SİYAJIN İLE ŞİYAR(14.BÖLÜM)
O UTANDI YA BİZ
Gençliğimin baharındayken dağlara verdim yönümü.
Şehrimiz bir serhildan şehriydi. Bundan aylar önceydi. Şehrimiz ayağa kalktı. İlk kez binlerce insan sokaklara çıkıyordu. İşte ben o duygusal atmosferin yarattığı dalgayla gerillaya katıldım. Yanlarına gittiğim insanları hiç tanımıyordum. Duyduğum tek sözcük de Kürt sözcüğüydü. Ancak biz kimdik, nereden geliyorduk hiç bilmiyordum. Ama dağ çekiyordu. Ben de ona gidiyordum, fakat onu da bilmiyordum. Gerçeğini görünce de zorlandım. Önce Botan’a götürdüler. Ben daha yoldayken, “keşke”ler musallat oldu. Durumum iyi değildi. Devrimin içindeydim ama devrimci olamıyordum. Durumumu gidip söyledim. Uzun boylu, esmer tenli, kıvırcık saçlı ve siyah gözleri olan komutan Agit önce bana baktı. Sonra ilçemden söz etti. Nisêrbin deyip geçmiyoruz, boşuna Nisêrbîn’a rengin demiyoruz, dedi. Sonra cenazeleri ilçemize getirilen on üç gerilladan biri olan Kamuran’dan söz etti. Ben hiçbirini bilmiyordum. En son, “Tu şoreşgeri, çima xwe biçûk dibînî” dedi. Onlar bana öyle bakıyorlardı. Azıcık yukarımızda kadınların takımı vardı. Hani bizim küçük gördüğümüz, bazen berdel bazen de başlık parası adı altında sattığımız kadınlar vardı ya, işte onlardan bir takım vardı. Savaşmaya gelmişlerdi. Bir eğitim oturumunda onlardan birisi, “biz düşman kadar erkeğin beynindeki düşmanla da savaşıyoruz” demişti.
Bizim ilçeden de üç genç kadın vardı aralarında. Birisinin evleri Alman Köprüsü’nün hemen aşağısındaydı. Onu evdeyken de görüyordum. Onları görünce utandım, başımı eğdim. Ama ne yapayım, korku bir kere yüreğime gelip oturmuştu. Ve ben geldiğim gibi dönmek istiyordum. Bir de bunu kolay sanıyordum. Ama değildi. Zorlanıyordum. Kendimi kararlaştırmadan gelmiştim buralara. İyice karar verdikten sonra belki yeniden gelirim, dedim. Cûdî’nin aşağı yamaçlarına kurulu köyden olan Edip bana bakarak baştan aşağı süzdü. Sonra da: “ Ben de isteğimle gelmedim, ama dönmedim de. Buralarda kararlaştırdım kendimi. Sen de bunu yapabilirsin” dedi. Hayır, ben yapamam. Beni kamplara göndereceklerini söylediler. “Yok” dedim. Eve gönderin dedim. Bana hiç kızmadılar diyemem, ama kırmadılar. Beni tutuklamaları gerekiyormuş, öyle dedi eski gerillalardan biri, ancak yapmadılar. “Kürt yeni uyanıyor” dediler, fakat ben uyananlardan biri olamıyordum. Bahsettikleri ben olamazdım. Sonra “ düşman o kadar insanlarımızın beyniyle oynamış ki onlara gerçeğini kavratmak çok zor” dediler. Ben sanırım bu kapsama giriyordum. Kimse şundan-bundan utan demedi.
