TARİHTEN GÜNÜMÜZE KADININ ÖZ SAVUNMASI (3.BÖLÜM)
2-ŞİDDET Yaratılışın ilk anında Fırat’ın kıyısında yeşeren ağacın gövdesine evcilleşmeyen bir yılan, Anza Kuşu ve karanlık bakire Lilith yerleşmiştir. İnnana bu ağacı Uruk’a götürmek ve ağacın gövdesinden kendine taht ve yatak yapmak istemektedir. Kardeşi Utu bu ağacın ele geçirilmesinde yardımcı olmaz ve İnnana Gılgamış’a hükümdarlık verme karşılığında anlaşır. Gılgamış sedir ormanlarına Enkidu ile gider ve krallık sembolleri olan silahlar ile Lilith’in yaşadığı ağacı devirir. ‘O yolların baltasını, bronz baltasını savurdu. İnanna’nın kutsal bahçesine girdi. Gılgamış eğilemeyen yılanı öldürdü. Anzu kuş yavrularıyla dağlara uçtu. Ve Lilith evini yıkarak vahşi ıssız yerlere kaçtı. O zaman Gılgamış huluppu ağacının köklerini gevşetti. Ve ona eşlik eden şehrin oğulları, dallarını kestiler. Ağacın gövdesinden bir taht oydu kutsal kız kardeşi için. Ağacın gövdesinden bir yatak oydu İnnana için. Ağacın köklerinden bir pukku yaptı erkek kardeşi için. Ağacın taçlarından, bir mikku yaptı Uruk kahramanı Gılgamış için’ der hikâye. Lilith devletçi kent uygarlığına tehdit oluşturan özgür toplum ve ana tanrıça kültürüdür. Nehirlerin ve ormanların ülkesi Mezopotamya tanrıçasıdır; hem Lilith hem Ereşkigal bir isyan halinde Enki’ nin ve Gılgamış’ ın yurtlarına girişine izin vermezler. İnnana bu kültürü ve yaşamı kente taşırmaya çalışan ama taşıramayınca kendi ana tanrıça gerçeğine yabancılaşan, yabancılaştıkça erkeğin iktidarına ortak olan bir duruma mahkûm olur. Gılgamış Lilith’ in yurdunu dağıttıktan, Enki Ereşkigal’ i sınırlandırdıktan sonra, aynı şiddet ile İnnana’ ya saldırır, İnnana tecavüze uğrar, Enki onun kutsal yasalarını çalar. İnnana elinde baltası ile Enki ve Gılgamış’a karşı ayaklanma başlatır ve bu ayaklanma sonucu Enkidu ölür, Gılgamış ölümsüzlük sırrını ele geçiremez. Aynı biçimde Enki’ nin üzerine bir isyan ile yürür ve çalınmış yasalarını alarak ülkesine döner. İnnana Uruk kentinde uygarlığını oluşturmaya çalışırken Lililth ile karşıtlaşmıştı, ama Gılgamış ve Enkidu ile girdiği işbirliği kendisine vahşi bir şiddetle dönünce Lilith’ leşir. Benzeşme İnnana’ nın ayaklanmaya geçmesidir. Ancak bu süreçte İnnana yalnız değildir, onun bir kadın örgütü ve arkadaşlık topluluğu vardır ve yanından ayrılmamaktadırlar. Yazıtların hakkında ‘yaradılışın ilk anından beri erkek kardeşinin saklandığı yeri açığa vuran bir kız kardeşe rastlanmamıştır.' Dediği Geştinanna ve İnnana’ nın 'benim sadık, güvenilir desteğim, bilge öğütler veren sukkal'im, yanımda mücadele eden kadın savaşçım' olarak tanımladığı, doğunun kraliçesi Ninşubur ve annesi Ningal hep yanı başındadırlar. Birbirini savunma, koruma ve bunun için savaşmak vardır. ‘kadın savaşçım’ tanımı bu süreçte bir kadın direniş gücünün olduğunu ve bu direnişin bir silahlı gücü de temsil ettiğini göstermektedir. Lakin İnnana ‘ın bir diğer sıfatı savaştır ve Gılgamış zırh, gürz, balta ve kalkanlarını ondan almaktadır. Çünkü silahlar hemen hemen tüm mitsel anlatılarda kadının koruması altındadır ve kullanımı tanrıçanın onayına bağlıdır. Önceki dönemlerin Tanrıçalarının sonraki dönemlerde dişi şeytanlar haline getirilmeleri bu süreçte Lilith kişiliğinde başlatılır. Ama başlangıçta karanlık, kaos, asi biçiminde tanımlanan Lilith esas şeytanlaştırılmaya Musa döneminde uğrar. Çünkü Lilith ölmemiştir, geri çekilmekte, ulaşılmaz mekânlar kurmakta ve fırsatını bulduğunda ortaya çıkmakta, kadınları etkilemekte ve tanrıya başkaldırmaktadır. Lilith hep direnme halinde olan, egemen erkeğe teslim olmayan ve bir yer altı örgütü gibi hareket eden kadın direnişinin sembol kişiliği olur. Lilith demek kadın direnişi demektir ve Lilith egemen erkek iktidarının kadın direniş korkularını yüklediği, isyan tehdidi gördüğü ve teslim alamadığı tüm kadınlar demektir. Altın keski, bronz balta, mızrak, gümüş çekiç, büyü nesnesi, çakmak taşından büyük bıçak, ölçü değneği ve ölçü sicimi, çoban asası, hançer ve tanrıçaların savunma araçları olarak tasvirlerde görünür. Üretim aletlerinin bir öz savunma aracına dönüştüğünün ifadeleridir. Zamanla bu araçlara ok ve yay, kılıç da dâhil olur. Tanrıçalar ile özdeşleşen bu aletler göstermektedirki kadınlar egemen erkek iktidarına karşı ve devletçi uygarlık saldırılarına karşı bir