olduğunu unutmamalıyız. Sonuç olarak, sömürgeciliğin ülkelerimizde kendi çıkarlarına hizmet etmek ve yeteneklerimizi köleleştirmek için yaptığı yatırımları iyi yönetmesi amacıyla ülkelerimize taşınmış üretim güçleri hiçbir şekilde bağımsızlık seviyesine yükselememiştir. Bu ülkelerde üretici güçler gelişirken, bu gelişmenin yöneldiği tek olası amaç bağımlılıktır. Üretici güçlerin ve onların gelişiminin bu bağımlılığı ve mutlak boyun eğmesi, sömürge üretimini kapitalist öncülünden ayıran şeydir. Kapitalist üretim, toplumsal üretimin içinde geliştiği feodal çerçeveyi kırarak, toplumsal üretim güçlerini, daha geniş toplumsal yapı içindeki gelişimleri sırasında onları bağlayan prangalardan etkin bir şekilde kurtardı. Bu güçler de kendileri aracılığıyla oluşan toplumsal yapıdan bağımsız hale geldiler. Böyle bir bağımsızlık, aslında, böyle bir üretim tarzının varlığını tanımlayan şeydir, yani bunun temelidir. Sömürge üretim tarzı bu nitelikte tanımlayıcılık sergilemez. Onu bir üretim tarzı olarak ayırt eden şey, aslında onu bir üretim tarzı olmaktan alıkoyan şeydir, sanki bir üretim tarzı olarak var olma potansiyeli her zaman bir olmasının imkânsızlığı ile birlikte ve aynıdır.
Sömürge üretim tarzını tanımlamada karşılaştığımız zorluk, düşüncemizdeki karışıklıktan değil, bu farklı üretimin tarihsel varlığının kalbindeki bir belirsizlikten kaynaklanmaktadır. Teorik olarak anlaşılması ve dolayısıyla bilimsel olarak tanımlanması zor olan karmaşık bir tarihsel olgudur. Gerçek şu ki, sömürge tarzı üretim olarak adlandırırken üzerinde ısrar ettiğimiz bu üretim tarzı, bu terimin klasik olarak anlaşıldığı şekliyle bir üretim tarzının temel bileşenlerinden çok azına sahiptir. Birincisi, yapısı ve gelişimi bağımsızlıktan yoksundur. Bunu söylerken kapitalist üretim tarzının geliştiği mantıktan farklı olan kendine özgü bir gelişme mantığına itaat etmiyor demek istemiyoruz. Tam tersine, sömürgeci üretim tarzının kapitalist muadiline yapısal ve gelişimsel bağımlılığının, özgüllüğünün ve farklılığının temeli olduğunu söylemek istiyoruz. Sömürgeci üretim tarzını analiz etmenin zorluğu, bu bağımlılığı nasıl kavramsallaştırdığımız ve yapısını nasıl ortaya çıkardığımızda yatmaktadır. Tüm araştırmalarımız bu bağımlılık tarzını tanımlama girişimidir ve bize sömürgeci üretim tarzı kavramını vermiştir. İlk bakışta, sömürgeci üretim tarzının özündeki bağımlılığın, onu bağlı olduğu kapitalist üretim tarzından farklı olarak anlamaya yönelik her türlü girişimi geçersiz kıldığı görünebilir. Bu doğru olsaydı, yani gerçekliğin görünüşü ve özü aynı olsaydı, o zaman 'az gelişmiş' ülkelerin belirli bir tarihsel gelişme mantığına boyun eğdiğini kabul etmek kesinlikle imkânsız olurdu. Görünüşü özle birleştiren bu yanılsamanın temeli, yanlış bir ampirik bağımlılık anlayışıdır. Bu anlayış, çelişkili bir birlik içinde iki farklı yapının var olabileceği olasılığını kategorik olarak reddeden ampirik bir nedensellik anlayışına demirlenir. Böyle bir anlayışa göre bir birlik, zorunlu olarak özdeşlik içinde var olan ve gelişen benzer unsurlardan veya yapılardan oluşur.
Bu tür bir düşünce, temelde Hegelci’dir, Marksist değil. Bağımlılığı -ki aslında sömürge ilişkisinin kendisidir- bir yandan kapitalist üretimin tutarlı yapısını, diğer yandan da ikinci bir tutarlı yapıdan ziyade tutarsız unsurları içeren bir birlik olarak anlamamıza yol açacaktır. Bu unsurlar (sözde) kapitalist üretimin baskın ve zaten tutarlı yapısına zorunlu olarak tekabül eden tutarlı bir yapı oluşturmaya doğru ilerlemektedir. Bu tasarıdaki hareket yapısal ayrımdan çok yapısal belirlemeye doğru ilerleyen şekildedir. Bu, bağımlılığın bir koşulunun, birleşmelerini ve tutarlı bir yapıya kaynaşmalarını önleyen bir gelişim çerçevesi bünyesindeki tutarsız, bozulmuş unsurların dayanıklılığının olduğunu göstermektedir. Charles Bettelheim'ın değerli çalışması India Independent [iii] gibi Marksist eserler de dahil olmak üzere ‘azgelişmişlik’ üzerine ekonomik literatür, sömürgeleştirilmiş ülkelerde bağımlılığın var olduğunu ve devam ettiğini varsaymaktadır, çünkü bu ülkelerdeki üretim unsurları ve sektörleri belirli bir üretim tarzına karşılık gelen bir birliğe uyum sağlayamaz. Bu, dengesizliğin ‘az gelişmiş’ bir ekonomiyi karakterize ettiği fikrinin geldiği yerdir. Çağdaş ekonomik bilimde, 'azgelişmiş' ülkelerdeki üretimin özünde kapitalist olarak sınıflandırılması, 'az gelişmiş' üretimi, üretim tarzının birliğine [iv] -uyumlu bir yapısal bütünlüğe- katılmayan bir üretim yapısının birbirinden kopuk öğeleri olarak görmeye dayanmaktadır. Bu çelişki bizim düşüncemizin bir ürünü değildir, ancak “az gelişmiş” ülkelerdeki sosyal üretimin kendi yapısal birliği ile tutarlı bir üretim olabileceğine inanmayı zor bulanlar tarafından karşılanmaktadır.
Sömürgeci üretime bağımlılığın, birleşik olmayan üretim unsurlarının kapitalist üretimin tutarlı bir yapısına bağımlılığı olarak anlaşılması, bu ikinci üretim sistemini ülkelerimizdeki bu üretim unsurlarını birleştiren odak noktası haline getirmektedir. Bu şemada, sömürgecilikte bağımlılık ilişkisi içindeki birlik, bir yandan tutarsız üretim unsurları ile diğer yandan tutarlı (kapitalist) bir üretim yapısı arasında yer almaktadır. Eğer gerçekten durum böyle olsaydı, toplumsal üretimimiz kapitalist üretimin tam olarak oluşturulmuş bir yapısı olarak tutarlılığa ulaştığında sömürgeciliğe bağımlılık sona erecekti. Bu şemada, sömürgeciliğe bağımlılık aşaması, kapitalist bir üretim tarzının tarihinde geçici bir aşama olacaktır. Öyle olsaydı, sömürgecilik, kapitalizmin gelişmesi için ülkelerimizde maddi bir temel oluşturacak ve bağımsızlık, sömürgeciliğin kendisi tarafından yaratılan kapitalist gelişme olanaklarının tarihsel olarak gerçekleşmesi olacaktı (Marx'ın güçler ve üretim ilişkileri arasındaki yapısal ilişkiye atıfta bulunduğu anlamda ‘maddi temel’ demek istiyoruz). Bu, kapitalist gelişmenin sömürgeleştirilmiş ülkelerin geçmesi gereken temel ve gerekli bir aşama olduğu sonucuna varmamızı sağlayacaktır. Bununla birlikte, tarih -özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem- bunun tam tersini göstermiştir. Tarihsel gerçeklik teoriyi doğrulamak ve bilimsel doğasını ölçmek için çok önemli olsa da, bu bağımlılık anlayışının (yani sömürge ilişkisi) tarihsel gerçeklik tarafından zayıf teorik temelini kısaca vurgulamak için doğrulanıp doğrulanmadığı sorusunu gündeme getirelim. Bu tür bir düşünce Marksist olduğunu iddia etse de, aslında Hegelci bir yapıdır, bu yüzden içsel mantıksal çelişkilerle doludur ve analiz ettiği tarihsel gerçekliği yansıtmaz Özellikle sömürge ilişkisine yanlış bir bakış açısına yol açan Hegel diyalektiğidir. Hegel diyalektiği, farklılıktan ziyade bir kimlik hareketidir. Kapsadığı her şey arasındaki farklılıkları ortaya çıkarmak yerine çözer. Bu nedenle, bu diyalektik, her ikisinin de tek bir yapısal birlik içinde geliştiği bir hareket olan iki yapı arasındaki farklılaşma hareketinde bir birlik göremez. İdealist bir diyalektik olarak, birliği yalnızca yapılardan değil, unsurlardan oluşan tek bir yapıda kavrar ve farklılaşabileceklerini ve eşitsiz hale gelebileceklerini imkânsız görür, çünkü tüm unsurlar gerçeklikte değil, düşüncede birleşik tek bir seviyede bulunur. Karmaşık ve farklılaşmış birliği aynı düşünce birliğine çözen bir düşünce tarzı olarak, Hegel diyalektiğinin idealist özü, farklılaşmış yapısal birliğin içinde gerçekliği yakalamayı imkânsız kılar. Tek başına Marksist diyalektik, sömürge ilişkisinin yapısını, birbirleriyle yapısal bir birlik içinde bağlı kalırken farklılaşmaya devam eden iki yapıdan oluşan farklılaşmış bir birlik olarak ortaya çıkarabilir. Her yapı bir bütün olarak bu farklılaşma hareketinden diğeriyle olan ilişkisinde geçer, tıpkı bu hareket farklılaşmaya devam ettikçe her ikisinde de çalışır. Marksist diyalektik bunu ortaya koymaktadır, çünkü onun temelinde, çelişkilerin birliğine bağlı bir farklılaşma ve düzensizlik hareketi olan gerçekliğin hareketi vardır.
MEHDİ AMEL 1. BÖLÜM
YORUM GÖNDER