SİYAJİN İLE ŞİYAR (2.BÖLÜM)
Diken, Umut Ve Ateş;
Başını ellerinin arasına alan Delil, gözlerini karşıdaki rengarenk çiçeklerden alamıyordu. Çevrede olup bitenlere aldırış etmeden; ne yoldan geçen araçların çıkardığı sesler ne de çocukların bağrış çağrışları. Kimi zaman gözleri doluyor ve geçmişe gidiyor, kimi zaman da yaşamının bir parçasını paylaştığı insanların trajedilerini düşünüyordu. Arkadaşı Rûbar’ı bir önceki yılın bahar ayında özgürlüğe yolcu etmişti. Rûbar, dağa çıktıktan kısa bir süre sonra Cudi’deki bir çatışmada hayatını kaybetmişti. Onun bıraktığı yerden devam etmek istiyordu. Cudi’de bir süre kaldıktan sonra kendi isteğiyle geri döndü. Bu dönüş onurunu kırmıştı. Sokağa çıkmadı, evine kapandı. Anlaşılmadığına inanıyor, bu da ona acı veriyordu. Bu yalnızlık, kendini bazen halk uğruna mücadele edenlerden biri yapıyor, bazen de dışında. Her iki durumda da dikenleri güllerinden çok bir topluluk gözlerinde canlanıyordu. Yanlarında bir süreliğine kaldığı dağlıları, dünyasının en güzel insanları olarak görüyor, ama kendisini onlara layık görmüyor ve şansımı kaybettim diyordu. Beyninde patlamalar oluyordu. Olup bitenler için nedenler bulmak istiyordu. Çoğu zaman, gecenin herhangi bir zamanında uykusundan uyanıyor ve bir daha uyumadan o küçük ve daracık odasında o baştan bu başa gidip gelerek bir sonuca varmak istiyordu, ama istediği bir türlü olmuyordu. Aklına gelen her bir düşünceyi bir başka düşünce kovalıyordu. O bu haliyle baş başa kalırken, dışarıda herkes umarsızca hayatına devam ediyordu. Anlam vermediği de bu oluyordu.
Durumu, onu içinden çıkılmaz bir labirente sokuyordu. Önemli olan arayışsa eğer, doğruya bir biçimiyle ulaşılırdı. Belki de her şey ilk sözcükte aranmalıydı. Kimi filozoflar geldi aklına. Ada’da zincire vurulan Amara’lı Premetheus’un hikayesini hatırladı. Sonra da Zeus’u gözlerinde canlandırdı. Ateş sihirli sözcük olarak çekiciliğini sürdürüyordu. Ateş yaşamın da vazgeçilmeziydi. Hayatın olmazsa olmaz dört elementinden biriydi. Tanrılar boşuna Prometheus’u zincire vurmamışlardı. O ateşi egemenlerden çalıp insanlara vermişti. İşin kötü tarafı, insanlık kulağını kapatmış, yoldaşları ise onu anlayamıyorlardı. Biz seni hak etmiyoruz, ama vazgeçemiyoruz diyorlardı. İnsan nasıl bir dünyadır dedi kendi kendine. Sonra eğer insan küçük bir dünyaysa, dünya da büyük bir insandı. O zaman insandan başlatmalıydı her şeyi. Çünkü doğru olmayanı ancak o yapabilirdi. Biraz düşündükten sonra her insanı bu tanıma sığdıramadı. Güçlü biri olsaydım daha çok aralardım kapıyı, ama ben yaralıyım ve gücüm yetmez diye geçirdi içinden. Bir ipucu yakaladı. Ve bu günü geçmişte aramak istedi. Zaman kaybetmeden çocukluk yıllarına gitti. İlk çocukluk demleri gelirken gözlerinin önüne, yüzü çocuklaştı. Bu, onu dikenin gerçeğine götürecekti. Ansızın dudaklarına hafiften bir gülümseme kondu. Yüreği bahara doğru açıldı. O, bu bahara gidecekti. Çünkü istiyordu ki yüreği de baharlaşsın ve çiçekler açsın orada. Ateşle sulamak istedi yüreğindeki çiçekleri. Ateş bir yerde ışıktı ve o da ışığa gidecekti. Durdu, düşündü ve yeniden adımlamaya başladı. Yıllar önceydi. Bahar mevsiminin ikinci ayıydı. Doğa renkler cümbüşüne bürünmüştü, ancak insanlar sürgit bir hayatın akışına kapılmışlardı. Bu da hayat mı diyordu içinden. Kabullenmemeliydi, ama işte bir gerçeklikte de vardı. O gün erkenden kalkıp okulun yolunu tuttu. Kavganın eksik olmadığı bir dönemi yaşıyordu. Kendisi sakin bir kişiliğe sahipti. Aslında kavgacı bir yönü vardı, fakat bu açığa çıkmıyordu.
