1 MAYIS, SOSYALİZM VE PKK’DE GELİŞEN EVRENSEL ÇÖZÜM (1.BÖLÜM)
Çağdaş dünyamızın 1 Mayıs geleneğini iki bine beş kala yaşamaya, değerlendirmeye ve emekçiler içinde mücadele ve dayanışma günü olarak kutlamaya çalışırken; bunu partimizin sosyalist mücadele gerçeğinde görmek, göstermek güncel anlamda da büyük önem taşıyor. Emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin, hiç şüphesiz bir dünyası, bir dünyaya bakış açıları, çıkarları, ona dayalı dayanışma, örgütlenme ve mücadeleleri, tarihin başlangıcından beri sürüp gelmektedir. Sosyalizm mücadele tarihi, insanlık var oldukça, böyle devam edip gidecektir. Oldukça bilimsel bir temele kavuşan bir insan toplumunun yaşamı, günümüzde de büyük çelişkiler içinde çalkalanmaktadır. Ne vahşi hayvanı aratmayan cinsten insanlık içinde ortaya çıkan canavarca yaklaşımlar, ne de cennet ütopyaları amaçlarına ulaşmaktan uzaktırlar. Toplumsal ülküler kadar, toplumun aleyhine çok aşırı bireyci çılgınlıkları, zıtlaşmaları keskinleştirerek sürdürüyorlar.
Toplumsallık, insana özgü, onsuz olunmayacak bir varlık biçimidir.
Zaten kavgada burada başlıyor. Toplumsallık ne kadar birey için geçerlidir? Bireyin toplum içindeki özgürleşmesi, toplum için ne kadar gereklidir? Çelişkinin özü bu. Bunun için çeşitli ideolojileri, çok çeşitli çözümleri sürekli geliştirerek günümüze kadar, işte bilime yakın sosyalist yaklaşımlara kadar gelişebilmişlerdir. Toplumsal çözümleme sadece sosyalizmle olmamış, ama bilimsel ifadeye en yakını sosyalizm oluyor, daha önceleri de hemen hemen bütün dinler, sihirler, hatta bir çok başka tür düşünce, insanın toplumsallaşma gerçeğine olumlu veya olumsuz yönlerde etkide bulunmuşlardır. Gericilik-ilericilik kavgası, karanlık-aydınlık düşüncesi, dostluk-düşmanlık yaklaşımları hep bu çelişkinin ürünüdür. Öyle anlaşılıyor ki, insanlık tarihi boyunca –onun artık ne iradesi dahilinde olur, ne kadar iradesi dışında olur- sonuçlanıncaya kadar sürüp gidecektir.
Bu genel kavramları şunun için belirtiyoruz; özellikle günümüzde haksız, sömürücü konumdaki kişileri, sosyal sınıf veya tabakalarca, bu çıkarlarını örtbas etmek için ısrarla ve gittikçe yoğun olarak bastırdıkları propagandayla, sosyalizmin sonunun geldiği, artık mutlak egemen olanın bu çıkarları dile getiren yaklaşımlar, propagandalar olduğu bir kadermiş gibi, kaçınılmazmış gibi tekrarlanmak isteniliyor. Baş emperyalist güçler, devletler, onların çeşitli düzeylerdeki ideologları fırsatı yakalamış iken, bunu tüm güçleriyle tam zafer için kesinleştirmek istiyorlar. Hele reel-sosyalizm, o yetmiş yıllık çok büyük bir gelişmeyi yaşayan sosyalizmin bir türünün çözülüşü veya aşılması durumu, bu iddiaları daha da güçlendirme biçiminde kullanılmaya çalışılmıştır.
