BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (14.BÖLÜM)
GABAR
Emine Ana Adana Görüşme Tarihi: Kasım 2012
Oğlu …..: 1993 yılından sonra Gabar Dağı’nda yaşamını yitirmiş. Mezarı bilinmiyor. Diğer oğlu Öcalan’ın yakalanmasını protesto ederek bedenini ateşe verdi. Emine Ana’nın kızı abisinin eyleminden sonra 1992’de gerillaya katıldı. 2002’de Suriye’de tutuklandı. 2006 ‘da cezaevinden çıktı. Tekrar gerillaya katıldı .
İyimser kişi, yaranın üstünde artık kabuk, kötümser kişi ise kabuğun altında yine yara görür. (Shakespeare)
“Hayat insana layık olduğu dengeyi vermiyor” der Bedreddin.
Bir halk. Biri Doğu kanadında diğeri Batı kanadında. Doğu çok tanrılı dinlerde kutsaldır. Ama bu coğrafyada nedense lanetli bir yerdir. Orada yaşayanlar kötüdür. Orada yaşayanlar huzuru bozan nifaktır. Bir zaman sonra Doğudaki kötüler batıya geldi. Pandora’nın kutusuydular sanki. Geldikleri yerin kötülüklerini Batı’nın o güzel şehirlerine yaydılar. Hırsızlık yapanlarından, fuhuşa, uyuşturuculuğa Gabar Başka dilde anne olmak 64 varana kadar bütün kötülüklerin sahipleriydiler. Büyük kentlerin dokusu onlar yüzünden bozuldu. Neler yapmadılar neler. Bu ülkenin ekmeğini yediler, bu vatana ihanet ettiler… Bir simülasyon olsaydı ve Doğulularla Batılılar yer değiştirseydi sonuç değişir miydi?… Mekân değil miydi yoksa lanetin açıklaması. Bedreddin’in anlatıldığı bir romanda: “Kimi insan hayatını yaşar, kimisi de hakikati.” der Bedreddin. Biz bu romandan çıkıp bu iki anlamın peşine düşseydik eğer, sonuç yine aynı mı olurdu. “Her peygamber kendi halkını yaratır” der Spinoza. Bu iktidarlar için de böyledir. Her iktidar da kendi halkını yaratır. Osmanlı toplum düzeninde Merkez İstanbul’dur. Onun dışında kalan yerler taşradır. Edebiyat, sanat bağlamında bile bu algı hala böyledir. Geriye kalan yerlerse taşradır.
Doğunun o engebeli ve uzak arazisi taşradan daha taşradır bu anlamda. İktidarın ulaştığı her yer kendi halkının yaratıldığı coğrafyadır. Bu yüzden de kendi halkını yaratacak bir iktidardan uzakta yaşar doğu. Bedreddin’in “Herkes hayatı yaşar.” dediği şey de iktidarın önerdiği anlamın ta kendisidir. İktidar; eğitim, inanç vb temelde bireyi kendisine benzetir. Kendi halkını yaratan iktidar artık tanrısallaşmıştır. Boşuna değildir çok tanrılı inanç uygarlıklarında kralların tanrının temsilcileri oldukları gerçeği. Tanrının kırbacıyla yaratılır ancak bir halk. Hayatın kendisi budur bir hükümranın kitabında. Kendi halkını yaratan hükümran, bekası için dizayn etmiştir artık her şeyi. İyi- kötü, doğru – yanlış onun etrafında anlamını bulacaktır. Kuşaklar değişir, padişahlar değişir, ama hayatı yaşamak denilen hapishane hep orada duracaktır. Öyle bir şeydir ki bu. Kodlanmış birey, kuşaktan kuşağa bu iktidar fikriyle aktarır nefretini bir ötekine. Aidiyet duygusu kendisinden olmayanı öteki kabul eder. Tıpkı ders kitaplarında Emeviler’in kendilerinden olmayanları köle(mevali) ya da aşağı bir halk olarak görmesi gibi. Bu nefret sarmalı öyle bir hal alır ki, iktidarın bir yönetme ihtiyacıyla doğan düzeni bireylerde kanlı bir hesaplaşma ve intikama da dönüştürebilir. Peki ya hakikat? Hakikat doğudan daha doğuda bir yerde birkaç metre yağan karın altında sessizliği dinliyor. Mufassal Osmanlı Tarihi adlı kaynakta doğuda, adına Kürdistan denilen bölgede on yedi tane Kürt sancağından söz ediliyor. Hikâyemizin kahramanı Emine ana yetmişe varmış yaşın tecrübesiyle değme bilgelere taş çıkartacak bir olgunlukla anlatıyor hikâyesini.