Bir defasında kardeşine bağırırken annesi şaşırmıştı, tıpkı öğretmeninin, adını söyleyince gösterdiği tepkiye şaştığı gibi. İdo ile Lezgo’nun isimleri hep kavgayla anılırdı. Belalı kişilikler olarak nam salmışlardı. Her yaptıkları yanlarına kâr kalırdı. Kendisi yalnızlığı tercih ederdi. Böyle de olsa etrafında yaşananları duyuyordu. İdo ile Lezgo’nun aslında korkak bir kişiliğe sahip olduklarını biliyordu. Bir keresinde nehirde yüzerlerken diğer mahalle gençleriyle kavgadan çekinmiş, boyunlarını eğmiş ve dayak yiyerek oradan ayrılmışlardı. Kendisi biraz daha yakından bu sahneyi izlemiş, hatta olay yerine doğru gitmeye niyetlenirken küçük dayısına saygı gereği durmuştu. Okulun bahçesindeki çamın gölgesinde kurulu banka oturmuşken İdo’nun kendini övme nutku kulaklarını tırmalıyordu. Bir önceki gün de Lezgo’nun hikâyeleri rahatsız ediyordu. Dostoyevski’nin ‘Karamazof Kardeşler romanındaki yalancıya ne kadar da benziyorlardı. Büyük konuşma ve övünmelerine artık gülüyordu. Ama etrafındakilerin onları can kulağıyla dinlemeleri zoruna gidiyordu. Zaten onları bu hale getirenler de onlardı diyordu. Önce onları ayıplıyordu. Toplumlar kötüleri çıkarır ama iyiler, toplumları yeniden yaratırlar inancına vardı. Belki her toplum için bu böyle olmayabilir ancak bizler için böyledir dedi. Sonra Amara’lı filozof geldi aklına. O ateşi tanrılardan alıp insanlarına vererek onları yeniden yaratmamış mıydı? Evet dedi sessizce. Kimse sonradan ne iyi ne de kötü oluyor dedi. Demek ki gördüğü İdo ile Lezgo’lar da böyleydi. Hayatın değişik yerlerinde böylelerini görmüş, isteği dışında birlikte de kalmıştı. Onları tanıdıkça o güzel insanlara üzülüyordu. Ama yapacağı bir şey de bulamıyordu. Geri dönmüştü, bunu kabullenemiyordu. Gerekçeler aramadı. Hata yaptım, Rûbar’ı bırakıp geldim. Telafisi var mıydı bunun diyordu. Olsaydı her bedeli göze alırdı, ama çaresizdi. Çaldığı her kapıdan umutsuzca dönecekti ve bu onu bitirecekti. Biliyordu ki iyiler vardı, zaten o da onların varlığına yanıyordu. Onlar olmasaydı varsın incelen yerden kopsun diyecekti, ama demeye dili varmıyordu. Çünkü en büyük acıları onlar yaşıyor, amansızlıklara onlar katlanıyorlardı hem de hak etmeyenler uğruna...
Belki de doğa böyle işliyordu. Ancak o bunu kabullenemiyordu. Vicdanının sesine kulak verirken kaleme sarılıyor, gerçeğe yakınlaşırken de kalemi bırakıp yazdıklarını atıyordu. Yine böyle düşüncelere daldığı bir günde evi basıldı ve alınıp götürüldü. Götürüldüğü yerde günlerce daracık bir hücrede kaldı. Kendisine yapılan hakaretlere ses çıkarmıyordu. Sadece yan hücrelerden gelen insan çığlıklarına dayanamıyordu. O zaman elleriyle kulaklarını kapatıyordu. İçindeki bir ses bunu yapmamasını istiyor, gerçeğin sesine kulaklarını kapatmanın doğru olmadığını söylüyordu. Bu ikinci dönüşüm olmasın diyordu. Bundan dolayı ellerini indirdi. Bu çığlıkların varlığından daha önce de haberdar olmuştu, ama ilk kez duyuyordu. Bir kadın söylüyordu; namusum bedenim değil, ideallerimdir, diye. Bu söz onu derinden etkilemişti. Bir yanıyla o sese doğru gitmek istiyor, diğer yanıyla da sözleri üzerine düşünüyordu. Bunun nedeni neydi der gibi tekrardan çocukluk ve olgunluk döneminde tanıdığı İdo ile Lezgo’lar aklına geliyordu. Bu insan çığlıklarından da en çok onların yararlanacağına o kadar emindi ki bu onu bitiriyordu. Bu, kader miydi? Tarih tekerrür mü ediyordu? Bir kere olsun dikenleri kadar gülleri de olamaz mıydı diye dalmışken, kendini iki kolun arasında gördü. Kendisinin vicdanen rahatlayacağı yerde, onu götürenlerin düşündüklerinin tam tersi oldu. Önce sandalyeye oturttular. Gözleri kapatıldı. Delil iç dünyasına yöneldi, aydınlıktı orası. Kendisinin hissedebileceği bir tebessüm yüzüne kondu.