Tarihin her döneminde böylesi süreçler yaşanılır. Çıkarcı, statükocu, daha çok ezen ve sömüren güçler “fırsattan istifade” deyip, kendi çıkarlarının sonsuza dek hakim olması gerekirmiş gibi, bütün hünerlerini konuştururlar. Dikkat edilemezse bayağı da başarılı olabilirler. Bu anlamda sosyal mücadeleler açısından güncel gerçekliği bütün yönleriyle, yine derinlikli kavramak önemlidir. Bütün dünya insanlığı için, ezilen, sömürülen kesimleri için, hiç şüphesiz bir yaşam anlayışları, dünya kavrayışları ve onun uğruna mücadeleleri olacaktır. Kurulan sosyalizm bunun bir aşamasıydı. Hatta önce de Fransız Devrimi’nde de vardı. Fransız Devrimi öncesinde de bütün devrimlerde, hatta İslam Devrimi’nde de vardı. Bütün bu devrimlerin en altta, en ezilenleri, sömürülenleri olduğu gibi, onların radikal dünya görüşleri veya savaşımları da olmuştur. Tarih boyunca hemen her halkta, her tarih kesitinde çok yaygın yaşanmıştır. Tabii bunlar günümüzün daha belirleyici olan gerçeklerini görmemizi engellemez. Ne abartmacı, ne inkarcı yaklaşımlarla gerçeği bütün yönleriyle değerlendirmekten uzak kalmamalıyız.
Şu da söylenebilir; ezilenler, emekçiler her zaman sığ düşünmeye, özellikle politik-felsefi düşünmemeye, bu konuda son derece hakim olan, sömürücü olanın izleyicisi biçiminde bırakılmaya özen gösterilmişlerdir. Kendi bağımsız ideolojik-politik gerçekliklerini görmek ve devrimle değiştirmek için ya zorla alıkonulurlar, ya da çoğunlukla kandırılarak alı konulurlar. Günlük yaşam endişeleri, gittikçe daha da zorlaşacak maddi yaşam koşulları, durumu, her zaman emekçilerin aleyhine kapatıyor. Bu, bugün de çok yaşanıyor. Ufuklu olmamak, güne dayatılması gereken adımı dayatmamak son derece yaygındır. Gerek dünyada, gerek özellikle Türkiye-Kürdistan gerçeğinde bu çok daha somuttur. Ve tarihte ezilenlerin lanetli gerçeği de böyle ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda bizim sıkça kullandığımız lanetli halk, lanetli sınıf gerçekliği de budur. Kendi egemenlerinin, kendi ezenlerinin kuyruğunda, onların çıkar ilişkilerini ağından kurtulamama, hatta ona yaltaklanma lanetli bir halk veya sınıf, kişi olma anlamına geliyor. Bu da her türlü düşkünlüğün, aşağılanmanın, hor-hakir görülmenin temel nedenidir. Kendi gerçekliğini özgürce görememek; kendi hakimlerinin, sömürücülerinin, bir anlamda düşmanlarının izinde yürümek, yaltaklanmak, hatta dalkavukluk etmek içine düşürülecek en aşağılık durumdur. Ahlaksızlığın temeli de budur. Her türlü kıt düşünmenin, hatta maddi olarak asgari çıkarlarını bile karşılayamamanın da nedeni kesinlikle budur. Israrla biz de bu noktada “iğrençlik, alçaklık” kelimelerini çok yaygın kullandık ve yerindedir. Bunda son derece ısrarlıyız. Bu anlamda sosyalizm ufkunu büyük bir kararlılıkla savunmak, bunu oldukça özgürce ve savaşarak yapmak önemlidir. Yaparken dogmatik olmamak, saplantılar içinde kalmamak çok önemlidir.
Çünkü toplumu bilimsel anlamda ancak emekçiler daha iyi anlayabilir. Hemen her emek dışı sınıf, yalana, her türlü dogmatizme başvurabilir. Çok çeşitli uydurmaları kalıcı ideolojilermiş gibi, hatta mutlakmış gibi dayatabilir. Ama tarihinin her döneminde olduğu gibi, emeğin sahibi olanlar, onun sonuçlarıyla yakından ilgilenenler ise, yeni devrimci olan ideolojiyi geliştirmekte zorluk çekmezler, bunda kararlıdırlar ve ortaya da çıkarırlar. Günümüz sosyalizm tartışmalarında en çok yetmiş yılı aşkın ve oldukça da dünyanın büyük bir kısmını etkileyen, kurulup da bugün çözülen veya aşılan sosyalizm tartışılıyor. Buna bir kez daha değinmekte yarar olabilir. Biz bu sosyalizmi genel olarak da değerlendirebiliriz. Sosyalizmin her şeyiymiş gibi, bu kurulmuş sosyalizmi değerlendirmek büyük bir darlığı içerir. Zaten Leninizm’in de esas itibarıyla politik-taktik yanı ağır basan yaklaşımları göz önüne getirildiğinde, bunu sosyalizm tarihinde bir taktik aşama olarak değerlendirmek en uygunudur. Nedir bu aşamanın en temel özellikleri?
Kapitalist-emperyalizmin çok açık çelişkileri ve insanlık için gerçekten o iki dünya savaşını dayatması var. Öncesinde de birçok anlamsız savaş, dünyanın halkları aleyhine bölüşülmesi, emekçileri üzerinde yine çok kaba sömürü biçimlerinin sürüp gitmesi, bu arada bilimin, tekniğin çok hızlı gelişmesi, emekçilerin bu temelde hızlı bir uyanışa, yine ulusların, halkların hızlı uyanışı ve uluslaşmaya yönelmeleri çağında Leninizm büyük bir özgürlük hareketinin adı oluyor. Ve gerçekten de çok büyük bir etkinliğe yol açıyor. Denilebilir ki; 20. yüzyıl Leninist yüzyılıdır. Her ne kadar günümüzde “gözden düştü” deniliyorsa da, aslında yüzyılı bütünüyle etkileyen Leninizm’dir. Başlangıcında iyi biliyoruz ki, bilimsel-sosyalizm Marks-Engels’le büyük bir aşama kaydetmiştir. Özellikle dünya görüşü daha bilimselleşmiş ve örgütlenmeye doğru da yol almıştı. Ama politik-taktik anlamda fazla gelişmiş değildi. Özellikle Paris Komünü deneyimin de olsun, buna benzer bazı ayaklanmalarda olsun etkisi çok sınırlıydı. Leninizm, ona bu politik-taktiği usta bir biçimde yerleştirdi ve dünyanın devrimle değiştirilmesine, sosyalist devrimin geliştirilmesine büyük bir ivme kazandırdı. Onun ideolojik-moral yönlerine hiç şüphesiz fazla öncelik tanımadığı gibi, eski sömürücü dünyanın ve en başta da kapitalist-emperyalizmin etkilerini de çok yönlü gözden geçirip, çözümleyecek durumda değildi.
Onun kurtarmak istediği; çok kaba sömürü ve baskı düzenini aşıp, emekçiler, halklar için biraz daha uygun yaşam dünyasını yaratmaktı. Ve bunda da aslında başarılı olunmuştur. Biz, bu anlamda reel-sosyalizmin öyle tümüyle çözüldüğü, başarısız kaldığını söyleyemeyiz. Bu büyük bir yalan olur. Hiç şüphesiz sosyalizmle bağdaşmayan yetersizlikleri, yanlışlıkları oldukça fazla olmakla birlikte, emekçilerin özgürleşmesinde, maddi ve manevi gelişimlerinde çok büyük bir aşamayı ifade eder.
Aynı biçimde halkların uluslaşmasında ve özgür, bağımsız gelişiminde de Leninizm gerçekten tarihin en önemli bir aşamasını ifade eder. Veya sosyalizmin bu aşaması, bu anlamda oldukça büyük başarılarla doludur. “Peki çözülen, aşılan gibi gözüken nedir?” denildiğinde, bu, aslında kendini yenileyememesi, yeniden güncelleştirememesi, yeni sorunları ve çözüm yollarını görememesi biçiminde formüle edilebilir. Yüzyılın başlangıcındaki program aslında az-çok Sovyet deneyiminde uygulandı ve başarıldı. Örneğin asrın son çeyreğinde komünizme bile ulaşmaktan bahsediliyordu. Bunun bir hayal olduğu, abartma olduğunu daha o zaman biz kendimiz görebiliyorduk. Kapitalist-emperyalist dünyanın o kadar güçlü olduğu ve hatta daha önceki köleci toplum biçimlerinin bile yaygın yaşandığı, hele bireyde yaygın yaşandığı bir süreçte komünist iddialardan bahsetmek kendini abartmak, yanıltmaktır.
Bununla anlaşılması gereken; Leninist taktiğin sonu veya görevini yerine getirerek yeni bir aşamanın eşiğine getirmesidir. İşte daha geçenlerde özellikle Türkiye’yi de ilginç bir biçimde dolaşan bir Gorbaçov var. Bu çözülüş işinde adından en çok bahsedilen kişidir. Anlayarak veya anlamayarak da olsa bu çelişkiyi aslında yaşıyor. Belki de söylemeye çalışıyor. Fazla kanıtlamaya gerek yok ki, halkların özgürlük düzeyi 19. yüzyılla kıyaslanamaz bir biçimde ilerledi. Yine emekçilerin özgürlük düzeyi de hakeza kıyaslanmaz bir biçimde ilerledi. Bunlar tamamen bilimsel-sosyalizmin, onun en önemli Leninist pratik-taktik başarılarının bir sonucudur.
Bunda hiç şüphesiz kurulan partiler vardır. Özellikle bu partilerin mücadele taktikleri vardır. Hepsi de Leninizm de kapsamlı işlenmiştir. Ama günümüze doğru geldiğimizde artık alınması gereken mesafe alınmış, ulaşılması gereken hedeflere az-çok ulaşılmış, yeni hedefler belirlemek gerekiyor. Bu da insanlığın güncel durumunu değerlendirmek, bundan yeni hedef-programları çıkarma, ya eski komünist partileri yenilemek, ya yenilerini kurmak, böylesine yeni bir aşamaya, evreye sosyalizmi ulaştırmaktı. Gerekli olan buydu. Fakat yeterince yapılmayan da buydu. Biraz da yapılması zordu. Çünkü Sovyetlerdeki devletleşme düzeyi buna engeldi. Asıl çelişki burada. Hiç şüphesiz sosyalizmin bu aşaması için devletleşme gerekliydi. Bu inkar edilemez, ama devletleşmenin bu kadar abartılması, büyütülmesi sosyalizmin özüyle çelişirdi.
Öyle anlaşılıyor ki, sosyalist bir devlet, hatta proletârya diktatörlüğü kurmak sosyalist bir toplum kurmak değildir. Sosyalist bir insan yaratmak hele hiç değildir. Yanılgı veya yanlışlık ağırlıklı olarak buradadır. İyi bir devlet kurmanın her şeye yeterli olacağı sanıldı. Ve neredeyse günümüzde devletçilik anlayışı en ultra düzeye kadar gelmiştir. Hemen herkes kutsalmış gibi “devlet, devlet çıkarı” diyor. Ama ilginçtir ki, bugün en çok da aşırı devletçilikten herkes şikayet ediyor. En çok devletçilik yapanlar, devletçilikten en çok çıkarı olanlar bugün devletçiliğe karşı çıkma gereği duyuyorlar. Bu sosyalizmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça ve kendiliğinden gösteriyor. Devletleşmeye en çok karşı duran aslında sosyalizmdi. Hatta devletin tükenişi, sönüşünü teorik olarak ifade etmiştir.
Diğer bütün sömürücü ideolojiler devletçiliğe çok kutsal yer verdiler. Sosyalizm yer vermez, ama tuhaftır, bugün de en çok liberal-kapitalizm yanlıları, en çok devletin aleyhine tartışma yürütüyorlar. Türkiye’de işte en çok kapitalist olanlar, özelleştirmeden, devletin küçültülmesinden bahsediyorlar. Aslında sosyalizmin yapması gereken işi, sosyalizm adına hem de yalanla, ikiyüzlüce ve biraz da daha kendini sürdürmek için yapıyorlar. Demek ki, her şeyden önce yeni güncel sosyalizm, bu devletçiliğe karşı, herhangi bir ideolojiden daha fazla çıkmak durumunda. Devletin küçültülmesini, söndürülüşünü, toplum üzerindeki, hatta birey üzerindeki çok tehlikeli, anlamsız ve gerçekten belki de baş çelişki durumunu görerek nasıl aşılacağını göstermesi gerekirdi. Yapılmayan biraz bu oluyor. Hatta Sovyet devlet aygıtı bu anlamda en temel bir engelleyici olarak karşımıza çıkıyor.
Hiç şüphesiz bunda eski sömürücü toplumların izleri var. Kapitalist-emperyalizmin dayatmaları etkili olmuştur; ama sosyalist iradenin bunu aşmaması esas belirleyici nedendir. Ve sorumlu tutulması gereken husustur. Sovyetlerde bile aslında bugün özelleştirmeden, bireyselleştirmeden, liberalizmden bahsedilmesinin nedeni bu. Öyle bir devlet yaratılmış ki, toplum altında nefes alamaz durumda. Bu anlamda aslında yapılan belki tümüyle kapitalizme dönüş değil, zaten kapitalizmin bir biçimi. Onun devletçi biçiminin abartılması buna yol açıyor.
Devlet kapitalizmini sosyalist sanma, bu duruma yol açmıştır. Bundan kurtulma, bireye daha fazla ağırlık verme, daha fazla liberalizm, daha fazla demokrasidir ki, bu, devlet kapitalizminin aşılmasıdır. Yoksa kapitalizmin geliştirilmesi filan değildir. Hiç şüphesiz bireysel kapitalizme de, özel kapitalizme de yol alınacak, ama tümüyle gidişatın bu olduğunu söylemek gerçekleri çarpıtmak demektir. Ama bu tartışma daha bitmemiş, Sovyet deneyimi bu açıdan yoğun tartışılmaya devam ediliyor. Ve onu izleyen modeller de, yeni adımı buluncaya kadar, aynen tartışılmaya, gözden geçirilmeye devam edilecektir. Ve tabii sorun, kurulan sosyalizmin sadece kendini gözden geçirmesi, yenilmesi değildir.
Kapitalist-emperyalist çelişkinin insanlığın başına yığdığı sorunlar hiç de 19. yüzyılın sonlarınkinden, yine 20. yüzyılın başlarınkinden daha az değildir. İnsanlık şimdi her zamankinden daha fazla büyük felaketlerle karşı karşıya bırakılmıştır. Kontrol altına alınamayan toplumsal süreçler söz konusu. Özellikle kapitalist ekonominin çevreyi, doğayı müthiş tahrip etmesi neredeyse dünyanın sonunu getirecek. Yine çok kontrolsüz toplum yapısını dünyaya sağdıramaz duruma getirmesi, bunda rol oynaması söz konusudur. İdeolojik-moral açıdan da insanları büyük bir umutsuzluk içinde bırakması, çok anlamsız biçimlendiği bir durumla yüz yüze getirmesi söz konusu. Bu gün ideologları da değerlendirme geliştiriyor. Bu, şu anlama geliyor; kapitalizm insanlıkta artık idealizm bırakmamıştır. İddia, umut bırakmamıştır.
Tarihin sonu demek; insanda iddianın, umudun tükenmesi demektir. Bu da eşittir kapitalizmdir. Kapitalizm artık ufuk, umut vermiyor. O zaman tam bu noktada ne gerekli? İnsanlığa umut, ufuk verecek ideoloji, o da olsa olsa sosyalizm olacak. Kendi sonunu insanlığın sonuymuş gibi, kendi tarihinin sonunu insanlık tarihinin sonuymuş gibi göstermek, her egemen ideolojinin bir özelliğidir. Kendisinden sonra hiçbir şeyin olmayacağını söylemek, yaşamları açısından gereklidir de. Bu her önemli çağda görülmüştür.
Bir dönemler belki de Roma kendini en yıkılmaz düzen olarak koyuyordu. Feodal imparatorluklar hakeza öyle. Birçok yine kapitalist imparatorluk da –bir ABD- kendini en son insanlık gibi yutturmaya çalışıyor. Ama gelişme doğanın bir yasasıdır. İnsanlığın sonunun gelmesi bu haliyle mümkün değil. Ne evler alt-üst oluyor, ne insan çok ciddi bir iç yıkımla, hastalıkla karşı karşıyadır. Sorunları, ideolojik-politiktir, sosyal-ekonomiktir. Çözümleri de hiç şüphesiz ideolojik-politik; sosyal ve ekonomik; kültürel, moral olacaktır. Burada kendini insanlığın kaderiyle en çok bağlantılı gören, onun kaderiyle ilgilenen, çözmek için kendini görevli hisseden tutumlar, davranışlar etkin olacaksa ki, bunda da toplumsallık, dolayısıyla sosyalizm, en iddialı olması gereken ve oldukça da bilimsel-ideolojik yaklaşımlardır. Bu temelde sosyalizm kendini yeniden formüle edebilir.
Kapitalizmin günümüzde gerçekten verebileceği fazla bir şey yok. Mesela bu serbest piyasa mekanizmalarına baktığımızda da, bütünüyle rant, faize dayalı bir sömürücü kesim oluşturmuştur. Kapitalizmin daha önceki yüzyıllarında üretimle, ticaretle ilgilenirlerdi. Şimdi üretim, ticaret, teknik bir tarafa bırakılmıştır, günlük piyasa, faiz endeks oranlarıyla oturup kalkıyorlar. Bunun üretimle hiçbir ilgisi yok. Kapitalizm bu kadar anlamsız, işlevsiz hale gelmiştir. Ve bütün iri, temel kapitalist ülkelerde bu piyasa, borsa oyunları egemendir. Bu da kapitalizmin tam başardığını değil, bir hiç durumuna geldiğini, anlamsızlaştığını gösterir. Borsa oyunlarıyla nereye varılabilir? Bu kumarın bir biçimidir. Onlar alıyor diğerine veriyor. El değiştiriyor sürekli. Bu da kumarın ta kendisidir.
Demek ki, kapitalizm günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için hiç yeni tanımlar yapmaya gerek yok. İyi bir kumarcılık düzeni, günümüzde kapitalizmi en iyi ifade ediyor. O halde tam da bu noktada, hiç şüphesiz bu büyük kumar, insanlık üzerinde oynanıyor. Trilyonlar dönüyor insanlık üzerinde. Ve bu trilyonlar dünya için felaket, insanlık için bir felakettir, bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın –Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesine eştir. O halde, eğer insanlıktan umut kesilmiyorsa, insanlığın daha umutlu ve iddialı olmasına inanılıyorsa, hiç şüphesiz onun yaratma eylemine bu kumar düzenini aşmaya da güç getirmesi gerektiği, bundan kaçınmak şurada kalsın, bir tutku halinde, yüksek idealizm ve de mücadeleyle buna yüklenmesi gerektiği açıktır.
Bugün başta hareketimiz olmak üzere devrimci hareketlere yakıştırılan tek ad, –sanki en büyük tehlikeymiş gibi- çok ucube bir biçimde yansıttıkları bir terörizm iddiasıdır. Özellikle ABD ideologları ve politikacıları “terörizm” deyip, oturup kalkıyorlar. Her şeyi bu sözcükle izah etmeye çalışıyorlar. Aslında en çok da kendilerini bu sözcükle değerlendirmek gerekir. En büyük teröristin ABD’nin politik güçleri ve ekonomik güçleri olduğunu söylemek yerindedir. Çünkü insanlığın başına en bela olan, en tehlikeli oyunu oynayan, dolayısıyla işkenceyi en amansız uygulayan bu bir avuç borsa teröristidir, politik teröristtir. Çünkü ellerinde müthiş yıkım silahları var. Her gün tehdit olarak elinde bulunduruyorlar. Zaman zaman da gözlerine kestirdikleri güçlere, halklara karşı kullanarak bu terörizmi müthiş uyguluyorlar. Biraz da Yavuz hırsız misali, yani hem bastırıyor, hem kendini güçlü gösteriyor.
Hem insanlığın evini soyuyor, hem de insanlığın sahiplerini suçlu gösteriyor. Özellikle PKK’ye son günlerde ısrarla dayatılan “dünyanın en tehlikeli terörist örgütü” suçlaması ile bunu şimdi daha iyi anlıyoruz. İnsanlık ailesi içinde insanlığa bağlı olarak en büyük özeni gösteren partimize, ABD’nin böyle “baş terörist” demesi, bir gerçeği ifade ediyor. Yavuz hırsız misali kendi suçunu bize yıkıp kendini gizlemek istiyor. Bu, tarihin her döneminde başvurulan bir taktiktir.
Roma’yı hatırlarsak, o dönemin ilk Hıristiyanları gerçekten ezilenleri, mazlumları temsil ediyorlardı. Neron ise bir çılgındı. Roma’yı yaktı, o fukara Hıristiyanların başına yıktı ve hepsini aslanlara parçalattı. Bu örneği günümüzde ABD’nin imparatoruna ve onun yardakçılarına uygularsak; evet, yalnız bir Roma’yı değil, bütün dünyayı ve bu arada ülkemizi, Türkiye’yi, bir çok ülkeyi yakıyorlar. Kim yaptı? “PKK teröristleri”. Bir de böyle kendilerince büyük basın-yayın gücüne dayanarak “teröristler şurayı yaktı, şurayı yıktı” diyebiliyorlar. Çok abartmaları ve çarpıtarak eylemleri de kullanabiliyorlar. Evet, Neron bir defa Roma için; Hıristiyanları suçladı, fakat bunlar her gün, her yerde bütün insanları, insanlığı suçlayarak kendi büyük yıkma hareketlerini örtbas etmeye ve bu temelde ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Burası çok önemli. Bu temelde büyük bir ideolojiyle saldırıya girişme gereği var. Az-çok partimizin bunu biraz yapabileceği ortaya çıkıyor. ABD’nin ideologları, istihbarat şebekeleri, politik güçleri bu anlamda akıllıdırlar, tespit ederler.
Reel-sosyalizmin büyük hataları, kusurları içinde aşama yapamaması ve bunda en kararlı örgütlerin başında bizim yer alışımız, PKK’nin kontrole alınmamış, iddialı olmakla da kendi eylemini yaratıcılıkla sürdürmesi, bunun en azında Ortadoğu için geliştirmek istediği düzene engel teşkil etmesi, kudurmasına yetiyor. Yani çok tuhaftır! İsa’nın çıkışı da bu topraklardaydı. Roma o zaman bütünüyle dünyaya egemendi. İsa, iki elin parmak sayısını aşmayacak bir küçük havari grubuyla birlikte Kudüs’te ve çevresinde söz eylemiyle bu büyük zulmü açığa vuruyordu. Tabii bunun karşısında Roma’nın büyük cezalandırma hareketini biliyoruz. (Çarmıha gerilme, daha sonraki ardıllarının da arenalarda aslanlara yem yapılması.) Yani çok güçlü olan Roma’nın buna ihtiyacı var mıydı? Evet. Ufak bir gediğin bile açılması, Roma’yı böyle hunharca hareket etmek zorunda bırakıyordu.
Günümüzün de buna benzer yanları var. Biz ABD için niye bu kadar büyük tehlike olalım ki? Ama emperyalizm “gedikler meselesini” çok iyi bilir. Nitekim Leninizm’inde döneminde emperyalizmin en zayıf halkasından bir gedik açma hareketi olduğu biliniyordu. Günümüzde de deniliyor ki; “PKK emperyalizmin en zayıf halkasından gediği adam akıllı açıyor ve bu gedikten tehlikeli bir dünya görüşü ve yaşam tarzı fışkırabilir”. Bunun için tarihten aldığı tecrübeyle yüklendikçe yükleniyor. Hatta Türkiye gibi tarihin tanıdığı en barbar ve günümüzde de çok faşist bir rejimi, onun saldırı ve imha seferlerini yeterli görmüyor. Hatta “niye erkenden bitiremedin?” diye kızıyor. Diğer irili-ufaklı emperyalist ülkelerde alabildiğine destekleyin “niye bu terörizmi önlemiyorsun?” diyor. Karşı çıkışları başarısızlıklarındandır.