Oysa çocuk yaşta olanlar vardı ve savaşmaya gelmişlerdi. Ben ise geldiğim savaştan kaçıyordum. En son yanlarına giderek, “yapamıyorum” dedim. Gerçekten de korkuyordum. Evde de böyleydim. Yaşıtlarım barajda yüzerlerken ben onların elbiselerinin nöbetini tutuyordum. Ama onlar beni öyle kabul etmişlerdi. Buradakiler ise değişmemi istemekle kalmayıp bir de uğraş veriyorlardı. Onları gerçekten de sevdim. Bunu söyleyince “yok” dedi birisi. “Sevseydin kalırdın” diyerek gözlerimin içine baktı. Doğruydu. Ben sevdiğimi sanıyordum. Onlarda sevmek bir şeylerin karşılık bulmasıydı. Onlar birbirlerinin uğruna kendilerini feda edecek kadar birbirlerini seviyorlardı. Ben bundan bile korkuyordum. Geri dönme istemimi duymayan kalmadı. Birlikte geldiğimiz kestane rengindeki gözlerin sahibi ve güler yüzlü Bedran yanıma gelerek, “buralar güzeldir, gidince halkın yüzüne nasıl bakabileceksin ki” dedi. Bir şey diyemedim. Diyecek bir sözüm de yoktu. Anladım ki dağlar gerekçeleri barındırmıyordu. Daha fazla kalamazdım. Ve yönetime gidip isteğimi tekrardan belirttim. Hatta “kaçmaktan vazgeçtim” dedim. Evet, bunu da kafama koydum, ama yapmadım.
Çünkü yapamazdım. Bunun için bir gerekçem de yoktu. Beni çağırıp konuştular, uyarılarda bulundular. Üç ay sonra dolmuşla ayrıldığım ilçeme döndüm. İlçem diyordum, ama hak da etmiyordum, bunu uzaklardayken biri söyledi. Garajın yanında indim. Beni gören milis gözlerine inanmadı. Yanıma yanaşıp “ne işin var burada” dedi. Bende zorlandığımı söylemekle yetindim. Hiç çekinmeden, “wey nehlet li te be” dedi. Anladım ki rezil olmanın yolu açılmıştı. Garajın lavabosuna gittim. Mescidinden çıkanların bakışlarını üzerimde hissettim. Elime ve yüzüme su serptim. Aynada yüzümü gördüm. Tenimde bir kızıllık vardı. Kulaklarım kırmızılaşmıştı. Durmadan evimizin yolunu tuttum. Kapıyı annem açmıştı. Bana önce şaşkın şaşkın baktı. Sonra da kucaklayıp öptü. Odaya geçerken ablam hoşnutsuzca baktı. Ama yerinden de kalkmadı. Annem uyarınca “ oğlun buna değmez” dedi. Haklıydı. Bunu kabul etmeliydim. Bir şey diyemedim. Zaten bir genç “ kolay olmaz” demişti. Olmuyordu işte.
Birkaç gün evden çıkmadım. Haberi olmayanların bile bakışlarından anlamlar çıkarıyor, değişik sonuçlara gidiyordum. Evden çıkmaya karar verdim. Eskiden arkadaşlık yaptıklarımız da benden uzak durdular. Oysa üç ay öncesine kadar birlikte gezer, top oynardık. Üç ayda ne değişmedi ki. Gidip onlara “ben döndüm, siz dönmemek üzere gidin” diyemedim. Sıkılıyordum. İçe kapanmanın beni zorlayacağını bilecek durumdaydım. Ama yaşadığım gerçeklikten de kaçamazdım. Bir amca, “ oğul, belki yakalarlar seni, kimseye zarar vermeyesin. Hatta bir süreliğine başka bir şehre gidersen iyi edersin” dedi. İlk kez birisinin sıcaklığını hissettim. Eğilip ellerinden öptüm. Beni hiç yakalamadılar. Gizli bir hesapları mı vardı bilemiyorum. Ben dağ koşullarına dayanamadım, işkenceye nasıl dayanacaktım. Bir de zindanda kalabilecek miydim? Bunları hep düşündüm. Geldiğim yerlerden çıkan çatışma haberlerini izliyordum TV’lerde. Yanlarında kaldıklarımdan herhangi birinin ölüm haberinde içim cız ediyordu. Anladım ki bir yanım oralarda kaldı. Ama önemli olan şimdi yaşadığım durumdu.