öz savunma içine girmiş, direniş savaşlarını yürütmüşlerdir. Lilith ve Havva kendini tanımlayan kadın ile erkeğin tanımladığı kadın geriliminin yansıması olarak bize yansır. Tevrat, tanrının Lilith ve Âdem’ i eşit yarattığını, Âdem’ in Lilith’ ün üzerine çıkmak istediğini ama Lilith’ in bu duruma isyan ederek ‘eşit olduklarını ve erkeğin altında olmayı asla kabul etmeyeceğini’ söyleyip kızıl denize kaçtığını anlatır. Âdem tanrının huzuruna çıkar ve Lilith’i geri ister ama Lilith geri dönmez. Eski değerlere bir daha geri dönülmeyeceğini belirten Lilith kendi çocuklarından bir kavim kurmuştur. Geri dönmemesi üzerine tanrı tarafından lanetlenen Lilith in, Melekler geri dönmesi için her gün bir cin çocuğunu öldürmeye başlar. Lilith' de bunun karşılığına Âdem’in soyundan her çocuktan, erkelerde sünnet oldukları 8. güne, kızlarda 20. güne kadar kendi adının yazılı muskayı taşımayan çocukları öldüreceğine yemin eder. Lilith asla Âdem’e geri dönmez. Ve tanrı yeni bir eş yaratırken, bu yaratılış anını izleyen Âdem’in iğrenmesi üzerine, uyurken Havva’yı Âdem’in kaburga kemiğinden yaratır. İkinci eş kan-damar-kemik içinde görülmüştür ve bu metafor(mecaz-benzeşim), erkek tanrının erkeğe, kadını kan, katliam, vahşet içinde yarattığını anlatır. Başlangıçta sadece direnen kadını öldüren erkek egemen iktidar, artık kadın toplumunu katliamdan geçirir. İlk kavimsel soykırım Tevrat’ da bir tanrı emri olarak lanetlenen kadın toplumuna uygulanır. Ama Lilith Havva’yı, yani erkeğin cennetine mahkûm olmuş kadın başkaldırısını örgütler. Yasaklanmış bilgi ağacı Gılgamış’ ın yıktığı, Lilith’in yaşam ağacıdır. Bu ağaç güzel meyveleri ile Havva’yı kendisine çekmekte ve bilme-bilinme arzusunu kamçılamaktadır. Aslında Havva’nın ağacın meyvesine ilgisi bilincinin derinliğinde duran arkaik tarih duygusunu anlatmaktadır. Ve yılan kılığında Lilith Havva’yı tanrı ve kendisi konusunda bilgilendirir. Bilgi meyve değildir, Lilith’in sözleridir, meyveyi yemek tanrıya karşı eyleme geçmeyi anlatmaktadır. İşte burada kadın artık salt lanetli durumdan şeytanlaştırılan sürece alınır. Tanrının sözünü dinlemeyen ve şeytan tarafından baştan çıkarılan kadın Havva, insanlığın yeryüzüne sürülmesine neden olur. Bedeni ağrılar ve erkeğe arzular çekmekle cezalandırılır. En önemlisi de soyu tarafından sürekli suçlanacağı bir suçluluk duygusu yüklenir kendisine. Havva ilk başkaldırısından sonra sonsuza dek susmuş ve sesi duyulmaz olmuştur. Bu hikâye Tevrat da şöyle geçmektedir; Yar.3: 1 RAB Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, 'Tanrı gerçekten, 'Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin' dedi mi?' diye sordu. Yar.3: Kadın, 'Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz' diye yanıtladı. Yar.3: 3 'Ama Tanrı, 'Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz' dedi.' Yar.3: 4 Yılan, 'Kesinlikle ölmezsiniz' dedi, Yar.3: 5 'Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.' Yar.3: 6 Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. Yar.3: 7 İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Yar.3: 8 Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. Yar.3: 9 RAB Tanrı Âdem’e, 'Neredesin?' diye seslendi. Yar.3: 10 Âdem, 'Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim' dedi. Yar.3: 11 RAB Tanrı, 'Çıplak olduğunu sana kim söyledi?' diye sordu, 'Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?' Yar.3: 12 Âdem, 'Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim' diye yanıtladı. Yar.3: 13 RAB Tanrı kadına, 'Nedir bu yaptığın?' diye sordu. Kadın, 'Yılan beni aldattı, o yüzden yedim' diye karşılık verdi. Yar.3: 14 Bunun üzerine RAB Tanrı yılana, 'Bu yaptığından ötürü Bütün evcil ve yabanıl hayvanların En lanetlisi sen olacaksın' dedi, 'Karnının üzerinde sürünecek, Yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Yar.3: 15 Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu Birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, Sen onun topuğuna saldıracaksın.' Yar.3: 16 RAB Tanrı kadına, 'Çocuk doğururken sana Çok acı çektireceğim' dedi, 'Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, Seni o yönetecek.' Yar.3: 17 RAB Tanrı Âdem’e, 'Karının sözünü dinlediğin ve sana, Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için Toprak senin yüzünden lanetlendi' dedi, 'Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Yar.3: 18 Toprak sana diken ve çalı verecek, Yaban otu yiyeceksin. Yar.3: 19 Toprağa dönünceye dek Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın Ve yine toprağa döneceksin.' Yar.3: 20 Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi. Yar.3: 21 RAB Tanrı Âdem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Yar.3: 22 Sonra, 'Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu' dedi, 'Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.' Yar.3: 23 Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem’i Aden bahçesinden çıkardı. Yar.3: 24 Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi. Burada yılan Lilith’tir ve Lilith kutsal metinlerde sürekli, değişik versiyonlarda lanetlenme unsuru olarak işlenir. Çünkü Lilith Havva’yı hep gözlemekte, onunla konuşmakta ve kadın gerçeğini aktarmaktadır. Bulundukları bahçe neolitik kültürü, elma kadın bilgeliğini temsil etmektedir ve kadını kendi özgür yaşamına davet etmektedir. Tanrı neolitik topluma, bilgeliğine dayalı yaşama dönüş olursa ve o bilgelikle davranış sergilerse ölümle cezalandıracağını belirtiyor. Elma ağacı iyi ve kötüyü bilmenin bilgisidir ve bilmek tanrısallıktır. Kadın toplumunda herkes iyi ve kötüyü bilir, o nedenle kutsaldır ve o nedenle tanrısaldır. Burada Lilith tanrı ile yani erkek egemen iktidar gücüne karşı bir ideolojik çatışma içindedir. Kölelik bilgisinin kendini bilmemek, gerçeğin farkındalığını kaybetmek olduğunu bilerek isyanı hakikati bilmek üzerinden geliştiriyor. Bu nedenle gözlerin açılması gerçeği görmek, çıplaklık insanın yalın hakikati ve benliği konusunda bilince varmak, farkına varmaktır. Kadın yaşamında bilmek özgürlüktür, anlamak farkına varmaktır ve bilmek-anlamak davranışı özgür kılar, işte egemen erkek iktidarının yok etmeye çalıştığı ve tanrının diliyle konuşturduğu şey budur. Havva ve Âdem tanrıdan kaçarak gizlenmekle, O eril tanrının iktidarından, gazabından, aldatıcı uygarlığından çok, kendini bilememe gerçeğinden ürkmektedirler ve bu yüzden ondan kopmaktadırlar. Gerçekliğinin bilincine varan bu egemenliği, iktidarı kabullenemez ve kaçmaktadır. Ancak burada en dikkat çeken şey, tanrının Adem’i kadının sözünü dinlediği için cezalandırmasıdır. Anlamı ve bilmeyi insandan almak, tanrının tekeline almak ve anlam arayışını sürdüren kadını dinleyen erkeği cezalandırmak bir erkek iktidar uygulaması olur. Ve uygarlığın yayılma metaforu olan yeryüzüne ataerk gücü kazanmış Âdem’i ve cezalandırılmış Havva’yı gönderir. Yaşam ağacının yoluna Keruvlar ve her yana dönen alev kılıçları yerleştiren tanrı, komünal topluma ve onun bilgeliğine dönüşün ateşte yanmak ve küle dönmek olacağını anlatır. Havva imgesi tek tanrılı dinlerin kadını nasıl şeytanlaştırdığını, sonsuz bir suskunluğa gömdüğünü anlattığı kadar, kadının ideolojik olarak nasıl öz savunma gücünden düşürüldüğünü anlamak açısından hayli öğretici bir örnektir. Öz savunma direnci fiziksel olarak kırılmaz, kırılma duygusal ve düşünsel biçimde başarılır. İnnana birinci cinsel kırılmayı yaşamıştı (ki öz savunmanın kırılmasıdır), Havva ikinci cinsel kırılmanın, yani özgürlükten ve kendini savunma gücünden düşüşün adıdır diyebiliriz. Kadınlar zayıf, yalnız, suçlu ve güçsüz değiller; sadece suçluluk duygusuna inandırılmış, güçsüzlüğe zorla ikna edilmiş ve yalnızlaştırılmışlardır. İnandıkları ve ikna edildikleri için direnişe geçmemekte, iktidar zulmüne boyun eğmekte ve isyan etmemektedirler. İnandırılmış kölelik ve ikna edilmiş zayıflık bu anlamda öz savunma geliştirmenin önündeki temel engel olmaktadır. Kadının zayıf, şeytani ve yoldan çıkan, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan eksik insan olduğu fikri, toplumsal cinsiyetçiliğin temel kodları olmuş ve sürekli üretilen toplumsal cinsiyetçilik ile kadın bir teslimiyete angaje edilmiştir. Öğretilmiş çaresizlik tek tek öz savunma duvarlarını kırar ve boyun eğdirir. Bu tanımlanan kadındır; tanımlanmak varoluş gerekçelerini kaybetmektir, nesnelleşmektir ve üzerinde her türlü spekülasyonun kurulabilmesidir. Bu da ancak öz savunmanın kırılmasıyla mümkündür. Bu durum kadın tarihinin ikili bir karakter eşliğinde gelişmesine yol açmıştır. Birincisi, asla köleliği kabullenmeyip, özgürlük direnişini geliştiren ve kendini savunan kadındır. İkincisi, kader ağına düşüp, ezilen ve boyun eğdirilen, kendini savunamayan kadındır. Erkek egemen iktidarın ideolojik inşa ve şiddet araçlarıyla başarmayı amaçladığı tek şey zaten budur. Zina ve recm Musa’nın kadın bedeninde tanımladığı suç ve ceza kavramlarıdır. Yahudilik bir kavim dini olduğundan sayısal büyüme bir varoluş biçimi olmuş ve ‘çoğalmak’ tanrının ilk emri olarak emredilmiştir. ‘Çoğalmak’ fikrinin dayandığı milliyetçilik ruhu, Museviliğin ataerkil hukuku son derece katı, zalimce ve erkekleşmenin sosyolojisi diyebileceğimiz karakterde yapılandırmasına neden olmuştur. Musevi toplumu dışında bir kadın erkek ilişkisine yol vermemek için evlilik çok sıkı hükümlere bağlanmış ve aldatmak taşlanarak öldürülmeye neden olmuştur. Kadın sadece o ulusun ve o ulus içinde de sadece o erkeğin olmalıdır. Seçilmiş kavmi tamamen ataerkil ailede gerçekleştirme ve ataerkil aile içinde çoğaltma fikri, kadının amansız biçimlerde denetime alınmasını gerektirmiştir. Museviliğin ataerkillik ve kadın konusunda tek tanrılı dinleri oldukça etkilediğini biliyoruz. Havva imgesi, Lilith şeytanı, recm, soy sürdürme, öldürme gibi imgelerle, din sosyolojisini ataerkilleştirme de son derece etkili olmuştur. M.Ö 40 yılında Roma’ lıların yasaklamasına kadar kadın idamlarını gerçekleştiren tek gruptur. Lilith bir şeytandır ve asi, boyun eğmeyen, isteklerini dayatan her kadının aklı-bedeni bu şeytan tarafından ele geçirilmiştir. Taşlayarak öldürme ise kadının bedenine yerleşen şeytanı kovma ayinidir. Miryam Musa’nın tek tanrı inancının içerdiği erkek egemenliğini, ataerkil aile modelini ve tekçi erkek iradesine karşı şu sözlerindeki ‘Sadece Musa mı Tanrı ile konuştu? O, hepimizle konuşmadı mı?' isyanıyla dile getirmiş ve bir halk ayaklanmasına Rêber Apo etmiştir. Halkı, kardeşi Harun üçünün de peygamber olduğu gerekçesiyle Miryam’ ı izlemiş ve Musa’ yı terk etmiştir. Musa asıl tehlikenin Miryam ve kültürü olduğunu bu olay ile anlamış ve kız kardeşine karşı acımasız bir savaş başlatmıştır. Bu ayaklanma sürecinde tanrının Miryam’ı lanetlediğini ‘‘Miryam'a kızgın olan Tanrı ona tzaraat verdi ve Miryam ‘kar gibi beyaz’ oldu.’’ sözleriyle belirtir. Tzaraat bir cilt hastalığıdır ve kurallar gereği kamp dışında izole bir şekilde yaşamak zorundadır. Miryam’ı lanetleme yolu ile cezalandıran Musa Harun’ u cezalandırmaz; aksine başrahiplik görevini devam ettirmesi nedeniyle erk paylaşımına dayalı ikili bir ittifak geliştiren Musa ve Harun, Miryam’ı dini ve toplumsal Rêber Apo yetkilerinden alıkoyarlar. Bu olay ile kadın siyasi ve sosyal yönetimden miras hukuku yoluyla atılır. Oysa Miryam annesinin isteği sonucu, Musa’yı Firavunun gazabından kurtarmak için sepete koymuş ve Firavun’un kız kardeşinin onu evlatlık almasını sağlamış bir peygamberdir. 'Harun'un kız kardeşi Peygamber Miryam tefini eline aldı, bütün kadınlar teflerle, oynayarak onu izlediler.' İlahisinde dile gelen olay, Miryam’ ın kavmini Firavun esaretinden kurtarmak için oynadığı örgütleme önderliğidir. Direnç, coşku, moral motivasyonlarıyla Firavuna karşı halkının başkaldırısının peygamberi olan Miryam, lanetlenen ve sürgün edilen kız kardeştir artık. Ama Miryam kendini tanımlamış ve tanımının içerdiği eşit temsiliyet anlamına denk büyük isyanın kendisi olmuştur. Böylelikle kavminin kadınlarının eşitlik haklarını savunmuş ve katı ataerkil Musevi geleneğe karşı, Yahudi kadınlarının eşitlik taleplerinin tarihini başlatmıştır. Kendini tanımlayan kadın tanımlanan kadınlar demektir. Ve Miryam eşitlik tanımıyla bir olanak sunar bize; başkaldırmadan kendimiz olamayız. Tevrat’ta Musa’nın kadın bedenini tanrısal suç ve ceza alanı olarak tanımlaması erkek egemen şiddetin dinselleştirilmesinin en kuvvetli tasviridir. Her üç tek tanrılı dini etkilemesi nedeni ile Sümer mitolojisinden sonra kadına yönelik şiddetin ana kaynağı olduğunu belirtebiliriz. Musa, kadına dönük şiddetin meşruiyetini tanrının kadına düşmanlığı metaforu ile sağladığı için, her erkeğe aynı zamanda birer tanrı olma olanağı sunmuştur. Tanrı, kadına, emrine uymadığı için erkeğe sınırsız arzu duyma, doğum sancıları yüklemiş ve insanı cennetinden kovarak cezalandırmıştır. ‘Yaşanan bir cezadır ve sebebi kadının erkek tanrının emrine uymamasıdır’ anlatımı, kadına düşmanlığın süreklileşerek üretilmesidir, Tanrının kadın düşmanlığının dinselleştirilmesidir. Mitoloji çağının başlattığı kadını ideolojik şiddet yöntemleriyle mülkleştirme, kadın toplumunun ve bireyinin artı ürününe el koyma süreci tüm devletçi uygarlık güçlerinin temel karakteri olmuştur. Ancak tek tanrılı dinler ile kadına dönük saldırılar daha da vahimleşir. Vahametin nedeni, kadın gerçeğinde varoluşun ifade biçimlerinden biri olan inanç alanının ve tanrıça kültünün tamamen ret edilerek, inancın, dinin ve tanrının tümden erkekleştirilmesidir. Artık tek tanrı vardır ve O tanrı bir tek erkektir. Bu sürece kadar daha çok bu kültürü ve inancı evcilleştirme yaklaşımı esastı, ancak tek tanrılı dinler ile kadın kültürel ve felsefî olarak bir inkâr ve ret sürecine alınır. Museviliğin katı ataerkil teolojisi, batıda metafizik felsefe yöntemiyle eksik varlık kadın tanımıyla derinleşir, Hristiyanlık kilisesinde kadın şeytanlığın ta kendisi olur, İslamiyet’te ise sürülmesi gereken tarladır artık. Tek tanrı tek devlettir, eksik kadın iktidar olmayan ana kültürdür, kadının şeytanlığı tanrı erkektir, sürülmesi gereken tarla sömürülen halklardır. Eksik kadın, şeytan ve tarla imgeleri yönetilmesi, kontrol edilmesi gereken, erk ile terbiye edilen iktidar dışı demokratik uygarlık geleneğidir. Mezmur bu süreci şu hiddet yüklü cümlelerle emretmektedir. ‘1.Mez.2: 7 RAB ‘bin bildirisini ilan edeceğim: Bana, 'Sen benim oğlumsun' dedi, 'Bugün ben sana baba oldum. Mez.2: 8 Dile benden, miras olarak sana ulusları, Mülk olarak yeryüzünün dört bucağını vereyim. Mez.2: 9 Demir çomakla kıracaksın onları, Çömlek gibi parçalayacaksın.' Mez.2: 11 RAB'be korkuyla hizmet edin, Titreyerek sevinin. Mez.2: 12 Oğulu öpün ki öfkelenmesin, Yoksa izlediğiniz yolda mahvolursunuz. Çünkü öfkesi bir anda alevleniverir. Ne mutlu O'na sığınanlara’ O oğula sığınmayan kadınlar, tarih boyunca şiddete uğratılarak boyun eğmelere maruz bırakılırlar. Çıplak şiddete boyun eğmeyen kadınları felsefe yoluyla hiçleştirmenin, değersizleştirmenin ve bedensiz kılmanın aklı batıda devreye girmiştir. Tanrı oğulun yenemediği kadını, erkek aklı tanrılaştırılarak yok etmenin yolu açılır. Batı erkek aklının icatçısı Platon 'Ben bir ebeyim. Şu farkla ki, kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum” der. Hareket-değişim-oluşum ilkelerine dayalı doğa felsefeleri bir göreceliliği temsil eder ve dişil inançların, metafizik unsurların felsefî ifadeleridir. Değişim ve harekete dayalı felsefe, hakikatin değişen bir doğaya sahip olduğunu ve hiçbir şeyin mutlak olmayacağını belirtir. Bu fikir, devletin ve sınıfın sabit ve değişmez olduğunu iddia eden iktidar güçleri için büyük tehlike arz eder. Aristokratik sınıf ve devletinin kuruluşunu felsefe alanında gerçekleştirmeye çalışan Platon, değişimci felsefelere karşı bir mücadele başlatır. Ona göre hakikat mutlak ve değişmez olan fikir- idea’ dır. Örneğin, devlet kavram olarak mutlak bir fikirdir ve maddi koşullardan bağımsız olarak vardır ve var olacaktır önermesinde bulunur. Ve mutlak fikir-idea dünyasını ancak erkek aklının kavrayacağını savunur. Ona göre kadın akıl dışı, eksik ve aşağı varlıktır, o akıl dünyasını doğası gereği temsil edemez. Bu düşünceye göre erkek mutlak fikir dünyasını kavrayacak yüce akıl gücüdür, o zaman madde üstü dünyayı temsil eder. Hakikate erkek aklı ile ulaşılabileceğini belirtir ve erkek aklını yüceltir. Toplumu filozof kral, devlet yöneticileri ve çiftçiler biçiminde değişmez sınıflar olarak tanımlarken, kadına bu akılcı felsefede ve toplumda bir alt kategori olarakta yer vermez. Platon felsefesinin esas amacını ortaya koyan iki şeydir; 1. mutlak fikrin devlet ile görünürlük kazanabileceği. 2. Mutlak fikre ancak erkek ruh ve aklı ile ulaşılabileceği. Mutlak idea kuramı, devlet aklını örgütleme tekniği, mantığı ve hiyerarşi planı olarak tasarlanmıştır. Platon öncesi metafizik tanrının erkekleştirilmesi ile uğraşırken, Platon felsefe ile erkek aklını tanrılaştırmıştır. Böylelikle doğayı maddesizleştirme kadar aklıda bedensizleştirir. Platon felsefesinin temel ilkesi ‘Benzerlerin Birliği’ dir. Fikir mutlak, değişmez ve sabit olduğundan farklılık yoktur, kendine benzer. Benzerlerin birliğini, erkek bilgenin kadını bedensel ilişki zemininde dahi terk etmesi ve benzeri olan erkek ile bedensel birlik kurarak hakikate ulaşabileceği biçiminde tarif eder. Lakin benzerin benzeri ile kurduğu ilişki ile hakikate ulaşılır. Kadın erkeğin benzeri değildir, kadın aşağıdır, akıl dışıdır ve kadın bedenine mahkûm erkek bilgelik kazanamaz, erkek aklının yüceliklerine ulaşamaz. Bu nedenle bilge adam benzeri olan genç oğlanla dostluk, cinsel sevi ilişkisi kurmalı, benzerlerin bu akıl-beden birliğiyle saf bilgiye ulaşmalıdır düşüncesini savunur. Kendi benzeri ile kurduğu aşk ilişkisi sayesinde erkek saf aklın bilgisini elde edebilir düşüncesindedir. Platon aklının hem Hristiyanlık hem İslamiyet üzerinde yeni-Platonculuk biçiminde etkisi büyüktür. Kadını akıl dışı, eksik varlıklar olarak tanımlaması ve kadın ile bedensel yakınlığın dahi erkek aklı için tehlike içerdiğini belirtmesi hem Augustinus hem İmam Gazali tarafından dinlere uyarlanan temel kadın yargıları olmuştur. Kadın düşmanlığı, kadın bedeninin şeytanlaştırılması, kadın aklının değersizleştirilmesi Platon felsefesinin dinlere etkileridir. Hristiyanlıkta Musevi dogmatizminin temsilcisi aziz Pavlus’un ataerkil yorumları hâkim olmuştur. İsa’ nın ‘ilk taşı günahsız olanınız atsın’ biçimindeki kadın yaklaşımını, kadını şeytani doğa temelinde terörize ederek dışlar ve taş yerine kılıçları kadına doğrultmuştur. Yeni-Platonculuk hareketi ile aziz Augustinus günah kaynağını kadında, akıl kudretini erkekte yetkinleştirir. Baba kutsal ruh ve oğul üçlemesinin neredeyse Hristiyan dünyasını paramparça olmasına yol açacak kadar, yorumlamada temel figür olmasının nedeni, Meryem şahsında kadın kişiliği ve kültürünün dışlanmasıyla ilgilidir. Lakin İsa annesinin oğludur ve babalık hukuku hayatının hiçbir evresinde göze çarpmamaktadır. Kadınlar topluluğu tarafından korunan, fikirleri örgütlenen ve savunulan İsa, esasında, Musa’nın ilk saldırısına maruz kalan ve kız kardeşi Miryamda dile gelen Yahudi kadınların ataerkiye karşı mücadelesinin devamcılarıdırlar. İsevilik neredeyse bir kadın topluluğu dini olarak ortaya çıkmış ve hem katı Musevi ataerkine hem Roma zulmüne karşı bir direniş hareketi olarak İsa kişiliğinde sembolleşmiştir. Bu nedenle kendisinden sonra inancının doğası, yorumu, ilkeleri, ahlakı en fazla değişime uğrayan İseviliktir. Matta ve Miryam kız kardeşler, Mecdelli Meryem, Sameryalı Meryem ve anne Meryem İsa’nın etrafındaki ilk örgütlenme grubudur. İsa çarmıha götürülürken ve yeniden dirilirken yanında yalnızca bu kadınlar vardır. Daha İsa yaşarken onun Maria Magdelena ile olan Rêber Aposel temeldeki ilişkisine karşı olan Petrus, İsa öldükten sonra Maria Magdelana şahsında kadın karşıtlığını bir öğreti temelinde geliştirir. İsa’nın son nefesine kadar yanı başında olan Maria, aynı zamanda İsa’ nın yeniden dirilişini gören tek kişidir ve bu durum İsa’dan sonra öğretiyi yayacak kişinin Maria olacağını belirler. İsevi öğretide düşünsel birlik ve halef-selef ilişkisi İsa ve Maria ilişkisi ile kurulmuştur ve Petrus’ un karşı çıktığı durum budur. Bu ilişkinin devamını engellemek için İsa’ nın hemen ölümünden sonra Petrus, kadının havari olamayacağını ifade eden günahkâr ve eksik kadın tanımlamalarını yoğunca geliştirir. Petrus: “Kadınlar, kocalarınıza itaat edin. İsa nasıl kilisenin başıysa, erkek de kadının başıdır.” der. Bu tarihten itibaren İsevilik kadının yeri, tanımı ve İsa’nın insan mı, tanrı mı olduğu temelinde gelişen tartışmalarla bölünmeye başlar. Hristiyan karanlığının esas nedeni kadın düşmanlığının Petrus ve Pavlus tarafından hem ruhen hem bedenen işlenmesi ve bu cinsiyetçi din tavrının eril öfkeyi tahrik etmesidir. Hem Museviliğin ataerkil karakterinin korunarak milliyetçiliğin sağlanması ve bununla kavmin egemenliğinin devam ettirilmesi için, hem de batının Hristiyanlığı iktidarlaştırarak kullanması için önce ona ataerki kazandırması gerekmektedir. Museviliğin ‘çoğalmaya’, batının tanrısal imparatorlarının erkeklik değerlerinin kutsanmaya ihtiyacı vardır. Bu anlamda İsa’ ya karşı verilen mücadelenin bir boyutunu kadın toplumsallığına ve direnişine karşı savaş oluşturmaktadır. Kadın toplumsallığının İsevi harekette biriken gücünü kırmak ve İseviliğe iktidar ve ataerki kimliğini yerleştirmek amaçlı kilise babalarının Roma imparatorlarıyla anlaşarak manastırlara alternatif, yöneticilerinin sadece erkeklerden oluşacağı kilisenin inşasını başlatması tesadüf değildir. Bu ikili karakterin birleşiminden doğan kadın düşmanlığı ilerde cadı avları adı altında tarihin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirecektir. Yukarıda açımladığımız konular doğanın canlılık dünyasını, kadının toplumu korumak için geliştirdiği öz savunma tarzına karşılık olarak, egemen erkeğin savaşın, şiddetin araçlarını nasıl bir sömürgecilik aklı ile kadın bedeni üzerinde inşa ettiğini açıklamaktadır. İlk ve en köklü toplumsal sapmalardan biri iktidar yönteminin öz savunma sistemlerini bozarak geliştirmesidir. Bu erkek insanın analitik aklının doğadan kopuşunun önemli göstergelerinden biridir. Rêber Apo bu konuda ‘‘Biyolojik savunma her canlı varlıktaki savunma güdüleri tarafından yerine getirilir. Toplumsal savunmada ise topluluğun tüm fertleri ortaklaşarak kendini savunur. Hatta savunma olanaklarına göre topluluğun sayısı ve örgütlenme biçimi sürekli değişir. Savunma, topluluğun asli bir işlevidir. Onsuz yaşam asla sürdürülemez. Bilindiği gibi canlılar dünyasının diğer iki asli işlevi beslenme ve üremedir. Beslenme ve üreme olmadan nasıl ki canlı varlıklar yaşamını sürdüremezse özsavunma olmadan da yaşamlarını sürdüremezler. Canlılar dünyasının özsavunmasından çıkarabileceğimiz diğer önemli bir sonuç, sadece varlıklarını korumaya yönelik olmasıdır. Kendi türünden hatta başka türlerden varlıkların üzerinde hakimiyet kurma ve sömürgeleştirme sistemleri yoktur. İlk defa insan türünde hakimiyet ve sömürge sistemleri geliştirilmiştir. Bunda sömürü olanaklarına yol açan insan türünün zihniyet gelişmesi ve bağlı olarak artık-ürün elde edilmesi rol oynar. Bu durum vralığını korumayla birlikte emek değerlerini savunmayı da yani sosyal savaşları da beraberinde getirir.’’(11 değerlendirmesinde bulunmaktadır. Tarih bu aşamadan itibaren kadının sosyal savaşlarına tanıklık etmeye başlayacaktır. Ancak genel bir yargı olarak veya egemen erkek iktidarın bir manipülasyonu (hileli yönlendirme) olarak şöyle bir düşünce tarih anlatımına hâkim olmuştur; kadınların direniş ve silahlanmaya dayalı savunma tarihi yoktur. Genelde başlarına gelen felaketleri sineye çeken, içi kan ağlayan, kader kurbanı, biçare kadın imajı yaratılmış, direnişçi kadınlar marjinal kişiler olarak ele alınmış ve bu imaj üzerinden de ekstra boyun eğmeler yaratılarak, eziklik süreklileştirilmiştir. Tiamat, Lilith, İnnana, Medusa, Miryam örneklerinde de görüldüğü gibi, ataerkil toplumun ve onun siyasi sistemi devletçi uygarlığın doğuşunun ne anlama geldiğini kadınlar dehşet içinde sezmiş ve o sistemin doğuşuna karşı bir direniş, öz savunma savaşını vermişlerdir. Sorun bu tarihin yeniden söze dökülmesi, yazılı hale getirilmesi olduğu kadar, açığa çıkarılacak kadın öz savunma tarihinin günümüz kadın mücadelesinin hem moral kaynakları haline getirilmesi hem de bir politik duruş olarak güncelleştirilmesidir. Sadece bilmek tarihe bir karakter ve aykırı davranış modelleri yüklememize yol açmaz. Tarih bilgisi politik güncellemeler sayesinde hakikatini dile getirebilir. Aksi durumda hükümsüz bir anılar dünyası geçerli olacaktır. Zaten kadın tarihinin egemenler tarafından bu denli çarpıtılmasının ve gizlenmesinin nedeni, kadın tarih bilgisinin politik güncellemeler sayesinde kadın sosyal kişiliğini yönetilemez davranışlara kavuşturacağı korkusudur. Ataerkinin bu korkusu öyle sıradan, belli zamanlarda hatırladığı korkular değildir; her an, günlük yaşamın her hareketinde, kararlarının her evresinde yaşanan bir korkudur. Bu neden ile her an kadını aşağılama, güçsüzleştirme ve yalnızlaştırma saldırıları din, bilim, mitolojik erkek egemen yargılar, hükümler ve yanılgılar aracılığıyla gerçekleştirilir. Yaşamın her anında, iş yerinde, okulda, kamusal alanlarda, kültürel sahalarda, evde her yerde günlük olarak kadınlar bu saldırılara maruz kalır. Kadın söz konusu olunca iktidar an’ı yönetir; kontrol edilmeyen, takibi zorlaşan ve belirlenemeyen kadın davranışı artış gösterirse sistem krizine dönüşeceğini bilir. Kadın an’larına hâkimiyet kaybı bir iktidar kaybı olduğundan an’a saldırı gerçekleştirilir. Bir erkeğin iktidar kaybının tüm erkeklerin iktidar kaybı anlamına geldiğinden, bir yerelde kadın özgürlükçü temelde erkek egemen iktidar aşılırsa tüm devletçi hegemonya aşılacağından evrensel bir ataerkil dayanışma ruhu devreye girer ve en nihayetinde, kadın karşısında tüm erkekler ve hegemonik güçler uzlaşırlar. Kutsal bir ittifaktır bu, tanrısallaştırılmıştır, uğruna cinayetler işlenir, kadın katliamları yapılır. Dünya genelinde her an kadın katliamı yaşanması, kadına yönelik şiddetin her an yaşanıyor olması, kültürel alanın kadın bedeni üzerinde sektörel kimlik kazanması vb. konular bu durum ile bağlantılıdır. Bu anlamda kadın öz savunma bilinci çok özel bir tarih bilgisini ve tarihsel davranışlar geliştirmeyi gerektirmektedir. Tarih bize kim olduğumuzu anlatır, bize kimliğimizi kazandırır. Kadın tarihi ilk sömürge, ilk direnişin ulusu kadını bilmemizi sağlar. Önderliğin kadınlara dönük ‘kendini salt erkeğin ezileni gören’ eleştirmesi ve kadının bundan çok daha farklı bir toplumsal, tarihsel gerçeğinin olduğunu hatırlatması anlamlıdır. İktidar uyumsuzları, ataerkiye aykırılar, dağın ve denizin hayaletleri, görünmez âlemin karakterleri, sistemin tedirginliği, yanlışın huzursuzları, her ayaklanma ve devrimin büyücüleri kadınlardır. Hep bir savaş veren ve teslim olmayan direnişleri, asla tam olarak iktidarın başarılı olamadığı doğanın belirsizliği ve her şeye rağmen yaşamı bir şekilde kendine göre inatla var eden bu kadınlardır. Bu durum kadınlara ilk sömürge sıfatının üzerinde ayrıca sıfatlar kazandıran bir gerçeklik kazandırmaktadır; direnişin ulusu. Bu direngen ulus kendini savunan kadındır ve bu savunma uğruna kendi varoluş biçimlerine meydan okumuş, sırf bu meydan okumanın bile kendisine özel bir ayrıcalık tanıdığı biçimde tanrıların üstüne yürümüş, akıl kapanlarını kahretmişlerdir. Erkek egemen iktidarı kahreden kendini savunan kadınlar sadece birileri değildir, tüm kadınlar aykırıdır, her an direniş halinde ve birer ayaklanmacıdır. Problem muazzam bir örgüte hala dönüşmemiş olmalarıdır ya da tarihin belli evrelerinde yükselişe geçen ve tarihi allak bullak eden devrimlerinin kendiliğindenliği aşamamış olmasıdır. Bu direnişçi ulusun evrensel düzeyde kadın birliğini ve ortak direniş fikrini yakalayamama sorunu vardır. Bu sorunu aşmak zorundayız ve aşmamızı sağlayacak biricik yöntemlerden biri de ortak tarih anlayışında buluşmaktır. Bu nedenle kendini savunan kadının tarihine göz atmamız gerekmektedir. Kendini savunan kadın tarihini bilmek ve bu tarihi güncelleyerek bir kadın hafızası oluşturmak öz savunma davranışlarını evrenselleştirmemize yardımcı olacaktır. Çünkü tarihe hep ezilme ve yenilme gerekçelerini izah eden biçimde başvurmak ve ezenin zalimliğini sürekli anlatmak yetmemektedir. Zulüm ne denli büyükse ona karşı direniş o denli büyük, zalim ne denli güçlü ise ona karşı direnişçi o denli güçlü, egemen erkek ne kadar iktidar ise kadın o denli ona karşı tarihsel toplum, devletçi uygarlık ne denli yaygın ise ona karşı demokratik uygarlık o denli yaygın olmuştur. Şimdiki gerçeklik artık tarihi toplumsal sistemlerin kuruluşunu gerçekleştirecek temelde ele almayı ve tarihi an içinde yeniden inşa etmeyi gerektirmektedir. Bu temelde bu bölümde bir tarihsel süreklilik içinde kadınların yürüttüğü öz savunma direnişini örneklendirerek açıklayacağız. Bu tarihsel süreklilik halindeki kadın direnişlerini ve öz savunma savaşlarını incelediğimizde, tarihin militarist ve haksız savaşlarını başlatanların erkekler, savunmaya dayalı direniş ve öz savunma savaşlarını yürütenlerin kadınlar olduğunu çok açık göreceğiz. Demokratik uygarlığın öz savunma direnişinin başlatıcısı kadınlardır ve sürekli bir Rêber Apo pozisyonunda yer almışlardır. Şunuda belirtmekte yarar vardır; kadınların direnişlerini, öz savunmaya dayalı savaşlarını yalnızca egemen güçler yok sayıp, görünmez kılmamışlardır. Bizzat içinde bulundukları toplumun ataerkil ve cinsiyetçi anlayış sahipleri, ortak direniş içinde oldukları erkekler tarafından da zamanla görünmez kılınmıştır. Bu nedenle Meryem’ den çok İsa, Hatice’ den çok Muhammed, Kitab-ul Eyn’ den çok Babek, Kollontai’ den çok Lenin, Emma Goldman’dan çok Bakunin, Celia Sanchez’ den çok Castro, Amayi’ den çok son Mohikanlı bilinir kılınmıştır. Bu anlamda kadınların savaşın ve direnişin tarihini yeniden ele alması ve bir hakikat düzeltmesine gitmesi gerekmektedir. DERLEME 3.BÖLÜM
|
YORUM GÖNDER