Emine Ana Anlatıyor “ Bizim oralarda geçimden önce dağlarla baş etmelisin. Kış aylarının cehennem olduğu o yerde ağır hastaysan eğer, ya ölümü ya da kışın bitmesinin umudunu taşırsın. Dağ ve kar en zalim düşmanındır. Devlet uğramaz sana. Zaten biz devlet denince askeri biliriz. Ya gelir götürürler, ya da onun için tehlike görülen şeylerin hesabını sorarlar. Karnın doyuyor mu, aç mısın diye sormazlar. Biz devleti hep böyle bildik.” Okullarımız uzun yıllar olmadı zaten. İleri gelen beylerimiz, çocuklarımızı okula gönderme taraftarı olmadılar. Okumaya gidenler dinsiz oluyor diyorlardı. Ama kendi çocukları batı şehirlerinde okumaya gönderilirdi.” Emine ananın anlattıkları yazılı tarihin şahidi gibiydi. Osmanlı toplum düzeninde “Doğu” İran, Suriye sınırını korumak ve asayişi sağlayan ümmet ideolojisiyle şekillenmişti. Orada güçlünün ideolojisine ihtiyaç yoktu. Beyzadeler bunu en iyi şekilde yaparlardı. Okumak belaydı onlar için. Cahil toplumları ümmet fikriyle idare etmek, bir diğer deyişle kendi halkını yaratmış yerel iktidarlar için gerekliydi ve bu böyle sürmek zorundaydı. “Hayatı yaşamak” böyle bir şeydi. Kürtler iktidardan uzak yaşadılar. Merkezden uzak olmak onun doğayla süren savaşı, doğanın kendisine benzemesine neden oldu.
Osmanlının sınırlarını korumak için kullandığı bu halk bir zaman sonra değişen dünyayla ve Kürt beylerinin Osmanlı nimetlerinden mahrum edilmesiyle, doğu bir başkaldırı kültürüyle karşılaştı. Bir diğer deyişle Kürt beyleri Osmanlıya karşı kendi halkını yaratma ihtiyacı duydu. Sonuç ne olursa olsun sonuçta bir iktidar algısı onu var olan sisteme karşı yabancılaştırdı. Zaman değişti. Osmanlı çöktü. Çetin savaşlar yaşandı. Doğudan daha doğudakiler hep oradaydılar. Sonra yeni iktidarlar sahneye girdi. Doğunun hükümranlarının alışık olmadığı o düzen onları da ezdi geçti. Cumhuriyetle birlikte, Osmanlının Kürdistan dediği coğrafyada devlet; sadece benim dilimi, benim anladığım hayatı yaşayacaksın dediğinde, onların da başkaldırı hikâyesi başladı. Ağrı’da, Zilan’da, Koçgiri’de, Dersim’de. Kan revan içinde kalan bir doğu kaldı geriye. 2012 yılının başbakanının katliam dediği Dersim de, katliamı yapanların adları mahallelere verilmeye başlandı. Necip Fazıl Kısakürek’in ana rahminde bebeler süngülendi dediği Dersim katilleriyle anılıyor şimdi. Bununla da bitmiyor. Van Mengene Dağı’nda şair Ahmet Arif’in şiirleştirdiği köylünün katil paşası Van’ın Özalp ilçesinde bir karakola veriliyor.