- Siz çıkın, biz Delil’le kardeş kardeşe konuşacağız, dedi komiser.
Adam, voltasına ara vermeden konuşuyordu. Parmakları arasındaki tespihin şakırtısı onun kardeş olamayacak kadar zalim olduğunu ele veriyordu. Namusum ideallerimdir diyen kadına el uzatan bu değil miydi diye düşündü. Ne fark ederdi ki ha birinin “ yumuşak” davranması, ha başka birinin “kaba” yaklaşması. Her ikisi de aynı amaca hizmet etmiyor muydu? Amaçları da kişiyi kendisine yabancılaştırmaktı. Varsın “kaba” olanlar gelsin. Ben Rûbar’a layık olmadım, döndüm. Yeniden buluşmak ne kadar da hoş olurdu bir bilsen heval diye geçirdi içinden. Uzun bir süreden sonra “heval” dedi. Ama bu bir başlangıçtı.
Yine o ses:
- Bildiklerini söylemezsen diğerleri gelip ifadeni alacaklar. Duymuş olmalısın, elektrik vermekle başlıyorlar, gerisi de geliyor.
...
Delil cevap vermedi. O gitmek istediği yere doğru yol alıyordu.
- Demek ki söyleyeceğin bir şey yok öyle mi? O zaman benim de yapacak bir şeyim olmaz. Artık diğerlerini engelleyemem. İstemiyorum, ama elimden de bir şey gelmiyor. Odadan çıkmadığı halde çıkmış gibi yaptı. Diğer yönteme geçeceklerdi. Delil’i önce askıya aldılar ve sonrası...
- Hadi söyle bildiklerini.
Okudukları aklına geldi. Yeniden çocukluk dönemine gitti. Kimse sonradan değişmiyordu. O zaman bu unutulmamalıydı. Sır başlangıçtaydı. Buna inandı.
- Bildiğim yeni bir şey yok. Çocukken gördüklerimin doğru olduğunu anladım. Bildiklerimi herkes biliyor, ama bilmezlikten geliyorlar, dedi. Liseyi okurken, soğuk su satan yeşil gözlü kıza aldığı simidi verirken ki hali geldi aklına. Gözleri ne kadar da güzeldi. O küçücük elleriyle sattığı suyla, hayat veriyordu insanlara. O insanlar bunun farkında mıydılar acaba dedi. İsmi neydi onun? Belki Berivan, Bêritan, belki de Dicle ya da Rûken’di. Büyüyünce o da gidecek miydi döndüğüm yerlere. Buralara düşünce, “namusum ideallerimdir” diyecek miydi? Sonra yeşil gözleri ıslanacak mıydı? Bir daha görecek miyim onu diye iç geçirdi.
İşkenceciler:
- Konuşmadan buradan çıkamazsın.
Delil:
- Çıkılması daha zor olan yerler de vardır, yeter ki orası devreye girsin, diyerek cevap verdi.
- Edebiyatı cehennemde yaparsın. Cenneti hoş kılan cehennemdi, bunu biliyordu, ama bildiğini kendisinde tutmayı tercih etmişti.
Komiser:
- Delirtme. Kendini hiçbir şey bilmeyen biri olarak gösterme. Biz her şeyi biliyoruz, fakat istiyoruz ki senden de duyalım. Döndüğünü biliyoruz, ancak seni götüren kimdi, onu söyle. Amara’lı bilge gözlerinde canlandı. O bu topraklara aitti, ama ona ait olanlar onu anlayamıyorlardı. Daha yedisindeyken uyarılmış ve “yalnız kalacaksın” denilmişti. Konuşmalıyım dedi.
- Anladım ki sizler ondan nefret ederek, başkaları da sevdiğini sanarak hayatlarınızı yaşıyorsunuz. En kötüsü de sizler nefretinizle, onlar da sevgileriyle zarar veriyorlar. Biliyorsunuz dediğim de bu oluyor. Bu gerçeklik tam anlaşılırsa belki güzel şeyler olur. Yoksa bu insan çığlıkları bitmez. Bazıları acılar yaşar, bazıları da o acılarla yeni nutuklar hazırlar. Bu acıların son bulmasıyla İdo ile Lezgo’larda tarihe karışırlar. Bunları söylerken kendisini dinleyenler onun kendinden geçtiği sonucuna vardılar. Ellerini çözüp hücresine götürdüler.
Ateş arınmanın yegâne yolu muydu? Belki değildi, sevenleri de tavsiye etmiyorlardı. Bir son, yenilerini sonlandırabilirdi. Belki buna vesile olacaktı. Bedenlerini alev topu haline getirenleri andı. Onların yoldaşı ve takipçisi olmaktan sevinç duydu. Onlarcasının yolundan gitmek nasıl bir duyguydu acaba dedi kendi kendine. Anlatılamazdı, bunu biliyordu. Yazdığı vasiyetnamesini postaneye bıraktıktan sonra, karşıdaki büfeden kibrit aldı. Gözleri sigara paketine gitti. Alacaktı ama vazgeçti ve bir kibrit almakla yetindi. Elindeki dolu bidonla ormana doğru yol alırken, bir gün gülleri dikeninden çok olan bir toplumun varlığını görür gibi oldu. Pikniğe çıkanların çocuklarının seslerini duyunca, yeşil gözlü sucu kız geldi aklına. Onunla yeniden göz göze gelişini canlandırdı. Gülen gözlerindeki sıcaklıkta ısındı. Güzel kız adın ne senin? Gözlerin çok hoş, verir misin onları bana. Annemin gözleridir biliyor musun? Ama yok, sana daha çok yakışıyorlar. Acaba “namusum ideallerimdir” diyen ablanın gözleri de mi yeşildi? Onun adını da öğrenemedim, seninkini de. Büyüyeceksin, yine su satasın olur mu? Ama ben gidiyorum, size anlamlı bir gelecek bırakayım diye. Kollarım tutmuyor güzel. Önce askıya aldılar, askıdayken buzdan su döktüler. Parmaklarıma elektrik bağladılar. Coplarla kol ve baldırlarıma vuruyorlardı ki güçten düşeyim. “Söyle” diyorlardı. Söyleyecek bir şeyim yoktu ki. Ben Nuh’un gemisinden inmiştim. “seni kim götürdü” diyorlardı. O abla, “zulmünüz” demişti. Ben sessiz kalmıştım. “Özgürlüğe olan tutkum” diyemedim, çünkü dönmüştüm. Komutanın yanlışları gerekçem olamazdı. Ben zayıftım. O istediği kadar bağırıp çağırsaydı, kırsaydı, ben güçlü durmalıydım. Rûbar’a yürümeliydim, yapamadım. Sen böyle yapma oldu mu? Sustum, ben sustukça onlar vurdular. Bu seferde, “seni erkeklikten düşüreceğiz” dediler, elektriği orama bağladılar. İçin dışarı çıkar gibi oluyor, ölüyor ama yine de yaşıyorsun.
Erkekliğin aklına gelmiyor, bir anlam da taşımıyor. Seni en çokta hakaretleri zorluyor. Birisi, “oğlum, artık kimse sana âşık olmaz, olan da terk eder,” diyordu. Sadece buna cevap veriyorum: “Olmasın” diye. Sen de âşık olma adını bilemediğim küçük sucu kız, çünkü her erkek yaralıdır bu topraklarda, seni de yaralarlar inan. Bak ben ateşle arınmaya gidiyorum. Büyüyünce böyle yapmayasın olur mu? Yaşam kokasın, özgürlük kokasın, dikenlerin olsun gül gibi, ama hep gülsün gözlerin. Gidiyorum, ama sen su satasın, can veresin. Yaşamadan erecek misin sırrına ateşin bilemem, ama ateş yakıcıdır ve sınavların en zor olanıdır. Ölüm yaşamdır ve ben yaşamaya gidiyorum, sen ölmeyesin diye. Delil çocuk saflığındaki yüreğinin sesine kulak vermişti. Bu ses, en mutlu olduğu anın bu an olduğunu kulağına fısıldıyordu. Adımlarını hızlandırırken güneş çoktan batmış ve “komutan” Mustafa kaçıp hainliğe soyunmuştu. Uzaktan bir alev görünüyordu. O bu alevin içinde Nirvana’ya doğru yol alıyordu. Ateş ve sır. Söyleyemedim...
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER