SÖZ VE ANLAM ÜZERİNE (4.BÖLÜM)
Devlet, mührünü ve damgasını vurduğu her parçayı toplumdan koparmıştır... Devletçi uygarlığa ait olan akıl, topluma ait olana söz, bilinç vb. demek daha doğru bir kavramlaştırma olabilir. Bu akıl ve yarattığı sonuçlar anlaşılmadan ve aşılmadan özgürlük ve eşitlik düşlerimizi gerçekleştiremeyiz. İktidarlar akıllı insanlar yaratırlar. Akıllı insan, iktidara bağlanmış ve ona hizmet etmeye kendini adamış, kural ve hukukun dışına çıkmayan insandır. Aklın sınırları devlet ve iktidarın sınırlarıdır. Aklın sınırlarını zorlamak ile iktidarın sınırlarını zorlamak özde aynıdır. Oysa sınırların ihlali ile özgürlük ve sözün alanı başlar. Devletçi uygarlığın her yasası, her kuralı, sözü, toplumu ve kadını bağlayan bir esaret zinciridir. Nasıl ki kayıt altına alınmak ile vahşi hayvanların ayağına ‘qayd’ vurmak aynı ise yine, devletin mührü altına girmek ile erkeğin kadını kendi mehri altına alması özdeş ise, ‘akıl da’ benzer içeriğe sahip bir kavramdır. Akıl, ‘akl’ Arapça kökenli bir sözcüktür. Devenin ayağına vurulan halkaya denir. Akıl, akıl yürütmede aynı zamanda beyinsel bir faaliyettir ve olay ve olgular arasında bağ kurmaya denir. Yani bağ kurmaktır özünde. Devenin ayağına halka vurup bağlamak ile olay ve olgular arasında bağ kurmak benzer şeyleri anlatmakta ve ifade etmektedir. Bütün devlet ve iktidarlar toplumun her bir alanını benzer bir bağla kendisine bağlar. Bunu da en başta akıl ve ideolojik hegemonya yoluyla gerçekleştirmeye çalışır. ‘Devletin aklı’ndan bahsedilir. Devletin aklı analitiktir, ruhsuz ve duygusuzdur. Devlet aklının ne kadar derin olduğu söylenir. Derinliği, yoğunluğu onun sinsi, hileli, yalanlı, tuzaklı vb. yapısından kaynaklanmaktadır. Bu akılda ahlak, vicdan, adalet vb. yoktur. Kısacası insani ve toplumsal herhangi bir şeyden bahsedilemez. Devlet kutsal addedilir ve bu devletin çıkarları da kutsal varsayılır ve bu uğurda her şey feda edilir. Her türlü işgal, tecavüz, katliam ve soykırım yapılabilir. Bu kırımları yaparken kılı bile kıpırdamaz bu canavarın. Akıl analitik düşüncenin karşılığıdır. Doğaya ve insana yabancılaşmanın soyut düşünce ve kavramlarla ifade edilen kurgusal akıl devletçi uygarlığın bir ürünüdür. Bu analitik akıl doğasal ve kadınsal olan duygusal zekadan ayrışarak ve onun üzerinden yükselir. tıpkı iktidarın toplum üzerinden bir ur gibi yükselmesi gibi. Bu akıl her ne kadar gelişmenin ve ilerlemenin bir göstergesi olarak lanse edilse de her şeyden önce insani değildir. Bu akıl bu şekilde gelişmek ve tarihte zorunlu olarak böyle oluşmak zorunda değildir. Aksine insansal akıldan çıkmayı bir sapma olarak değerlendirmek gerekir. Doğal toplum insanına ve dolayısıyla kadına has olan duygusal zeka kendi yolunda ilerlemiş olsaydı bugün insanlık çok farklı bir konumda ve gelişme düzeyinde olabilirdi. Bunca yalan, hile, çıkar, iktidar, bireycilik vb.’nin neden ve sonucu olan bu akıl insanlığın başına bela olan ölümcül bir hastalık olarak görülmelidir. Akıl ve onun kuramsal hali olan devlet aklı söze dayanmaz, yazı ve yasadır onun karşılığı. Söz ve toplumu hedef alır ruhsuzdur, soğuktur, mekaniktir, matematikseldir. Bir canavarın, devlet ve iktidar gibi bir aygıtın yaratanıdır. Söz toplumdur, söz toplum iledir. Söz toplumda dilden dile, dilden kulağa aktarılır. Söz toplumda müzik, masal, öykü, söylence, folklor, gelenek, ahlak vb. olarak kendini yayar. Bir dengbejin sesinde yankılanır. Bir acılı ananın ağıtında inler. Bir isyancının sloganında, marşında haykırır. Bir folklor oyununda ahenk bulur. Bir ressamın eserinde estetize olur. Bir masal anlatıcısının sesinde gizem kazanır. Bir ahlak yargısında ölçü olur. Bir aşk destanında yoğunluk kazanır. Bir çobanın kavalına eşlik eder. Bir genç ananın doğurganlığında yaşam bulur. Bir yaşlı bilgenin ölümünde yasa bürünür. Bir çocuk oyununda neşeye boğulur. Bir genç çiftin düğün halayında mutluluk olur... Söz toplum iledir, toplum söz iledir. Söz bakirdir, topluma aittir. Kimsenin malı, mülkü ve tasarrufunda değildir. Söz herkesindir ama hiç kimsenindir aynı zamanda. Tasarruf hakkı kamusaldır, toplumsaldır. Toplum Kürtçedeki “kom”dan gelir. Her toplum bir “kom”dur, gerisi niceliksel ve niteliksel farktır. Kök “kom”dur ve bu kök birçok kelimeye de kaynaklık etmiştir. Kom, komik, komela, komar,komxebat,komcivin, komelga vb bir çok kelime sıralanabilir. Aryen dil ortaklığından dolayı “kom” kökü İngilizce ve Fransızca gibi bir çok dilde de onlarca kelimeye kaynaklık yapmıştır. Komisyon, komite, komün, kompleks, kompitür, kommand vb kelimeler bunlardan birkaçıdır. Söz toplumun özgür halidir, toplumun doğal ve kendilik halidir. Toplum kendi sözüyle aidiyet bulur, kimlik kazanır. Bu onun kültürü ve özgünlüğüdür. Bu aynı zamanda onun özgürlüğü ve özgür halidir. Söz topluma yatay ve derinliğine yayılmıştır. Toplum bedense söz onun ruhudur, zihnidir. Devlet ve iktidar sözün karşıtı ve düşmanıdır. Devlet sözün gaspı, işgali ve talanıdır. Onun üzerinde egemenlik kurma, tahakküm sağlama ve sömürme biçimidir. Devlet söz yerine yazıyı ikame eder. Ahlak yerine hukuku, kutsallık yerine kural ve yasayı geçirir. Hüküm kurar ve sözü yani toplumu hükme ve kurala bağlar. Devlet ve iktidar düzen kurar, düzenleyicidir. Her iktidar düzenleyicidir, ama bu olumlu anlamda bir düzenleme değildir. Gerekirse yıkarak, dağıtarak yeniden düzenler. Ama mutlaka kendi çıkarına göre düzenler, kendi düzenini kurar. Toplumu kaos olarak görür, müdahale eder, tutsak alır ve kendi çıkarlarına göre düzenler. Düzeni kural ve yasayla oluşturur. Buna hukuk diyerek meşruluk kazandırmaya çalışır. İlk yasa koyucu, Ur-Namu veya Hammurabi olarak bilinir. Tarihte ilk yazılı hukuk belgeleri bunlar tarafından tabletlere veya kayalara yazdırılmıştır. Kimdir bunlar? Krallardır, köle sahipleri, egemen sınıfın temsilcileridir. Hammurabi’nin kayalara yazdırdığı bu yasalar toplumsal nüfusun artışı, yaşamı düzene koyma, toplumsal yaşamda barışı sağlama vb. hiçbir gerekçeye dayanmamaktadır. Tümden egemen sınıfın çıkarlarını temsil etmektedir. Bu egemen sınıfın sömürü sistemini güvenceye almayı hedeflemektedir. Toplumu iktidar güçlerine göre yaşamaya mecbur ve mahkum etmektedir. Hammurabi’nin yasaları, toplum için, üzerine yazılan kayalar kadar sert, acımasız ve zorbacadır. Topluma o kayalar kadar ağır yük ve görevler yüklemektedir. Tanrı Marduk adına Kral Hammurabi bu kuralları kutsal-ilahi bir emir ve buyruk olarak yazdırırken, özünde kendi iktidarını ve egemen sınıfın düzenini kurduğunu çok iyi bilmektedir. “Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi, ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır. tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin, devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı ve kölece çalıştırma gücü ortaya çıkar.” Hammurabi ahlaka göre yaşayan toplumu, yasaya-hukuka göre kurar ve yeniden düzenler. Artık toplum kendine göre ve özgürce yaşayamayacaktır. Kendinin öznesi ve iradesi olmaktan çıkarılmıştır. Bir özne ve irade olarak yükselen iktidar ve devlet, toplumun üzerine çöreklenmiş ve bir ur gibi kanını emmeye başlamıştır. Toplum ne kadar çırpınsa da ondan kurtulamayacaktır. Hammurabi’nin adına yemin ettiği Marduk kimdir ve nasıl bir tanrıdır? Marduk, anası olan Tiamat’ı (dönemin ana tanrıçasıdır) her türlü yalan ve hile ile öldüren ve onun yerine kendi iktidarını, kendi dünyasını kuran bir tanrıdır. Anası Tiamat’ı öldürdükten sonra onun ölü bedeninden kendine bir dünya yaratmıştır. Dolayısıyla ve en başta Marduk bir ana katilidir. Bir ana katilinden nasıl bir hukuk ve adalet beklenebilir ki! Tiamat aynı zamanda kadının toplumsal otoritesini, onun kültür ve iradesini temsil etmektedir. Bu anlamda kadın, tanrıça Tiamat şahsında toplumun vicdanı, ahlakı, hak ve adaletini temsil etmektedir. Tanrı Marduk tanrıça Tiamat’ı öldürerek aynı zamanda kadına ait bu toplumsal değerleri de ortadan kaldırmış olmaktadır. Birinci cins kırımının sembolik, mitolojik anlatımı olan bu süreç iyi anlaşılmak durumundadır. Kadın derin bir köleliğe mahkum edilirken, onun yerine erkek zihniyetinin tartışmasız iktidarı ikame edilmektedir. Beş bin yıllık erkek egemen zihniyet ve onun iktidar sistemi böyle bir temel üzerinde yükselmiştir. Yasa ve kuralı koymak yabancı kaynaklıdır. Bu yabancı dış bir işgalci güç olabileceği gibi, toplumun içerisinden sivrilen bir azınlığın egemenliği biçiminde de ortaya çıkabilir. Her iki durumda da topluma ve ahlaka bir yabancılaşma ve düşmanlık söz konusudur. Toplumu denetleme, kontrol altına alma ve üzerinde iktidar kurmayı amaçlar. Bunu kendi hükmü, yasası, kural ve kaideleri ile yapar. Her ne kadar bu yasalar tanrı, din, inanç vb. adına kutsallaştırılıp meşrulaştırılmaya çalışılsa da özünde ve yalnızca egemen olanın çıkarını gözetir ve ona hizmet eder. Tüm bu yasa ve kurallar topluma kölece hizmetler ve zorunluluklar yükler. Sürekli feragat ister. Toplumu borçlu kılar ve bu borcunu ödemeye mahkum eder. Bunun dışına çıkılması durumunda da birey ve toplum her türlü ceza ile tehdit edilir. Devletin hukuk sistemi bir kayıt sistemidir. Devlet toplumu kayıt altına alır. kayıt altına almakla pranga altına almak özde aynıdır. Vahşi atların ayaklarına bağlanan bağa veya zincire Kürtçede “kayd” denir. “Emé kayd u zinciran bişkinin” sloganı bununla bağlantılı olarak dile gelen bir özgürlük haykırışı olmaktadır. “Kayd” altına alınan hayvan artık rahat ve özgürce hareket edemez. O “kaydı” kim vurmuşsa onun denetimi altına girer. Vahşi, hırçın atlar veya kimi diğer hayvanlar bu şekilde ehlileştirilir veya evcilleştirilir. Her devlet toplumu evcilleştirilmesi gereken bir varlık olarak görür ve üzerinde kendi iktidarını kurmak için her yönteme başvurur. Uygarlık tarihi yazının icadı ile başlatılır. Bu anlaşılır bir durumdur. Yazı altına almak ve kayıt etmek devlet ve iktidarın, hatta kapitalizmin (sermayeciliğin) başlangıcıdır. Tacirin, efendinin, kralın toplumu egemenlik altına almaya başlamasıdır. Yazı ve rakam sömürücü sınıfın ihtiyacının ürünüdür. Egemen sınıf, mal ve mülkünü, vergi ve sömürüsünü yazı ve rakam ile kayıt altına alır. Sürü sahibinin her bir hayvanının çetelesini tutmasıyla, efendi ve tüccarın mal ve mülkünü yazı ve rakamla kayıt altına alması aynı uygulamadır. Egemenin hafızası yoktur, onun hafızası kayıtlı belgeleri ve arşividir. Bunlarsız sermayesinin hesabını tutamaz. Yazı, rakam, matematik vb. medenileşmenin, uygarlaşmanın, ilerlemenin işaretleri olarak gösterilmektedir. Bunların hiçbiri doğru olmadığı gibi toplumun aleyhine gelişen alametler olarak görülmelidir. Yazı, rakam ve matematik toplumun değil, devletçi uygarlığın gelişmesine hizmet etmiştir. İktidar ve devlet, temelini yazı ve rakam üzerine kurmuştur. Bugün bile yazıyı, rakamı ve matematiği bu uygarlığın altından çekerseniz bir gün bile ayakta duramaz ve varlığını sürdüremez. Devletçi uygarlık yazı, rakam ve hesap işlerinden oluşan koca bir yığın, sanal bir canavar gibidir. ‘Söz uçar yazı kalır’ denir. Söz ruhtur, ahlaktır. Beden ölünce ruh uçar, yazı ise kalıcıdır. Üzerine yazıldığı kayalar kadar sağlam ve katıdır. Devlet ve iktidar, topluma ait ahlakı, sözü geçici kılarken kendini ezel-ebet kılmaya çalışır. Kayaya, tablete yazılan yasa sabit ve kalıcı hale getirilir. Bu sözün, ahlakın özünden boşaltılarak tutsak edilmesidir. Kayaya, tablete oyulan hukuk, aynı zamanda ahlakın mezarıdır, ahlakın mezara gömülmesidir. Devletin yazıyla kayıt altına alması ve yasa ile kurala bağlaması, o alanı kendi denetimine ve kontrolüne alması demektir. Her yazılı belgenin ve yasanın altında bir mühür vardır. Mühür, kayıt altına alınanın hapsedilip, zincire bağlanmasıdır. Mühür vurmak ile zincire vurmak aynı anlama gelmektedir. Devlet, toplumun her bir karış bakir alanını kayıt altına almakla orayı esaretine, iktidarına almış olmaktadır. Damgasını vurduğu her toplumsal yaşam alanı tecavüze uğrayıp kirletilmiş demektir. Bir erkeğin kadını kendi gerçekliğinden kopararak kendi himayesine alması, karılaştırması neyse devletin toplumun her bir karış bakir yaşam alanını kayıt altına alıp, yasaya bağlaması aynı şeydir. Her ikisinde de kendine mal etme eylemi, saldırı ve tecavüz vardır. İlk imparator Sargon’un Hurrilerin-Gutilerin kutsal bakir topraklarına yaptığı işgal seferleri nasıl bir sömürgecilik ve tecavüz girişimi ise bugünün ABD ve tüm kapitalist devletlerinin toplumun her hücresine nüfus etme ve işgal girişimi onun bir tekrarı ve devamından başka bir şey değildir. Niceliği, rengi, yöntemi ve biçimi değişse de özü ve niteliği aynıdır. Buna Enki’nin İnanna’nın Me’lerini çalması ve Marduk’un Tiamatı katletmesi vb. eklememiz gerekir. Tiamatın parçalanarak öldürülmesi ile kapitalist modernitede, kadının her bir organının piyasada haraç mezat satılması, reklam malzemesi ve meta haline getirilmesi aynı çizginin ve zihniyetin devamıdır. Burada söz, toplum ve kadın düşürülür ve tutsak edilip iğfal edilirken devlet ve erkek yükselen iktidar gücü olarak egemenliğini pekiştirmektedir. Devlet, mührünü ve damgasını vurduğu her parçayı toplumdan koparmıştır ve kontrolüne alıp sömürüsüne açmıştır. Erkek de “mehr”ine aldığı her kadın üzerinde sınırsız bir tasarruf yetkisine kavuşmuştur. Mehr ile mühür aynı kökten gelmektedir. Devletin mührüne aldığı toplum ile erkeğin mehrine aldığı kadın köleleştirilmiş ve nesne durumuna düşürülmüştür. Bu tek taraflı bir tasarruf ve eylemdir. Devlet ve erkeğin özne ve irade olduğu, karşı tarafın nesne ve mal olduğu bir fiildir. Hep erkek kadını nikahıma aldım der. Kadın erkeği nikahına almaz, alamaz. Ancak onun nikahına, “mehr”ine girebilir. Köleci dönemde, kölelerin sahiplerince kızgın bir demir parçasıyla dağlanması, mühür ve damga altına alınması sembolik bir uygulama değildir. Kölenin bir mal veya meta haline getirilmesinin, insan olmaktan çıkarılmasının acımasız, zalimce bir göstergesidir. Aynı uygulama erkek tarafından kadına dayatılmıştır. Kadının görünür bedenine, yara açacak bir damga vurulmaz. Ama daha beter bir damga kadının ruhuna ve beynine vurulur. Dışı allanır pullanır, süslü ziynetlerle donatılır, halhal, bilezik, küpelerle bezenir ve erkeğin iştahına sunulurken, kadının iç dünyası karartılır. Kendisine ait ne varsa paramparça edilir. Beyni çalışamaz, yüreği atamaz ve dili konuşamaz hale getirilir. Aslında yasa ve kayıt altına alınmaya karşı birçok doğal topluluk, kabile ve aşiret büyük direnişler göstermişlerdir. Bunda kendileri için bir tehlike olduğunu bilgece bir sezgiyle hissetmişlerdir. O yüzden hep kayıt dışı veya yasa dışı yaşamayı tercih etmişlerdir. Kayıt ve yasa altına almanın devlete bağlanmak anlamına geldiğini erkenden fark etmişlerdir. Yasa dışı yaşamak özgürce yaşamaktır. Ne kadar çok kayıt ve yasa altına alma varsa, bu o kadar çok devletin esareti altına girme vardır. Başka bir ifadeyle ne kadar çok hukuk, hudut ve kayıt, o kadar az ahlak, toplum ve özgürlük anlamına gelmektedir. O kadar geçmişe gitmeye bile gerek yoktur. Bundan elli yıl öncesine kadar Kürdistan’da ve muhtemelen kapitalist modernitenin yayılmadığı tüm kırsal ve köy toplumsallıklarında önemli oranda devlet dışı bir yaşam hüküm sürmekteydi. Devletin kurumlarına ve hukukuna ihtiyaç duymadan ve ona başvurmadan kendi toplumsal yaşamlarını demokratik bir tarzda sürdürmüşlerdir. Kendi sorunlarını kendi içlerinde ve ahlaki ölçülerle çözme gücünü göstermişlerdir. Son dönemlere kadar kendilerini nüfus dairesine kaydetmek istemeyen birçok aile ve topluluk vardır. Nüfusa kayıt olmakla devlete karşı birçok sorumluluk altına girme ve birçok hizmet ve zorunluluğa mahkum olma anlamına geldiğini biliyorlardı. Bu görevlerin başında devlete yıllarca askerlik yapmak ve bitmek bilmez savaşlara katılmak, devlet adına ölmek ve öldürmek gelmektedir. Yine vergi vermekle hükümlü olmak demektir. Bir kuşak öncesine kadar Kürt köylüsü işlediği toprağı bile kendi üzerine kaydetme ihtiyacı duymamış ve tapusunu almaya yanaşmamıştır. Kürtçe deyimle “Tapu tep in” denirdi. Yani tapu tuzaktır anlamına gelmektedir. Devletin birey ve topluluğu kayıt ve hukuk altına almanın bir yolu olarak görülmekteydi. Kürt köylüsü toprağın kapitalist bir meta haline gelmediği o dönemlerde fazladan toprağa ihtiyaç duymuyordu. Elde edilecek ürün piyasaya sürülüp sermaye ve kar haline getirilmiyordu. Her aile yıllık ihtiyaçları için ve yıllık ihtiyaçları kadar ekim yapıyordu. Bunun için de bir parça toprak ekmek ihtiyaçlarını karşılıyordu. Kapitalist aç gözlülük olmadığı için de ekstradan tüm topraklara sahip olma veya kendi tasarrufuna alma anlamsız geliyordu. Böyle olunca da topraklarının tapusunu almaya gerek duyulmuyordu. Toplumun bu oyunu görmesi ve bu tuzağa düşmemesi anlamlıdır. ORHAN KENDAL |
YORUM GÖNDER