Bütün bu tarihsel paradigma, bir tehditkarlığı, tıpkı Emine ananın “Devlet denince aklına gelen hapisane ve eziyet kavramıyla ne kadar da benzerlik gösteriyor. İlginçtir Dersim’de “siyaset” ise işkence yapılan insan anlamına geliyor. Şimdi Kürtler o çetin dağların eteğinde, bilmem kaç metre karın altında gizlenen hakikati soruyor. Emine ana. Yetmişe varmış yaşıyla, ayağa kalktığında insana bir klan annesi heybetini ve kudretini veren kadın. Oğlunu Gabar’da şehit veren Emine ana, evi talan edilen, başına silah dayanan, yerlerde sürüklenen, evin içindeyken evi yakılan Emine ana. Hakikat neredesin diyen, ya da başka bir hikâyemizdeki Kadriye ananın Allahım biz de senin kulunuz yeter diyen annelerin hakikati nerede? Çaresiz toplumlar ve bütün kahramanlık hikâyeleri, Doğu (Asya) toplumlarında bir kahramanın kendilerini gelip kurtaracakları umuduyla yaşarlar. Emine ana kendi hayat hikâyesini anlatırken kendi kahramanlarının ayak izlerine basarak anlatıyordu hikâyesini. “Bize bu dili veren Allah onu bizden alacak da odur” diye başladı anlatmaya. Gabar’lı olduğunu söyledi. En büyük oğlunun şahadet haberinin geldiği yerdi Gabar dağı. Eskiden de Kürt davasına hizmet edenler vardı. Aramızda sınırlar olsa da. Barzani önemliydi. Sonra kendilerine KUK diyen bir örgüt geldi.
Ama Apocu denilenler başkaydı. Onlar bizim için savaşacaklarını söylüyorlardı. 1984 yılında köylerine gelen Mahzun Korkmaz adında bir gerilla komutanından söz ediyordu. (İlerde PKK’nin Akademi dedikleri bir askeri eğitim merkezine onun adını vereceklerdi.) Gabar bölgesine gelen PKK zaman zaman bu köylere gelip ihtiyaçlarını alıp giderirlermiş. Emine ana “Onları beğensen de beğenmesen de yardım etmek zorundasın. Köyümüz bir dağın kıyısında. Sarp dağlar ve geceleri uzaklarda kurt ulumalarının tedirginliğini yaşayan bir yerdesin. Devlet gerillalara yardım ediyorsunuz diyerek sık sık baskınlar yapardı köye. Ama en son gelişleri başkaydı. 1993 yılıydı. Korucular, özel tim ve panzerlerle köye girdiler. Herkesin bu baskında nasibini aldığı gibi ben de aldım. Başıma silah dayadılar “sen cephane saklıyorsun” diyerek saçımdan tutup evin içine sürüklediler. Evimizi talan ettiler. Bir şey yoktu ki bulsunlar. Başımı duvarlara vurdular. Çocuklarımın gözü önünde Gabar Başka dilde anne olmak 68 ağzım gözüm kan revan içinde kaldı. Ben daha evin içindeyken evimiz ateşe verildi. Bu hangi dinin vicdanıdır bana söyleyin. Bunu gören bir evlat bu nefreti biriktirmez de ne yapar. Bana yapılanların aynısı kardeşime de yapıldı. Diyarbakır Cezaevine götürüldü. Siz işkencede bir insanın ayağına nal çakıldığını duydunuz mu? Benim kardeşime bunu yaptılar. Benim büyük oğlum bu vahşetin ortasında dağa çıktı.
1993 yılının gençleri öyle televizyonlarda denildiği gibi kandırıldılar bilmem ne oldu değil; yapılan eziyetler yüzünden onların dağa çıkmaktan başka çareleri kalmamıştı. Suçu niye kendilerinde aramıyorlar. Oğlumun Gabar dağında şehit olduğu haberi geldi. Mezarını bilmiyoruz. Ne bıraktılar ki geriye. Bütün Kürt dağları bizim mezarımız oldu. O dağlara yüzümüzü dönüp dua ediyoruz. Köyümüz yakıldıktan sonra Adana’ya geldik. Sadece bizim köy değil, binlerce köy ya yakıldı ya boşaltıldı. Hayvanlarımız telef edildi geriye hiçbir şeyimiz kalmadı. Bize gidin nereye giderseniz dediler. Bizi devlet vatandaşı olarak görseydi bir yer verirdi, bakın gelen Suriyelilere. Çadır verilmiş, yatacak yerleri var, versinler tabi bir lafımız yok ama güya biz kardeşiz, bu ülkenin vatandaşıyız. Hani diyorlar ya geldiniz buraları da bozdunuz. Biz bozmadık. Güçleri yetiyorsa bozanlardan hesap sorsunlar. Ama mazluma zulüm kolaydır. İşte biz bu zulmün içinde yaşadık hala da yaşıyoruz. Adana’da bir ekmeğe muhtaç olduğumuz zamanlar oldu. İş bulamadık, küçücük bir odada yıllar geçirdik. İşte biz bu yüzden bu siyasetin peşinden gidiyoruz. Sadece bir oğlum değil ki, hangi birini anlatayım. Çocuklarımdan biri cezaevinde.
Öcalan’ın yakalanmasını protesto için bedenini ateşe verdi ama hala hayatta. Vücudu çürüyor yanıktan dolayı. Günlük ihtiyaçlarını dahi arkadaşları karşılıyor. Küçük kızım, abisinin bu eyleminin ardından o da dağa çıktı. 1999 yılında katıldı. 2002 yılında Suriye’de tutuklandı. Dört yıl kaldıktan sonra tekrar dağa çıktı. Haber alamıyorum. 2010 yılından sonra diğer bir oğlum daha dağa çıktı. İki yıldır ondan da haber alamıyorum. Onlara dağa çıkın demedim. Onlar orada yaşarken dağa çıkmak için büyümediler. Her gün bir şahadet haberinin geleceği korkusuyla uyanmak nasıl bişeydir bunu ancak yaşayan bilir. 1993 yılında siz okumuşsunuz daha iyi bilirsiniz. Evlere girip alınan yüzlerce gencin bir köprü altında faili meçhullere gittiğini benden daha iyi bilirsiniz. Çocuklarımın gitmesiyle bittimi iş. Oğlun dağdaysa sen de suçlusun. Ömrü hayatımda görmediğim bilmediğim Cemil Bayık’ın eylem gurubundaymışım. Yaşım yetmiş eylem... (Emine ana bunları anlatırken yüzümüzü güldüren tek şey onun bu acılar karşısında hala mizah gücünü kaybetmemiş olmasıydı.) Üç yıl Kürkçüler Cezaevinde kaldım. Türkçe bilmiyorum. Bana ille Türkçe savunma yapacaksın dediler. Okul vardı da biz mi öğrenmedik dedim. Anlayacağın bu dünyada yerimiz yok. Öbür dünyadaysa Allah kerim. İşte bu yaşadıklarım beni barış annesi yaptı. Ben bir barış annesiyim. Bu davaya da barışın bir gün bu topraklara da uğrayacağına da inanıyorum. Eğer o gün gelirse bahar aylarında badem çiçeklerinden görünmeyen o yakılmış evlerimize tekrar döneriz. Yaşadığım müddetçe de bu inancımdan kopmayacağım.
Kasım2012 Adana
MÜRSEL YILDIZ & İBRAHİM ALP
YORUM GÖNDER