Aradan günler geçmesine rağmen ablam değişmedi. “Sen başımızı eğdirdin” diyordu. Hak verdim. Annemin ona olan müdahalelerini durdurup “kızın haklı” diyordum. Uzaktan da olsa bir kız sevmiştim. Bunu sadece ablam bilirdi. Nedense evden çıkarken aklıma geldi. O akşam eve dönünce ablamın odasına gittim. Ablam pencerenin kenarında oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Hafiften bir rüzgâr esiyordu. Yandaki evin bahçesindeki incir ağacının yaprağının çıkardığı hışırtı sesi geliyordu. Ablam derinlere dalmıştı. Ne düşündüğünü bilmiyordum. Aşk olabilir miydi diye aklımdan geçirdim. Biraz daha yaklaşıp, “sen haklısın” dedim. Ne dönüp bana baktı ne de bir şey söyledi. Ben uzaklardayken çok gururlandığını annemden öğrendim. Onu gururlandıran ben şimdi onun öfkesine maruz kalıyordum. Ve utandım. Ama konuşmakta istiyordum. Ablamın yaşıtları evlendiği halde onu isteyenleri geri çevirirdi. Ancak onun da bir gönül yarasının olduğunu biliyordum. Şu anki halini de buna yordum. Gayri ihtiyari olarak sevdiğim kızı sordum. Bana dönerek gözlerime derinden baktı. Ve “o artık seni sevmiyor” dedi. Sonra da sustu. Dışarı çıktım. Kapının önünde durdum. Peş peşe iki sigara içtim. Caddeyi aydınlatan sokak lambasına yapışmış bir kelebek gördüm. Ateşin sırrına ulaşmayı bekleyen hikâyedeki son kelebek aklıma geldi. Anlam sondakinde gizliydi. Kendimde de bunu gördüm. Yok, ben yanlış yapmadım, ihanet ettim. Dönüşüm bir bataklığa dönmeydi. Ve ben hala içine batmaktaydım.
Lambadaki ışığa tutunan kelebek benim için bir çözüm olabilir miydi dedim kendi kendime. Bir sigara daha yaktım. Sevdiğim kız da bakmazdı işte. Başı eğik olana kim âşık olmak ister ki. Yok, aşk sevdiğinin ihanetini de kaldırır demiyorum. Ama onunki aşk değildi ya da olabilir miydi? Ben de sormadım. Evlerinin önünden geçerken de bakmıyordum. Ablam susuyordu. Son günlerde hepten içe kapandı. Önceleri böyle değildi. Çözemedim. Kapısını açmayı da başaramadım. Bir seferinde annem dedi, kadınlar bazı dönemlerinde kızgın olurlar diye, ama onunki bu değildi. Döndükten sonra ilk kez kahveye gittim. Kapıdan girerken yüz dönenler oldu. Bir köşeye oturdum. Bir ses duydum: “Bu mekânda ihanet edene yer olmamalıydı” diyordu. Başımı kaldırıp baktım. Onunla göz göze geldik. Esmer tenliydi. Yakışıklı bir gençti. Ağır konuşamadım. Kıyamadım. Ama bir kere başımı kaldırmıştım. Ve konuşmadan boyun eğemezdim. Sesimi yükseltmedim. Orta yaşlı ve yaşlılar da vardı. Hafif bir tonla konuştum. Doğrudur, döndüm, ihanet ettim. Şimdi bunun bedelini ödüyorum. Utanıyorum. Ya sizler? Ben döndüm ama sizler gitmiyorsunuz. Gidip görün hadi, dedim. Elli yaşlarında olan biri yerinden kalkıp yanıma geldi. Elini omzuma attı. Biraz da sıktı. Bunu olumluya yordum. Herkes bize kilitledi gözlerini. Eli halen de omzumdaydı. Gençlere baktı. Ve sözlerimin yönünü değiştirerek: “ O utandı, ya biz” dedi.
Cevap veren olmadı. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Uzun boyluydu. Kestane rengi gözleri vardı. Uzun kolları vardı. Acılar yaşamış insanların ifadesi vardı yüzünde. Alnındaki çizgiler çoğalmıştı. Önden dökülen saçlarına aklar düşmüştü. Sonra öğrendim ki iki yıl önce kızını kaybetmişti bir çatışmada. Geldiğim yerde kızının mezarı bulunuyordu. Bunu duyunca daha bir utandım. Ve birkaç kere daha karşılaştım o bilge görünümlü insanla. Hazan mevsimine giriyorduk. Dönüşümün üzerinden altı ay geçiyordu. Hayatımda birçok şey değişti. Ablam da değişiyordu. Pek sohbet etmiyorduk. Gündüzleri evde kalmazdım. Geceleri de o, odasına çekiliyor ve arkadaşlarından aldığı birkaç kitapla zamanını dolduruyordu. “Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum” adlı kitabı gördüm elinde. “Bu kitabı okumalısın, belki bir yerinde kendini bulursun” dedi. Anlam vermedim. Zamanla geldiğim yerde kalanları sormaya başladı. Oradaki genç kadınları da soruyordu. Bir seferinde şakayla “yoksa niyetini mi bozdun” dedim. “Yok” dedi. Durmadan da “ama gitsem de dönmem” dedi. Bakmakla yetindim.
Eylül ayının ortalarıydı. Ben pasaja yakın bir yerde çalışıyordum. Akşam eve dönünce annemi kapının önünde buldum. Elinde beyaz bir zarf vardı. Odaya geçince “ablan senden sonra evden çıktı. Arkadaşına gideceğini söyledi. Ama hala gelmedi” dedi. Elindeki zarfı da bana uzatarak bunu sana vermemi istedi dedikten sonra “ git bir sor, eve getir ablanı” dedi. Zarfın üzerine “kardeşime” diye yazmıştı. İlk kez bana yazıyordu. Merak ettim. Zarfı açıp okumaya başladım. “Artık başın eğik olmayacaktır, sana böyle yaklaşana da sessiz kalma. Senin bıraktığın yerden devam edeceğim” diyordu. Anlamıştım. Anneme söylemedim. Mektubu tekrardan zarfa koyup onu da ceketimin iç cebine koyarak dışarı çıktım. Alman Köprüsü’ne kadar hiç durmadan yürüdüm. Köprünün sağ tarafında çömelip oturdum. Ablalar kardeşlerin utancını gideriyorlardı işte. Başımı daha çok eğdim. Daha çok utandım. Gece yarısına kadar yürüyüp durdum. Beynimde dünyalar çarpışıyordu. Ablamın hatırladığım tüm yaşam kareleri gözlerimde tek tek canlandı. En çokta gülüşü aklımda kaldı. Sonra o gülüşleri saklamıştı. Dün gece odama gelmiş, halhatır sormuş ve gülümseyerek dönmüştü. Eve döndüm. Ablamın odasına gittim. Her yer düzeltilmişti. Pencerenin önüne gittim. Sandalyeyi çekip oturdum. Hep ablamı düşündüm. Biliyorum ki o da beni düşünüyordu. Kalemi alıp kâğıda yazmaya başladım. Ablama hitaben yazdığım mektuba ek olarak anneme de bir tanesini yazdım. Onları da ablamın zarfına koydum. Sabah annem uyandırınca artık akşamları işe gideceğimi söyledim. İkindiye doğru evden çıktım. Annem “ablan daha gelmedi” dedi. Cebimdeki zarfı kendisine uzatıp “gelir” dedim. Sonra da zarfı abime vermesini istedim. Son kez kapımıza baktım. İkinci kezdi dönmemek üzere bu kapıdan çıkıyordum. Bunun son olacağını biliyordum. Annem iki çocuğunun acısını nasıl karşılardı diye düşündüm.
Anladım ki bu topraklarda anneler üzülmediği sürece özgürlük elde edilemeyecekti. Onların mutlu olacağı ülke ancak böyle yaratılabilirdi. Başka da yol yoktu. Karanlık çökmeden garaja geldim, garaj ana caddenin yanı başındaydı. Ablam buradan otobüse binerek gitmişti. Yok, ben aynı yoldan gitmeyecektim. Ana caddeyi geçip şose yoldan baraja doğru yürüdüm. Sadece direklerdeki lambaların ışığı vardı. Bir yerden sonra onlar da görünmez oldular. Çok geçmeden barajın küçük su kanalına ulaştım. Uzaktan sesler geliyordu. Eşekler anırıyor, köpekler uluyordu. Ben karanlıkta ilerliyordum. Barajın bir bölümünde suya elektriğin verildiğini duymuştum. Oraya gidecektim. Yolum çok kalmamıştı. Çok geçmeden de ulaştım. Gökyüzüne baktım. Yıldızlar ne kadar da çoktular. Birisi birden kaydı. Gözümü ondan alamadım. Yoksa ablama bir şey mi oldu, diye düşündüm. Zaman tükeniyordu. Fitile ateş vermiştim. Arınmak istedim. Suya girdim. Şiddetli bir titreşim hissettim. Sudan çıkmadım. Ablam çağırıyor gibiydi. Ve beni artık sevmeyen kız karşımda gülümsüyordu.
Ablam,
“o artık seni seviyor.”
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER