ETİK-ESTETİK ÜZERİNE 1.BÖLÜM
KÖTÜ VE ÇİRKİN YAŞAM YOLUNDA İYİ VE GÜZEL YAŞANMAZ ‘Yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak’ ilkesine bağlılığım, doğuştan ölüme veya sonsuzluğa kadardır. Sevgi ve saygı, estetik ve özgür ahlâkla mümkündür. Bunun merkezine kadını oturtmam doğrudur. Özgürlük eylemiyle doğan özgür kadının ve etrafında gelişen yaşamın en güzelce ve dostça olacağından kuşku duymadım. Komplekse düşmedim. Erkek egemenlikli din ve toplum yerine, kadının en azından eşitliğini gözeten tanrıça ağırlıklı din ve toplum anlayışına büyük anlam verdim. Bunun oluşması için büyük bir kadın özgürlüğü ve aşkının işçiliğini yürüttüm. Hiçbir kadına, dolayısıyla insana mülk gözüyle bakmadım, baktırmadım. Bu yolumda da doğruluğundan, ahlâki ve estetik değerinden hiç taviz vermeden sonsuza kadar yürümem, karakter oluşumumun doğal bir sonucudur. Yanlış yaşam yolunda DOĞRU yaşanmaz. Kötü ve çirkin yaşam yolunda da İYİ ve GÜZEL yaşanmaz. Yaşam için krizler ve savaşlardan da daha ağır bir felaket, hakikat algısından köklü kopuşlara yol açan sanal yaşam kutularına kölece bağlanmadır; çoktan çizilmiş yanlış, çirkin ve kötü yolda yaşamadır. Yaşamın doğruya getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur. Toplumsal sorun kolektif sorundur. İşte ben bunun için etik ve estetiği önerdim. Kadın ahlâki ve politik toplumun asal öğesi olarak özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme ışığında yaşamın etiği ve estetiği açısından da hayati rol oynar. Etik ve estetik bilimi kadın biliminin ayrılmaz parçasıdır. Yaşamdaki ağır sorumluluğu nedeniyle kadının tüm etik ve estetik konularda hem düşünce hem de uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler sağlayacağı tartışmasızdır. Kadının yaşamla bağı erkeğinkine göre çok daha kapsamlıdır. Duygusal zekâ boyutunun gelişkinliği bununla ilgilidir. Dolayısıyla yaşamın güzelleştirilmesi olarak estetik, kadın açısından varoluşsal bir konudur. Güzellik sosyolojik bir olaydır, en çirkin olanın bile en güzel olması mümkündür. Meseleyi salt bedene indirgemek yanlıştır. Bedeni en güzel kılmaya çalışanları, bunun için estetik yapanları ve kozmetik kullananları izliyoruz. Sözde en güzel hale getirilenlerin bile üç ayda maymuna döndüklerini görüyoruz. Kadının kendi şahsında güzelliğini estetik olarak belirledim. Etik meselesine de gelince, “Ben benim” diyeceksiniz. Kendi kendinizin olacaksınız. Ahlâkın teorisi olarak etik veya ahlâkiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlâkı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevi doğru ortaya konulması gereken ahlâk temel yaşam ilkesi haline gelene dek önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır. Etik açıdan da kadının sorumluluğu daha kapsamlıdır. İnsan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırmada kadının ahlâki ve politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranma doğası gereğidir. Tabii erkeğin kuklası ve gölgesi kadından bahsetmiyorum. Söz konusu olan özgür, eşit ve demokratikleşmeyi özümsemiş kadındır. Etik-estetik ilişkisini gül-diken ilişkisi üzerinden de geliştirebiliriz. Gül estetik ise, dikenler de onun etiği, ahlakıdır. Etiği olmayan bir estetik olamayacağı gibi, estetiği olmayan bir etik de söz konusu olamaz. Olursa modernitenin açığa çıkardığı hiçbir etik ve estetik değer taşımayan ucubelikler gibi olur. Etik ve estetiki toplumsal bağlamda ele almak lazım. İyi, güzel, doğru ve ahlaki olanın toplumsal anlamda karşılığı nedir, ne anlama gelir? Siyasal, sosyal, ekonomik ve benzeri tüm alanlarda etik ve estetik olanı Kürt gerçeği temelinde açığa çıkarmaktan, tamamlamaktan söz ediyorum. Yoksa sözünü ettiğim artistik anlamda modernitenin şekillendirdiği bir estetik anlayışı değildir. Toplumsal hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe daha doğru, iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Etik, adil ve politik olmayan yaşam toplumsallık açısından yaşanmaması gereken bir yaşamdır. Genelde uygarlık ve özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik baskı ve sömürü tekelleriyle, köleliğin her biçimine bulanmış, bol yalanlı, demagojik ve bireyci yaşamlarla yanlış yaşamayı mümkün kılar ve kabul ettirir. Toplumsal sorun denen gelişmeler de böyle ortaya çıkar. Bilinebildiği kadarıyla insan toplumu mahlûkat içinde en gelişmiş vicdana sahip biricik varlıktır. Kutsal gelenekte bu husus “İnsan eşref-i mahlûkattır” biçiminde deyimlenir. İnsanın toplum doğası bu özelliğini temelde din, felsefe, sanat ve bilimsel etkinliklerle gerçekleştirir. Vicdanın kendisi kurt-kuzu ikilemini aşma gücünü ifade eder. İnsanın toplumdaki bu konumu eşsizdir. Toplumsal sorunların çözümünde vicdan en büyük silahtır. İnsan bireyini, onun vicdanını mümkün kılan toplumsal varlığıdır, toplumsal vicdandır. Toplumsuz birey düşünülemeyeceği gibi vicdansız toplum da düşünülemez. Ahlâktaki ‘iyi’-‘kötü’ ayrımı uygar toplumdaki temel sosyal bölünmeyle bağlantılıdır. Bir yönüyle çıkar grupları arasındaki mesafeyi açıklar. Genelde ise ‘iyi ve kötü toplum’ ayrımını ifade eder. Özü toplumculuktur. Topluma bağlılık iyi ahlâkı, toplumdan uzaklık ve onun değerleriyle çelişme ise kötülüğü ifade eder. Toplumsal kuruluş başlangıçtan itibaren ahlaki karakterlidir. Yani toplumu düzenlenleyen kurallara kutsallık atfedilir ve gönüllü temelde bağlanılır. Toplumun ‘ilk anayasası’ ahlâk kurallarıdır. Toplumun özünde ahlâk vardır. Ahlaki temelini yitiren toplum dağılmaktan kurtulamaz. Toplumsal kurallar ise özünde toplumun kimliğine, tanrısal varlığına ve diline bağlı olmayı, sanki tek bir canmışçasına diğer üyelerine bağlılığı ve gerektiğinde onlar için ölümü göze almayı öngörür. Toplumun dışına atılmak zaten ölümle eştir. Kapitalist modernitenin yarattığı dünyaya bakın; yaşam her yönüyle kirletilmiş, insan insan olmaktan çıkartılmış. Kadını sahte, erkeği sahte, tarih ve dinler, kutsal kitaplar iktidar yalanlarının araçları haline getirilmiş. Ahlak, vicdan ve adalet gibi toplumsal değerler başta olmak üzere iğfale uğramayan tek bir değer bırakılmamış. Ben insanım diyen biri böyle bir ihanet zemininde nefes alabilir mi? Dipsiz ve karanlık bir kuyunun dibindeki biri için, kuyudan çıkmak için uzatılan ip ne ise, benim için de gerçek odur. Nasıl ki kuyunun dibindeki insan can havliyle bu ipe sımsıkı sarılıyorsa, biz de gerçeğe öyle sarılmalıyız. Umut dediğiniz şey de budur, gerçeğin yarattığı farkına varma, bilinçlenme ve bunun aydınlanmasında geleceğe yürüme gücüdür. Bunun iradesinin ve eyleminin açığa çıkmasıdır. Çoğu mutluluk, ekonomik idare, rahat bir yaşam arıyor. Yalnız dünya güzellikleri ile rahat olamazsınız. Kirli ruhlar rahat değiller. Çağın olanaklarından yararlanıyorlar, ama rahat değiller. Rahatlığı emecek bir ruh yok. Çünkü vicdan sorunlarını çözmüş değiller. Çok iddialı olanlar birkaç ipucu yakalayabilirler. Zihniyet ve ruhsal dünyanızda ciddi sorunları yaşıyorsunuz. Büyük bir vicdan, ahlak ve kültür devrimine ihtiyacınız var. Acıları ve sevgileri doğru temelde anlamanız için büyük bir vicdan devrimine ihtiyacınız var. Bu coğrafyada kan kültüründen sevgi kültürüne nasıl geçiş yapılır? Ayrılıkçılığın, aşiret, kabile ve milliyetçilik zevkinin doğurduğu vicdan sorunları nasıl aşılır? Filistin’de de yaşanan budur. Ortadoğu Rönesansı ile biz bunu açmaya çalıştık. Mezopotamya kültüründe bu mümkündür. Eskiler 40 yıl çile çekmek derler. Benim 40-50 yıllık yaşamım çile çekmedir. Bunu sizin hissetmeniz çok zor. Bana acı veriyor. İnsanın vicdan ve yürek devrimi olmazsa güçlü olmayacaktır. Vicdan devrimini doğru anlamadan, güçlü politika yapamazsınız. Özgür bir insan olmak için sürekli bir gelişmenin sahibi olmak gerekiyor. Anın devrimcisi olmak önemlidir. Bu anlamıyla kendini aşamayanın gençleşmesi mümkün değil. Üretmeyenin, bir ürün ortaya çıkarmakta uzak kalanın, ilerleme kaydetmeyenin beyni keçeleşiyor, giderek donup kalıyor ve zamanla çürümeye yüz tutuyor. Yani gelişme kaydetmeyen hızlı yaşlanıyor. Ben planlı yaşıyorum. Her dakikamı, her saniyemi değerlendiriyorum. Yirmi dört saat beynimi çalışır halde tutuyorum. Siz ise yirmi dört saatte bir düşünüyorsunuz. Yani zaman tasfiyesi yaşıyorsunuz. Devrimci zamanı çoğaltmasını bilmediğiniz için gelişemiyorsunuz. Bunun adı kocamadır. İnsanın kendisini sürekli yaşama hazırlaması lazım. Aynı kalınarak yaşanmaz. Ben böyle yaşamadım. Bu biçimde yaşanmaz, yaşanmayacak. Yaşlılık ve gençlik de sosyolojik bir olaydır. On altı yaşında kocamak mümkünken, yetmiş yaşında çok genç kalmak olasıdır. Sürekli değişim halinde olanların genç kaldıklarını, genç yaşadıklarını yaşayarak görüyoruz. Hep yeni kalmak ise her koşul altında mutlaka gerçeğe bağlı olarak hareket etmek ve gerçeğe müdahale edebilmenin koşullarını yaratabilmek demektir. Ben yaş olarak hepinizden ileriyim, ama sosyolojik olarak hepinizden çok gencim. Gerçekten de kendimi çok dinamik hissediyorum. Çünkü her daim amaçlı, hedefli yaşıyorum. Bütün hesaplarım eşit, özgür ve paylaşımcı bir topluma çıkar. Her halükarda nicel birikimleri ve nitel patlamaları ya da değişim ve dönüşüm anlarını düşünerek yürüyorum.Belirttiğim gibi gençlik ve yaşlılık fiziksel zamanın uzunluk ve kısalığıyla bağlantılı değil. Kapitalist tekellerin yaşam tarzına karşı alternatif yaşam geliştiremeyenler, sistemin ideolojik saldırısına açık olanlar çok çabuk çürüyor ve düşünceleri erkenden yaşlanıyor. Genelde modernite, özelde demokratik modernite tartışmaları hakikat algımızı yeniden geliştirebilir. Yanlış, çirkin ve kötü yollarda heba olan yaşamlardan kopup doğru, güzel ve iyi yaşam yollarına yönelebiliriz. Bunun için demokratik modernitenin zihniyet devrimiyle, toplumsallaşan felsefe, sanat ve bilim yoluyla hakikat algımızı güçlendirip doğru, iyi ve güzel yaşamı gerçekleştirebiliriz. Zerdüştlüğün üç ilkesi var; doğru düşün, güzel söyle, sağlam yap. Doğru düşün, bilime, ikincisi, sanata, üçüncüsü, ahlaka vurgu yapıyor. Bu üç ilke güncelleştirilerek güzel bir ahlaka ulaşılabilir. BİLİMİN ETİKTEN YOKSUN GELİŞMESİ, ÇAĞDAŞ HASTALIKLARIN TEMELİDİR: Günümüzün bilim ve tekniğine dayalı sömürü ve baskı düzenlerinin devasa boyutlara ulaşmasının en temel nedeni, şüphesiz işkenceli yöntemden ziyade, esasta bilimin yapılış ve kullanılış tarzıyla bağlantılıdır. Bilim ve bilimin temsilcileri bu durumdan kesinlikle sorumludur. Bunların Sümer rahiplerinin Sümer devleti ve uygarlığından sorumlu olmaktan daha fazla sorumlu tutulmaları büyük önem taşımaktadır. Çağımızda başta iki dünya savaşı olmak üzere tüm savaşlarda, yoksulluk, çevre kirliliği, cinsler arası eşitsizlik, nükleer dehşet dengesi, nüfus fazlalığı, teknoloji çıldırması gibi konular esas olmak üzere, ortaya çıkan ağır sorunlarda bilim yapma tarzı ve temsilciliğinin sorumluluğu politikacı ve askeri komutanlardan daha az değil, daha fazladır. Bu gidişata bilim rahipleri geçit vermişlerdir. Günümüze doğru üniversiteler, Sümer ve Ortaçağların tapınaklarından daha az olmayan, tutucu ve bencil anlamda çağa karşı büyük sorumsuzluk içine düşmüşlerdir. Bol bol ilkçağları ve ortaçağları suçlayıp kendini vaftiz etmek, hem de bunu ‘bilimsel yöntem’ suyuyla gerçekleştirmek, herhalde fazla temizleyici ve arındırıcı bir değere sahip değildir. Bu bir abartma değildir. Tüm kıyaslamalar, 20. yüzyılın insanda gerçekleştirdiği imha, işkence, açlık ve hastalıkların diğer tüm yüzyılların toplamından fazla olduğunu göstermektedir. Bununla şu kanıtlanıyor: Eğer gerçekten tarih ve toplum karşısında sorumluluk duyuluyorsa, çağımızın temel paradigmaları, dayandıkları yöntemler, ortaya serdikleri eserler, bilim tarzını ve özellikle uygulanmasını köklü bir özeleştiriden geçirilmek zorundadır. Bu görev başarıyla yerine getirilmedikçe, hiçbir rahip veya büyücü sınıfın kötülüklerinden daha az bir kötülüğe yol açmadıkları suçlama ve yargılamasından kurtulamayacaklardır. Bunun için en başta yapılması gereken şey, tarihsel ve toplumsal yaklaşımın doğrultulması ve temel derslerine, etik, ahlâki sonuçlarına mutlaka bağlı kalınmasıdır. Aksi halde kontrolden çıkan bir büyü ve sapkın tarikat, bir Çernobil’den ve Hiroşima’dan daha yıkıcı ve acı veren durumda olmadığı gibi, bir büyücü ve din adamı da bir bilim adamından daha tehlikeli değildir. Bilimci softalığından ciddi kuşkularım var. Kendimi yanlış anlamamanızı dileyerek belirteyim ki, üslubum biraz peygamberce veya bilgecedir. Şunu demek istiyorum: Mitolojik, felsefi, dini, bilimsel ve estetik-ahlaki realiteyi iç içe vermeyi daha insancıl buluyorum. Çağımız bilimi korkunç ölçüde kadavrasaldır. Sınırsız parçalayarak incelemeyi ahlaken de tehlikeli buluyorum. Bana göre insanlığın kuruluş geleneği sonuna kadar belirleyici olmak durumundadır. Bu yüzden totemik, mitolojik anlatımı küçümseyemeyiz, küçümsersek kökünden koparılmış insanı kabul etmiş oluruz.Bu tehlikelidir. Kutsal Kitabın –Kur’an da dahil– insanlık öyküsü günümüz bilimince rahatlıkla çürütülebilir. Fakat ondaki asla saygısızlık edilmemesi gereken yanı, geleneğe iman derecesinde değer vermesidir. Gelenekten şunu anlıyorum: Evrensel oluşumun insanlaşmasına ve oradan günümüze kadar yaşanan her şey aynı zamanda KAOS aralığına, yani özgürleşme, yaratıcılık olgusuna da inanıyorum. Yani geleneği değiştirebiliriz. Tanrısallığın özü de budur. Bu tanrısallığın yaratıcı insan olduğu açıktır. Toplumsal anlamda bu sözcüğü kullanıyorum. Şunu demek istiyorum: Tahribe yol açan ve acı veren her gelişmenin arkasında moral değerden çoktan kopmuş, neye ve kime hizmet ettiğini sorgulamaksızın kabul eden bilim adamının masasında gerçekleşen bir plan ve program vardır. Bunun da arkasında büyük yanlışlıklar, ölçüsüzlükler ve adaletsizlikler yatan sakat bir tarih ve toplum anlayışı bulunmaktadır. Bilim bu büyük sorunları çözmeden, bu ağır suçlamadan ve eleştiriden
kurtulamayacaktır. Çünkü varolan gerçeklik haklı eleştirinin ta kendisidir. Bilim ve tekniğin etik ve ahlâktan çok önde gitmesi, aslında en tehlikeli gelişmelerin zihniyet yapısını yaratmaktadır. Ahlâki kaygı taşımayan bilim, siyaset ve ekonomiyle ilkesiz ittifak edince; birinci ve ikinci dünya savaşları, çok sayıda anlamsız bölge savaşı, atom bombasını kullanma, nükleer dehşet dengesine yol açma, çevreyi yaşanmaz duruma getirme, tehlikeli nüfus artışları gibi her birisi tek başına insanlığı uçuruma götürebilecek sonuçlara yol açabilmiştir. Daha nerede durulacağı da kestirilememektedir. Şüphesiz mitolojik ve dinsel temelli ahlâkın yol açtığı vahim durumlar da bilinmektedir. Ahlâkın kendi başına bir güç teşkil etmediği, genel toplum davranışı olarak rol oynadığı açıktır. Ama yine de boş bırakılması, bilim çağının en büyük eksikliğidir. Kesinlikle bilim etiğine ihtiyaç vardır. Bilimin etikten yoksun gelişmesi, çağdaş hastalıkların temelidir. Dinin zayıflaması bu süreci daha da tehlikeli kılmıştır. Bilimin özenle kendi ahlâkını, hatta en yüce otorite olarak devletlerin bile üstünde bir güç ve konum ifade eden bilim ahlâkı örgütünü kurup işletmesi gerekir. Sivil toplum gerçeği bu noksanlığın itirafı olup son derece yetersizdir. Sivil toplumun daha da geliştirilmesi zorunlu olmakla birlikte, bilim ahlâkının oluşturulması ve uygulama gücü olan bir otoriteye kavuşturulması, çağımızdaki BM’den de önemli bir kurumu olarak değerlendirilmelidir. Gerçek insanlık ve enternasyonalizm böylesi kurumların gücüyle anlam bulur. Devletlerin ve dayandıkları tüm kurumların amansız ekonomik ve siyasal çıkarlarının mevcut halleriyle insanlığı daha da uçuruma taşımaları kaçınılmazdır. Günümüzün aşırı ekonomik ve siyasal hesaplı yaklaşımları etik, ahlâk kaygılarını tamamen göz ardı edebilecek bir noktaya kadar taşırmaktadır. Siyaset öngörü ve derinlik sanatıdır. Ustalık gerektirir. Ustalık gösteremeyecekseniz bu işe hiç girmeyin derim. Ama giriyorsunuz. O zaman muazzam dikkat ve duyarlılık göstereceksiniz. Mesele etik-estetikten açılıp toplumsallığa uzanınca, kabul edeceğiniz üzere siyasetle ilişkisini kurmadan yola devam etmek neredeyse mümkün olmuyor. Etik ve estetik siyasal bilinçle ilişkilidir; siyaset yapma ahlakı temelinde güzel, iyi, doğru ve özgür olanı açığa çıkarmaktır. Bu öyle sandığınız gibi kolay ve kendiliğinden gelişmiyor. Mesela birçoğunuz siyaset yaptığınızı sanıyorsunuz. Ama ne kadar gerçek bir Kürt olduğunuzu kendinize sormuş bile değilsiniz. Kürt gerçeğini bilmeyen, kavramayan ve yaşamayan biri Kürtler için ne kadar siyaset yapabilir? Basit gibi görünse de bunlar can alıcı sorulardır. Kürt tarihini, Kürt sosyolojisini ve Kürt’ün güncel gerçeğini bilmeden siyaset yapma iddiasında bulunanlar ancak bugün siyaset sahnesindeki çaresiz figüranlar gibi olabilirler. Bu bir yerde sizin de çaresizliğiniz ve çözümsüzlüğünüz oluyor. Bunu iyi bileceksiniz. siyaseti anı anına yaşayanlar her gün kendilerine yüzlerce soru sorar ve yüzlerce cevap geliştirirler. Bir saniye bile kendilerini düşünmez, zamanı asla boşa harcamazlar. Braidwood, “Dünyanın hiçbir yerinde yaşam Toros-Zagros dağ silsilelerinin kavisli eteklerindeki yaşam kadar anlamlı olamaz” der. Çok uzak bir kültürde yetişmiş olan bu insana acaba ne tür hisler bu sözü söylettirdi? Uygarlığı iyi tanıyan bir arkeolog ve tarihçi olarak, neden en anlamlı yaşamı bu kültürel sahada görüyor? Hâlbuki buraların bugünkü yaşayanları Avrupa’daki en düşük bir ücret için bile kırk takla atıp vebadan kaçar gibi bu topraklardan kaçmak istiyorlar. Hiçbir kutsalları ve estetik değerleri kalmamış, bu değerler bir daha elde edilemeyecekmiş gibi göçü kader olarak karşılıyorlar. Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz bir aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir. Bunu önlemenin yolu bir yanı etik, bir yanı bilim olan ve ayrılmaz bir bütün olan gelenekle politik mücadeleyi yürütmektir. Sistemin krizinden bu sorumlulukla daha özgür ve eşitliğe dayalı bir yaşam yürüyüşünü, onun dünyasını yaratabiliriz. Açık ki başarılı bir zihniyet aydınlanması tarihin özlü genel kavrayışı kadar, çağdaş bilim ve felsefenin ufkunu yakalamayı da önkoşul sayar. Batı bilim ve felsefesini özümsemeden, tarihle buluşturup sentez oluşturma imkânı yoktur. Bu iş öyle İslamcılıkla, Budacılıkla yürüyecek bir iş değildir. Savunmamda taslak niteliğinde de olsa Batı zihniyeti ile körce olmayan bir çatışma vardır. Çok özlü ve dürüst ulaşmaya çalışıyorum. Benim için Batı zihniyeti ile tatmin olmak mümkün görünmemektedir. Çok büyük moral zaafları var. Ama olağanüstü bilimsel bilgi derinliği var. En kıskandığım taraf bunu başarma yetenekleridir. Bu yüzden saygı duyuyorum. Bununla birlikte çok büyük bir hastalığın veya noksanlığın bu alandan kaynaklandığına eminim. Moral, etik olarak çağdaş bir rahip olmaktan öte bir değerleri olmadığı kanısındayım. Bu zaaflarını giderebileceklerini sanmıyorum. Doğayı ve toplumu adeta yercesine bu kadar amansız yaklaşmak ürküntü veriyor. Bilmek kadar bir etik değeri de yaratmalıydılar. Sistemi etiksiz bırakmak nasıl vicdanlarına, aydın zihinlerine sığdı? Kim, ne onları etkisiz kıldı? Belki de çoktan iktidar onları satın almıştır. Bilim sınıfı, işçilerden daha kötü patronajdır, bağımlıdır. Umutsuzluğumun nedeni budur. Halbuki Rönesans’ta ne yaman direnişçiydiler. Giordano Bruno’yu ne kadar güncelleştirebiliriz? Yine Sokrates’i seslendirebilir miyiz? Hiç kimse bu büyük zihniyetlerin yitik olduğunu iddia edemez. Etmemesi ve yaşatılması gerekir. Mevlana, Hallacı Mansur, Mani, Sühreverdi gibilerinin de canlandırılması gerekir. Peygambercenin ruhunu, özünü de çağdaşlaştırmak gerekir. Onların bir anlamda ölmediklerini bilerek ve gerçek temsillerini yaparak yaşamak gerekir. Bu halkalar gerekli güncel zihniyete bizi yakınlaştırabilir. Çağımızın soy değerlerini ayırt edebilirim. Fakat kötü yenilenleri canlandırmak pek yaratıcı etki bırakmayacaktır. Açıklamaya çalıştığım şey, yöntemin mutlaka toplumsal doğaya, özellikle bu doğanın temel varoluş hali olan, öyle olduğuna inandığım ve emin olduğum ahlâki ve politik topluma dayanması gerektiğidir. Ahlâki ve politik toplumla bağlantısı olmayan tüm düşünce ekolleri ile bilim, felsefe ve sanat akımlarının sakat doğduklarını ve er ya da geç sakıncalara yol açacaklarını belirtmeye çalışıyorum. Bağlı kalınması gereken tüm yöntemlerin ve bilgi, etik ve estetik ürünlerinin mutlaka ahlâki ve politik toplumu esas almalarını ilk koşul olarak belirliyorum. Bu ilk koşul dışında oluşan tüm yöntem, bilgi, etik ve estetiğin güvenilmez ve sakat olduğuna, yanlışlıklarla yüklü, çirkin ve kötülüklerle dolu olacağına dikkatleri çekmek istiyorum. Bu hususların sadece şahsi kanı ve düşüncelerim olmadığını, hakikat yolunda temel norm değerinde olduklarını ısrarla açıklıyorum. HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN 1.BÖLÜM
|
YORUM GÖNDER