Gizliden, on yılı aşkındır bütün güçleriyle desteklediklerini biliyoruz. Son saldırı operasyonlarına da tüm yönleriyle destek verdiklerini biliyoruz. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor. Tüm dünya halkları gördü ki, bu bir işgal-istiladır. Nereye bunlar saldırıyor ve kimin desteği var? Biraz daha halklara karşı çok güç durama düşmemek için, görünüşte de olsa “karşıyız” diyorlar. Ama kendini en güçlü hisseden Amerika, halen utanmadan çok açıkça “destekliyoruz” diyebiliyor. Utangaçta olsa işte “yeter, operasyonları geriye al filan” diyor. Bunu söylemesinin nedeni ise; başarısızlıktır ve gittikçe kendileri açığa çıkıyor, tehlike büyüyor. Tıpkı Roma döneminde olduğu gibi Hıristiyanlık giderek kökleşiyor, kendileri ise tüm o görkemliliklerine rağmen daraldıkça daralıyorlar, kudurdukça kuduruyorlar.
Neron’un bütün Roma’ya hükmetmesi, imparator olması, hiç de Neron’un güçlü olduğunu göstermez ve nasıl bir sonuca gittiğini biliyoruz. Şu anda baş emperyalist gücün de durumu böyledir. Onun en önemli yardakçısı, Ortadoğu’daki işte Kudüs valisi gibi Anadolu’daki valisi de zor durumda. Ne kadar çıldırırsa çıldırsın fazla ilerleyemiyor. Dolayısıyla işte PKK’ye en büyük terörist örgüt diyebiliyor. “Tek bir dünya devleti veya insanı yardımcı olmamalıdır” demesi, bu tarihi özellikten ötürüdür.
Böylesine engin bir tarihi açıdan bakıldığında ABD’nin bu iddiası anlaşılır. Tabii Anadolu’daki valisi, kıt-dar düşünür, belki çok tahrip etmek ister, ama yarattığı olumsuz sonuçları görmeyebilir. Avrupa’nın da eleştirileri bu temeldedir. Anlaşılıyor ki; bu kadar dünyanın baş köşesine oturmamız, aslında salt bir ulusal kurtuluş hareketi özelliğinden ötürü değil, yine mahalli bir şiddet örgütü, hatta sosyalist örgütü olmadan da değildir. Mevcut emperyalist sistemi en tehlikeli yerinden deldiği ve kendilerine göre çok kötü bir örnek olma durumunu sezdikleri içindir.
Tabii hareketimizin gelişimi de biraz buna uygun. PKK’nin bir insanlık hareketi olduğu tartışma götürmez. Sosyalist ideallere daha başlangıcından itibaren oldukça bağlı, iddialı ve onun bilimsel anlamına bütün yönleriyle dikkat ediyor. Bu anlamda, tam böyle bir emek hareketi olmanın özelliklerine sahip olmaya çalışıyor. Yirmi yılı aşkındır, özellikle asrın son çeyreğinin çözülen, aşama yapamayan reel-sosyalizmine karşı aşama yapan, en önde gelen parti hareketi oluyor. Bu önemli. Ayrıcalığı burada, farkı burada. Gerçekten aşama yapamayan reel-sosyalizm, PKK’nin baştan itibaren eleştiriye tabii tuttuğu sosyalizmdi. Aşırı devletleşmesini, bütün dünyanın sosyalist-komünist partilerinin dış politikasının, devletinin bir eklentisi haline getirmesini kabul edilemez bir yaklaşım olarak görüyordu ve bu konuda da olumsuzlukları gördü. Özellikle TKP gerçeğinde ve Türk Sol gereğinde –ki hepsi de bu reel-sosyalizmden etkilenmişlerdir- oldukça yüklendiler. Kendisi de çok yoğun bir mücadele yürüttü. 1970-‘80 arası, bir anlamda reel-sosyalizmin olumsuz etkilerine karşı, devletçi sola karşı mücadeleydi. Ki Türkiye’de bu eşittir Kemalizm’in solu biçiminde kendisini göstermiştir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
(1 MAYIS 1994 ÇÖZÜMLEMELERİ)
YORUM GÖNDER