APOCU MİLİTAN KİŞİLİK (49.BÖLÜM)
POLİTİKLEŞMEK YÜCELMEK VE ÖZGÜRLEŞMEKTİR
Kaybettirenler, kaybettirmeye devam ederler, esasta biz de kazanma üzerine rolümüzü oynamaya devam edeceğiz. Artık şikayet etmemeniz gerekir. Kaldı ki bu süreçte sözlerin anlamını da muazzam çözmeye çalıştık. Çözerken, niteliğinizi ortaya koyarken çok öfkelensek bile, şikayet etmek fazla gerçekçi olmaz, çünkü bu kadarsınız, bunu da bilmek gerekir. Yine de esastan geçirmeye çalışacağız. “Alem utansın, tarih utansın” derler ama, siz kendiniz utanın. Biz yine de alnınızı ağartacak işleri yapmaya devam edeceğiz. Çok zayıfsanız, kendinizi doğru dürüst saygıdeğer kılmayı bilemiyorsanız, anlamaktan bile acizseniz, utanması gereken ben değil, siz olursunuz. Şikayet etmeye hiç hakkımız yok. Şikayet etmek ayrı, öfke duymak ayrıdır. Bizim yaklaşımlarımız öfkeli olmakla birlikte, çözümü daha derinden yaşama iddiasını esas almaktadır. Bir insan neden kendini geliştiremez? Neden en temel kişilik, ulusallık, sosyal, siyasal gelişme haklarını kullanamaz? Neden her türlü haktan, gelişmeden imkandan, olanaktan yoksun kalıyor? Çözümlemeler aslında bunu da önemli oranda açığa çıkardı ve bunun bir kader olmadığını belirlemeye oldukça önem verdik. Hatta kendimde bile gerçekleştirdiğim en önemli husus kendime, sen gelişebilirsin, sen kendini geliştirebilirsin dememdir. Bunun ispatı çok iyi bir öneme haizdir. Başkası ne yaparsa yapsın, gelişmekten ne kadar alıkoyarsa koysun, onu kendi kişiliğimizde ispatlamamız büyük öneme haizdir. Sizin dönüştürüp değiştirmediğiniz kişiliğiniz, ilk elden sizi ilgilendirir. Politikleşmek istiyorsunuz, askerileşmek istiyorsunuz, ama tüm bunlarla dalga geçiyorsunuz. Bu yaklaşımla tabii ki çevreye de zarar verirsiniz, ama zararın fazlasını da herhalde kendiniz görürsünüz.
Sınıf mücadelesi dedik, ama bu düzeyde bir yoğunluk hiç aklımıza gelmedi. Yani neredeyse kılcal damarlarına kadar incelemekle karşı karşıya geldik, sınıf mücadelesinin kılcal damarlarıyla uğraşıyoruz. Utanmadan, hemen herkes kalkıyor, “tıkandım, geriledim, gelişemiyorum” diyor. En önemlisi de rahatlıkla görev diye belleyip yapacağı birçok işi görmezlikten geliyor veya hiç de geliştirici bir öğe olmadığı halde, kendini çok geliştirici olduğuna inandırıyor. Tüm bunlar ikiyüzlülüğü ifade eder. Yalanın kaynağı da bu tutumda gizlidir. Fırsatım olsaydı, yalan üzerine bir roman bile yazabilirdim. Bizde yalancı kişilik, yalancı sözler, yalancı duygular, yalancı hemen her şey çok etkili. Doğru olabilmek, anladığınız anlamda da değildir. Doğru olabilmek, güçlü olabilmekten geçer. Güçlü olmasını bilmeyenler, asla doğru olamazlar; doğru olamayanlar da asla yalancı olmaktan kurtulamazlar. Diğer anlamda da, kendini kandıranlar topluluğu, yanılgılı olanlar topluluğu olmaktan kurtaramazlar. Bunlarla nasıl mücadele edeceğiz? Saflarımızdaki gırtlağına kadar zavallılık, daha da altını kazarsak olmadığı halde kendini olduğu gibi sanmak, yapamadığı halde yapabilir gibi gözükmek, başaramadığı halde başarır gibi kendini göstermek yanılgıdır, yalandır, aldanmadır, demagojidir. Bütün bunları aşmak ise militanlıktır, komutanlıktır. Bu da kimde, ne kadar var? Bütün bu konuları da kendinize sorun yapmayışınız daha da düşündürücüdür. Aylardır, yıllardır çaba harcıyorum, ama bu durumunuzu çözemiyorum. Sözünün sahibi olamayanlar, söz verip de gereklerine bir adım bile yaklaşmayanlar o kadar çok ki, hem de iyi niyetlice, neredeyse bütün yapıyı buna teşvik ediyorlar. Bütün bunlar sizin için de son derece yakıcı durumları ifade ediyor. Ben biraz daha kendimi aştıkça, neredeyse büyük bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu görüyorum. Hem de parti içinden gelen bir saldırı! Bu olacak bir şey mi? Adeta beynime, ruhuma büyük bir saldırı var. Yenilmemek yetenek, sabır ister. Sözümona savaşma adı altında günlük olarak bize kaybettirenler o kadar çok ki, oysa kendileri de yaşamın kenar çizgisinden bile geçmeden gidiyorlar.
Ama biz iddialıyız, çünkü yaşamaya söz vermişiz. Onlar ölü müdürler, diri midirler önemli değil, ama bizim için yaşam çok önemli. Bizim gibi karar veren bir kişilik, kesinlikle sonuçları sizin ele aldığınız gibi ele almaz. Zaten iddiasızlığınızın da kaynağı buradadır. Kaybetme nedenlerine bu kadar ucuz bakanlar, bu kadar kendini sorumsuz hissedenler, diğer yandan “bir şeyler yapmalıyım” deyip de yapmanın kenarından bile geçmeyenler, yine de yaşar gibi gözükenler ciddi sorunlarımızdır. Baştan beri bizim yaşadığımız çok acımasız bir hikayedir. Bu hikayeyi yaşamalı mıydık, yaşamamalı mıydık? Düşünüyorum da, en iddiasız hiçlik ortamından hikayeyi buraya kadar geliştirmek çocukluğumdan beri bir inadımdır, ama gerçekten bıktırıcılık yoktur, son derece dayatıcıdır. Sizi taşımak, sandığınızdan daha fazla direnme gücü istiyor. Kaldı ki siz bunun farkında da değilsiniz. Ben bir kişiye karşı, bir dosta karşı, hatta bir kuruma karşı biraz ağırlık olduğumu hissettiğimde, inanılmaz ölçüde kaskatı kesilirim ve çok zorunlu olmadıkça tarihin çok önemli bir eylemi veya işi için gerekli olmadıkça kendimi affetmem şurada kalsın, ağırlık olmaktan çıkarmak için olağanüstü davranırım. Ama size bakıyorum; örgütün de, kendinizin de, yoldaşlığın tüm gereklerinin de başına bela oluyorsunuz. Gerçek bir hastalık durumu burada karşımıza çıkıyor. Hastalığı geliştiren bazı kaynaklar vardır, hastalığı yayma merkezleri. Birçokları bundan rahatlık duyuyor, “kendimi biraz daha bastırayım, biraz daha yayayım” diyorlar. İşte böylesi illetler çok yakınımızda. Hastalığın kendini yayma özgürlüğünü istiyorlar! Bu durum kişiliklerinizde anlayamadığınız kadar etkin ve yaygındır. Bu noktada politik kişilik, asla bu hastalıklara düşmemek kadar, bütünüyle yücelmeyi, özgürleşmeyi sağlayan kişilik demektir. Siz ise haddiniz, hakkınız olmadığı halde tam tersine bir konumu dayatıyorsunuz.
Burada hak, hukuk, kişi özlemi üzerine bazı tahliller yapıyoruz. Onlar ise çizgimizin, ilerlememizin altını üstüne getiriyorlar. “Yapma, etme” diyoruz; onlar ise utanmaz bir biçimde, ağlamaktan, sızlanmaktan tutalım, işi komploya kadar vardırıp “alan özgürlüğü istiyorum” diyorlar. Ama gücümüz sınırlı, eğer daha gelişkin bir siyasi, askeri seviyede olsaydık, onlara daha değişik yönelmek gerekecekti. Ailenin yaramaz, şımarık, her türlü pisliğe batmış çocukları gibisiniz. Genel ailede de öyle, partiye taşırılmış ailecilikte de öyle, yani her gün ağlayarak büyümüşler. Bu noktada size ilkeyi anlattım; aile içerisinde ben de bin defa ağlamışım. Halen hatırlıyorum; utanmasızca ağlamışım. Anamın o zamanki yaklaşımını şimdi yerinde buluyorum. Sizin durumunuzla kıyaslayabilirim; hüngür hüngür ağlayarak bana böyle yaptılar, beni böyle dövdüler demiştim. Sanıyorum anam bana “Böyle bağıracağına gidip intikamını alacaksın” demişti. Şimdi düşünüyorum, bu anlamda çok iyi bir kadın. Bana ne ekmek verdi, ne de başka bir şey. Birkaç da tokat patlattı ve beni kovdu. Anamın yaklaşımı bu temeldeydi, yani bana sahip çıkmadı. Tabii ben de anadır, bana neden böyle yükleniyor diye düşünüyordum. Yaşadığım bu olay halen aklımdadır. Bunun eğitim için mükemmel bir ders olduğunu söyleyebilirim. Sanıyorum anamla aramda geçen bu konuşmamızdan kısa bir müddet sonra, intikam almaya yöneldim. Beni dövenleri ben de dövmeye başladım veya taşla başımı yaranların başını ben de taşla yaralamaya yöneldim ve iki, üç eylemi de başarıyla yaptım. Birisi damın başındayken bana vurdu, onu biraz kovaladım. Birisi yine tarladayken yönelmişti, ben de onu evine kadar kovaladım. Böyle bir hikayeyi halen hatırlıyorum. Şunu demeye getiriyorum; bu hikayeyi sizin yaptığınızla karşılaştırdığımda aynı olay. Aslında siz de bağırıyorsunuz.
Bütün davranışlarınız bana bu hikayeyi hatırlatıyor. O zaman küçük bir çocuk olmama rağmen, fazla ısrar etmeyerek ters bir yaklaşımla dersimi aldım. Diğer bazı dersler daha vardı. Örneğin bağırıp çağırarak ekmek istiyordum, anam da kendi koşullarında bana ekmek vermiyordu. Onun ekmek vermemesi beni doğal olarak ekmeği yaratıcı bir eylemle elde etmeye götürdü. Daha küçük yaşta içerisine girmiş olduğum bu tutumlar yüzünden anam bana “Böyle ekmek isteyeceğine kendi çabanla yüklen, ekmeğini kazan” demişti. Şimdi sizin iktidar tutkularınıza, yaşam endişelerinize bakıyorum. Bunlara ne kadar yönelsem de siz yine de onları istersiniz. Bu durumunuz sömürgeciliğin kapısında ağlayan halkımızın durumuna benziyor. PKK‟nin kapısına gelip ağlayarak ısrarla sizi yaşatmasını istiyorsunuz, olmazsa da “ölmüşüz” diyorsunuz. Bu, yanılgılarla dolu değişik bir yenilgi, değişik bir kölelik durumunu ifade ediyor. Bunun içerisinde bilinçlik de var, iyi niyet de var, ama kötü niyetler de az değil; yaramazlıklar da, lümpenizm de söz konusudur. Kendinizi ağa, bey gibi görüyorsunuz veya otuz, otuz beş yaşındaki bebekler gibisiniz. Şimdi bütün bunlarla uğraşıyoruz. Kaldı ki ben, dersimi böyle aldıktan sonra bir daha bu tür yaklaşımlara girmedim. Hatta bir ders daha vardı. Hali vakti yerinde olanın üzüm bağından, fıstığından, bostanından bir, iki şey almaya çalışıyordum. Bana yöneldiklerinde, tokadı patlattıklarında, nasıl bir daha kolay yakalanmamam gerektiğini düşündüm. Beni tutarlarsa, dayak atarlarsa haklı olduklarını düşünerek çalmanın bile bir kanunu vardır sonucuna vardım. Kendi kendime, hem çalıp, hem de şikayet etmek olur mu; çalacaksan zenginden veya şundan tam çalmayı bileceksin ve asla yakalanmayacaksın, aksi halde çalmayı bırakacaksın dedim. Buna benzer birçok ders çıkardım. Daha ilkokuldan itibaren bu konuda mükemmeldim. Hemen hemen bütün derslerde; hem okuma derslerinde, hem yaşam derslerinde kusursuzdum. Şimdiye kadar da kimse bana “bu, dersini alamadı” diyemez.
En önemli bir özelliğim de, en küçük ilişkilerimde bile ağırlık yarattığımda, inanılmaz bir çabayla onu hissettirmemek, Önderlik çabalarını ne kadar kaldırabiliyorsa, öyle olabilmesi için olağanüstü davranabilmekti. Bu bir terbiye meselesidir. Sizin böyle bir terbiyeyi yaşamanız için bambaşka bir dönem gerekli, bu da mümkün değildir. Gerçeklik veya orijinalite bu kadardır, ama yine de terbiye etmede ısrarlı olmak gerekiyor. Şikayet etmemek, boyun eğmemek, uzlaşmamak ve direnmek gerekir. Üzerinizde böyle durmaya devam edeceğiz. Fakat bunları belirtirken, yine de herkes kendi gerçekliğini konuşturacak. Benim burada söylemek istediğim, “aynı ideolojik, siyasi, örgütsel hattı temsil ediyoruz, ona bağlıyız” diyenleredir. Bunlar, bu sözün ne anlama geldiğini bilmek zorundadırlar. Sizler için bu anlamda politika üretmeye çalışıyorum. Kendi halime bakıyorum, size bakıyorum; acaba sizin için gerçekten bir bela mıyız veya siz ne kadar belasınız? Gerçi TC bizi bir bela olarak görüyor, acaba sizin için de bir bela mıyız, siz de mi öyle görüyorsunuz? Kendimizi bela olmaktan nasıl çıkaracağız, bilinçli hareketimizin içinde bu durumları nasıl önleyeceğiz? Siz de, “biz dört dörtlüğüz” diyemezsiniz. Dört dörtlüksen adama “yaptığın işe bak” derler, dört dörtlüksen “düşman karşısında kaç paralıksın” derler; “lafla güzellik olmaz” derler. Lafla beyliğin de, ağalığın da olmadığını çok iyi biliyoruz. Zor bela bazı imkanları ortaya çıkarıp yönlendirmeye çalışıyoruz. Bunu istismar etmenin, bunu ucuz kullanmanın yiğitlikle bir ilgisi söz konusu değildir. Ama yine de işleri denetleyebilmeli ve çok geç de olsa sizlerle ustaca uğraşmayı bilmeliyiz. Umudu kaybetmek en kötüsüdür. Bana göre kendimde gördüğüm en önemli şey de; kendini, hem de en büyüğüne kadar değiştirebilirsin yaklaşımıdır.
Ülkemiz koşullarında kış genelde, “yaz yorgunluğu, yerini bir uyku haline terk etti” şeklinde değerlendirilir ve bu süreçte yoğunca ucuz sohbetçilik, köylülük yaşanır. Ama bizde bu anlamda ele alınamaz. Biz, tarihi olarak önümüzdeki süreci her zaman olduğu gibi büyük görmek zorundayız; birçok gelişmenin kuluçkası halinde değerlendirmeliyiz. Olası birçok gelişmeyi bu kışın atmosferinde veya bu kışın hazırlıkları içinde kuluçkaya yatırarak, hamle döneminde olması gereken bir biçimde daha sıcak bir yılı yaşatmayı bilmeliyiz. Öyle gözüküyor ki, uzun süredir büyük bir mücadeleyle yürütülmekte olan ideolojik, siyasi çizgimizi örgüt ve pratik yaşam anlayışımızla keskinleştireceğiz. En azından bu kadar zarar veren kişinin her türlü tutum ve davranışını en az düzeye indirgeyeceğiz. Artık çizgiye gelememe, yaşama gelememe gibi yaklaşımlara son vereceğiz. Bunlar belki size düz bir anlatım gibi gelebilir. Ama alınan günlük haberlere bakalım; havalar biraz soğudu diye bilmem “bir grubumuz şu köyde, bu köyde imha oldu” deniliyor. Düşman köye sızıyor ve hepsini imha ediyor. İşte Kürt‟ün kış uykusu biraz böyledir ve yeni sürecin başlangıcını böyle bir darbeyle karşılarlar. Sürekli büyük bir öfkeyle köylü yaşamına, ev yaşamına giren kuralsızlardan bahsediyoruz, siz belki yadırgadınız, ama görüldüğü gibi onlar düşmanı mutlu eden yaşam tarzına kapıldılar. Geçmişte belki böyle binlerce gafil avlanma yaşanmıştır. Her eyaletimizde bu arkadaşlar en azından yüzlerce kayıp vermemize neden oldular. Bir sıcak çay, bir sigara, sözümona “rahat yaşam biçimi” dediler. Tabii yüzyıllardır bu yaşama çekilen kişiliklerin, en son ağanın kapısında, devletin kapısında kaç paralık kişilikler olduklarını biliyoruz, ama hiç olmazsa bizim saflara ulaştıktan sonra bunu yapmasınlar. Evi de ev olsa, köyü de köy olsa gam yemezdik.
İnsanlar neden bu kadar düşkün? “Saflarımızda çizginin çok ötesindeki kişilikler” diyeceksiniz. Doğru, işte bu kişilikler çizginin çok dışında yaşıyorlar. Hem de bir köyün içerisinde kendini gafilce bey gibi gören kişiler. Tamam o da anlaşılırdır; hepsi de kaybettikleri beyliklerini PKK içinde yeniden yaşamak istiyorlar. Zaten herkes bizde biraz da bey gibidir, herkes bu beyliği PKK‟de yakalamak istiyor. Nedir onun ölçüsü? Bir köye gidip ağa gibi kurulacaksın, “bir gün paşalık yeter bize” diyeceksin. Maalesef bunu diyenler çoktur. Bunlar hayalle veya bir günlük paşalık içinde kendilerini tatmin edebilirler, fakat biz bunu kabul edemeyiz. Düşünün, bu kişiliklerdeki yaşam yirmi dört saatle sınırlıdır. Bana göre yirmi dört saatle de değil, bir anla sınırlıdır veya onun yaşanıp yaşanmadığı da belli değildir. Onlar bilinçsiz arkadaşlar değil, ortaya çıkan durumlar bilinçsizce yapılan şeyler değil, bu bir felsefedir, farklı bir yaşam anlayışıdır. Direnmesi de, teslimiyeti de öyledir, ölmesi de öyledir. Bunlara çok üzülüyorum. Aynı durumu hepiniz ifade ediyorsunuz. Yaşamınızı izlediğimde bundan başka bir sonuç çıkaramıyorum. Kendi öykümü, size boşuna anlatmadım. Köyden kopuşu mutlaka doğru anlamalısınız. Biraz saygılı olabilseydiniz de bu hikayeyi doğru anlayabilseydiniz. Kopmuşum, sanki yüreğim parçalanıyor dedim ve iki gözüm iki çeşme oradan ayrıldım. Ama güzel kopmuşum, öyle anlaşılıyor ki, bu kopuş önemli bir ilerlemeymiş. Yine aileden kopmuşum, hem de adeta intikam alırcasına kopmuşum. Aslında bunu da iyi anlamak gerekiyor. Saldır aileye, parayı al, ondan sonra büyük bir hayıfla aileden çık, babadan kop, tüm aileden kop, bütün köyden kop! Oysa siz aileye, ailenin herhangi bir özelliğine tapıyorsunuz, köye tapıyorsunuz. Gidip basit bir lojistik için, bir lafazanlık için canınızdan oluyorsunuz. Köycülük; köyde evlerde oturmak değildir, yaşamımızın tümü köycülüktür. Dağda da olabilirsiniz, ama köycülük yaparsınız. Haftanin savaşında, Xankurke savaşında bu köycülük anlayışı nedeniyle bu kadar kayıp ve imhayla yüz yüze geldik. Başını koparsan da onu, bir yere yığılmaktan kurtaramıyorsun.
Fakat dağda biraz elverişli bir biçimde konumlansa hiçbir şey olmayacak. Aslında köyde, kente çalışma yapılmaz demiyorum. Onların da yeri var, ama işin esasına ilişkin olarak da, düşmanın ulaşamayacağı alanı yaratmadan, rahatlıkla düşmanın imhasına uğrayabilecek bir yerde, bir ilişki tarzında ısrar köycülüktür, yerleşik düzenin boyun eğmeciliğidir ve bu da hepinizde yüzde yüz egemen olan anlayıştır. Değerlendirmeme başlarken, “yalancılar” diye bir söz sarf ettim. Bu gerçekten de var. Örneğin, küçük bir alışkanlığını kolay kolay bırakmayanlar o kadar çok ki. Ben size sigarayı bırakın demiyorum, fakat bıraktırmayı deniyorum. Benim de öyle alışkanlıklarım var, ama sık sık değiştiriyorum. Alışkanlıkların esiri olmak çok tehlikelidir. Bir alışkanlık gücünü kendinde kırmak, kendini her an en farklı olanı da yapabilir düzeyde tutmak, yaratıcı bir önderlik gereğidir. Ama bizimkilerin başını da koparsan bir alışkanlıktan, örneğin bir sigaradan koparamazsın. Bir ara denedim, bir ay sigara yasağını koydum, neredeyse herkes isyan edecekti. İşte bu anlayış daha sonra kendini ilkel ilişkilerde, dağda köycü ilişkiler ortamında tuttu. Kendilerine kalsaydı bütün partimizi silip süpüreceklerdi. Dilinizdeki, yüreğinizdeki her şey yerleşikliğe, düzene bağlanıştır. Düşman bizi başka yerde vurmuyor. Bizim tarihi gerçeğimiz şunu söyler; dağların doruklarındaysan, özgür kalabilirsin! Bu ilkeyle çelişen de yıkılır. Biz savaşın tarzını dağlarda yaymak istiyoruz. Zaten var olacak olan da, tamamen bu ilkeye bağlı olarak varolacaktır. Her gün bu ilke çiğneniyor. Neden? Dersim‟in kocaman Pülümür dağları, mağaraları, kayalıkları var ki, düşman içine adımını bile atamaz. Ama sen hepsini bırakacaksın, boşaltılmış bir köy evine gireceksin, orada yemek yapacaksın ve düşman gelip seni orada vuracak. İnsanın kendi kendine bir kastı yoksa, kini yoksa niye böyle yapsın? Ama onu oraya çeken bir anlayış var. Bu tür anlayışlar çok yerde yaşandı ve halen de yaygındır. Günlük olarak gelen haberlerde; “köye birim yolladık” diyorlar. Köye birim yollayarak ne yapmak istiyorsun? Kimlerin bize ne dayattığını ben hissediyorum.
Halbuki benim evden kopuş tarzım köklüdür. O gün bu gündür ben, dakikalık bile olsa bir köy yaşamına tenezzül etmem. Dikkat edin, benim kendime biçtiğim fazla bir yaşam da yok, ama bana göre sizinki düşkünce bir yaşam! Ne ailesine, ne oğluna, ne kızına, ne bebesine, ne çoluk çocuğuna tenezzül etmem, merhaba bile vermem. Sadece şunun için ilgilenirim; “senin yüceltilmeye ihtiyacın var” derim, o kadar. Bunun dışında metelik kadar değer vermem. Ama siz tapıyorsunuz, dolayısıyla fazla nitelikli kişilikler gelişmiyor. Bu, küçük burjuva yaşam için daha da geçerli bir durumdur, kent için de böyledir. İlişkileriniz sığ, ilişkileriniz düşkünce; bu açıdan dağda dayanamıyorsunuz. Kenti, köyü, birbirinizi özlüyorsunuz. Burada da her gün resmiyet, askeri yaklaşım dememize rağmen siz ahbap çavuşluk yapıyorsunuz. Ben sizi suçlamıyorum. İnsan arkadaşını, dostunu her gün de görmek ister, fakat sizi siyasileştirmek zorundayız. Siyasileşmeye inanıyor musunuz? Bir amacımız da odur. Askerileşmek zorundayız, ona inanıyor musunuz? Ama lafla değil. Bir çoğunuz benim karşımda dört dörtlük askersiniz, fakat arkamı döndüğümde kendinizi yaşıyorsunuz. Bu büyük bir yalan değil de nedir? Yalanın romanını geliştireyim dediğim nokta da budur. Yalandan; yalancı, sahte, yüzeysel ve dar bir yaşamdan uzaklaşma, kopma gücünüz yok. Bu gücünüz olmadığı için grubu bir köye götürür, bir takımı bir odaya koyar sonuçta imhaya kadar vardırırsınız. Bu, ihanet kadar tehlikelidir. Böylesi olaylar bir değil, binlerce defa yaşanmıştır ve bunlar bir ulusun kaderiyle oynamadır. Hemen her sahada bu tür durumlar yaşanıyor. Kendinize sormalısınız, hanginiz bunun dışındasınız? “Eğitildik, hazırız” diyorsunuz. Acaba yalancılıktan kendinizi kurtarabilecek misiniz? Bu yiğitlik var mı sizde? Çok iyi biliyorum ki, biraz anlasanız bile yine de bildiğinizi okursunuz, bildiğinizi okumaya devam edersiniz.
Böylesi bir yaşama karşı savaşmak için sizden çok büyük çaba istemiştim. İlk isyan, halk savaşı üzerine yaptığımız değerlendirmelerde bunları dile getirdim ve kendi yaşamımda bunu çözümledim. Ama siz doğru anlamaya yanaşmıyorsunuz. Terbiye almayan çocuğa benziyorsunuz. Ben ağlarken anamın bana nasıl yüklendiğini anlattım. Ben dersimi iki üç dayaktan, iki üç azarlamadan sonra aldım. Ama siz bunca yaşanandan ders çıkaramıyorsunuz. Neden? Keşke benim anam gibi sizin de bir ananız olsaydı. Ama ananız sizi el bebek, gül bebek, yumuşacık pamuk içinde, “benim oğlum büyür, paşa olur” edebiyatla büyütmüş. Dolayısıyla kolay kolay ıslah olamıyorsunuz. Islah olmak zorundasınız, başka çareniz yok, çünkü karşınızda düşman var. Neyle ıslah olacaksınız? Neyle gelişeceksiniz? Mutlaka kendiniz için bir çare bulmalısınız. Ben arkadaşımı yaşatmak için en kapsamlı çalışmaları yapan biriyim. Ama siz benimle her şeyi yapamazsınız; bana bir iki gün dayanarak, hatta bizim yarattığımız partiye tümden dayanarak kendinizi kurtaramazsınız. Sizi kim yaşatacak? Nereye kaçacaksınız? “Birbirimizi tüketiriz” derseniz, tüketin bakalım, nereye kadar? Bahsettiğiniz, her gün karşımıza çıkarttığınız yaşam nereye götürür? Mertlik yok, gelişme yok, sıkışıklık var. “Sıkışmadık” diyen bir kişi var mı içinizde, “darlığa düşmekten kendimi alıkoydum” diyecek hakikatli bir kişi var mı? “Yaşamın gücüyüm” diyecek bir kişi var mı? Bastırmayan, çizginin dışında kendini dayatmayan var mı? Çizginin gereklerine hakkıyla cevap veren var mı? Eğer bunlar yoksa, olan nedir? Böyle olamıyorsanız, kendi tanımınızı kendiniz yapın. Kolay adam olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Bana göre böyle bir kişiyi adam yerine koymamak gerekir. O
açıdan “insana böyle yaklaşılır mı, bizim gibi erkeklere, bizim gibi kızlara böyle yaklaşılır mı”diyorsunuz.
Ben böyle erkek, böyle kız kabul etmiyorum, böylelerini insan yerine koymam. İnsan yerine koymadığım için de doğru yaşam hakkınız olduğuna inanmıyorum. Hak sahibi olabilmek için önce insan olmak gerekir. Saygıya layık olabilmek için önce insan olabilmek gerekir. Bu da, kendini en azından çizgi dahilinde başarılı tutabilen bir seviyede seyrettirmekle mümkün. Böyle olmazsanız, sizi insan yerine koymam, size iyi bir erkek, iyi bir kız demem. Kendime bile kolay kolay tanımadığım bir şansı neden size tanıyayım? Allah‟ın zavallısısınız, elinizden fazla bir şey gelmiyor. Nasıl gelişeceksiniz? Herkes bildiğini okusun, herkes herkese bir yalanı dayatsın, herkes bir hastalığı dayatsın; bu kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük olur. Örnekler ortada, acımasız, yürek dağıtır bir biçimde kim kime yüktür? Buna hiç birinizin hakkı var mı? Hem yürekli olduğunu söylüyorsun, hem de bu tür tutumlar içerisine giriyorsun, bazı alçaklar da iki de bir ağlıyor; timsah göz yaşları! Vicdanlı olsa, yüreğini halkı için, yoldaşları için onların esenliği, sağlığı için çalıştırır. Kendini onun için işe koşturur ve başarılı olur. Ama ağlayanlara, sızlayanlara bakın; onlar kendilerine ağlıyor. Aslında bireyci bir amacı var, kendi kişiliğinde zaptetmek istediği bir şey var, elinden alındığı için ağlıyor. Ağlamaların hepsi yalan ve bireycidir. Görüldüğü gibi, neredeyse tam bir roman konusu olacağız, insan davranışlarının derinliğine veya sınıfsal mücadelenin kılcal damarlarına kadar indik mi böyle oluyor. Bunun altından nasıl çıkacağım? Dikkat ederseniz, bunların nedeni ben değilim. En azından bir yoldaş olarak, hemen hemen herkesle dengede, uyumlu çalışmaya da varım. Ama kendinize bakın, buna verdiğiniz karşılık hangi seviyededir, en kötüsü de zavallısınız. Tabii, öyle kendini kasıtlı örgüte dayatan olamaz, esasta fazla yetenek arz edemiyorsunuz. Zaaflısınız, başarısız, mecalsiz ve çaresizsiniz.
Devrimcilik tamamen bunlara zıttır. Devrimcilik çaredir, iktidardır. Devrimcilik, tuttuğunu koparmadır, savaşın ilmidir. Bunlar sizde yok. Bol bol ağlıyor, bol bol dövünüyorsunuz, ben bunu önlemek istiyorum. Hiç olmazsa benim yedi yaşındaki çocukluk halim kadar kendinize gelin ve bu ağlamayı durdurun. Karşı hamleye yönelin, düşmanınızı, yenilgiyi ağlatmayı bilin ve bu temelde kendinizi biraz güldürün. Sanırım yaptığımız çözümlemeler tarihi açıdan da partimizin gerçeğinde ağlamayı, yine yalanı da biraz durduracağa benziyor. Bu yavaş da olsa biraz doğruya getirecek. Sınırlı da olsa, doğruların egemen olma şansı var. Tesellimiz biraz da budur. Aslında benim öfkelerimi anlamak isteseniz, bu anlayışsızlıklara, yalanlara, düşkünlüklere son verirsiniz. Ben sizin gibi ahlı vahlı değil; bir ah değil, bin ah değil, her şeyi hücrelerime kadar yaşarım. Ama sizin gibi kocakarılık da etmem, asla ağlamam ve her sorunuma bir çözüm yolu bulurum. TC şimdi yoğun bir şekilde üzerimize gelirken, ben ona karşı hiç istifimi bozmadan yaşıyorum ve kendimi yitirmemişim. Çünkü savaşımımız dünya uğrunadır. TC kendini yitirmiş, kıyamet koparıyor, her türlü saygısızlığı yapıyor; savaşın tüm yasalarının gereklerini bir tarafa atarak çok özel veya en insanlık dışı bir savaşım yürütüyor. Kendini mücadeleye hazırlayan kişi biraz bunu karşılamasını bilmelidir. Sizin parti içi sorunlar karşısındaki durumunuza bakalım; küçük bir sorun bile sizi ne hale getiriyor. Ama bizim için bin bir sorun var. Bunların karşısında biz nasıl geniş duruyoruz? Sorumlu, yakıcı, çare bulan, sabır, inat, emek... Belki siz bunları da görmek istemezsiniz, ama o şımarık çocuk dediğim, ağlayarak anasından mama isteyen ve böyle büyüyen bebek derken bunu kastediyorum. Ağlamışsınız, meme ağzınıza girmiş. İşte şartlanma budur. Şimdi bunu politikada da deniyorsunuz. “Ne kadar ağlarsam, meme o kadar ağzımıza girer” diyerek ucuz yaşarsınız, yetişme tarzınız böyle.
O açıdan da kendi yaşamımı, pratiğimi anlatmalıyım. Benim anamla ilişkilerim böyle olmamıştı. Ağladığımda ağzıma meme aldığımı hiç hatırlamıyorum, hatta hiç istemedim. Bu güzel bir şey, ama sizinki bunun tam tersi. Siz “ağlayayım da, ona göre birisi bana bir şey versin” diyorsunuz. Ben bir, iki defa ağlamayı denedim, fakat sonra bir baktım ki ayıp, öyle fazla bir şey veren de yok ve o tür ağlamayı bıraktım. Sizin bütün hareketleriniz bana ağlamayı çağrıştırıyor ve işleri de ele alış tarzınızda hep ağlama var. Bunu bir politika haline getirmişsiniz. Ama bizim tarzımızda bu, politika yapmanın doğru bir biçimi değil. O ağlayış tarzının sizi nereye götüreceği biliniyor. Bu toplumsal, ulusal bir özelliktir. Bunun emperyalizmle ilişkisi var, hatta tarihten kalma kalıntılarla ilişkisi var, ana baba kucağında büyüme tarzınızla ilişkisi var. Aslında bu daha da derinleştirilebilir. Bunun sonucunda siz ortaya çıkıyorsunuz. Sizi neden kolay kolay beğenmiyorum? Çünkü siz, böyle bir romanın tipisiniz, romanınız böyle gelişmiş. Bizimki, sizinkinden biraz farklı ve tabii çok ilginç. Ne yapalım, ben kendimi mi inkar edeyim, sizi mi? Ben de mi sizin gibi ağlayayım? Yalancılığa mı başlayayım? Türk Solu gibi kestirmeden Türk tipi veya Kürt tipi mi olayım? Onlarda her türlü kulluk var. Ben de onlar gibi olayım mı? Hayır, böyle bir tip olamayız. Böyle bir tip beni değil, ama sizi dile getiriyor. Bunca yıldır hazırlanmış olmalıydınız. Sözünüzün sahibi olabilmeliydiniz. Aslında ben biraz sözümü tutuyorum. Ben karşınızda hiç sızlanmıyorum, hiçbir yoldaş da, “sen bizim karşımızda ağladın, sızladın, düştün, çaresiz kaldın” diye bir şey iddia edemez. Biriniz, bunun doğruluğuna ilişkin tek bir kelime söylesin, her türlü cezaya razıyım. Ama siz, bütün hal ve hareketlerinizle bana bunu yansıtıyorsunuz.
Acaba bir şeyler anlayabildiniz mi? Hiç olmazsa bundan sonra esasa bir giriş yapalım, belirleyici olanı bir kez daha yakalayabilelim. Buna bu sefer güç getirebilecek misiniz? Nereye gidersem gideyim, hangi alanda olursam olayım, amansız bir biçimde ders veriyorum ve bıkmadan usanmadan her şeyle uğraşıyorum. Birçok eski arkadaşla günlük olarak daha fazla uğraşıyorum. Buna rağmen acaba bunların gücü iktidar savaşımına yetecek mi? Daha başka ne yapalım? Onlar böyle olduktan sonra, vay sizin halinize! Bundan sonra bebek edebiyatına son vermek istiyorum. PKK de bitebilir, ama artık eskisi gibi ağlayanı, sızlayanı dinlemek istemiyorum. Tek kalsam dahi onları elimin tersiyle bir kenara itmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Bunun için bana kendini beğenmiş diyebilirsiniz, ne derseniz deyin, hiç ciddiye almayacağım. Aslında halen kendinizdesiniz ve konuşuyorsunuz ama bunlar savaşımın bu döneminde artık bazı yerlere el ulaştırmayı gerekli kılar, önemli başarıları şart kılar. Aksi halde bir hiç olursunuz. Bu halinizle şimdiye kadar ciddiye alınmadınız, bundan sonra da alınamazsınız. Asker olmak basit değil, eğer bu işte ciddi olmak istiyorsanız, bebek özelliklerinizle kalmak istemiyorsanız, acaba sizi ne kadar yeterli bir hale getirmemiz gerekiyor ya da buna ne kadar yeterlisiniz? Bu çizginin gereklerini yerine getirebilir misiniz? Aslında ben de ne yapacağımı şaşırmışım. Olup bitenlerden siz de sorumlusunuz, hesabımız müşterek. Hepsi bana yüklenebilir mi? Hiç olmazsa bunları aşmaya benim biraz gücüm yetiyor, oysa sizin güç yetirme durumunuz da yok. Bu halinizle ne kadar iktidar olabilirsiniz? Bunlar çok önemlidir. Aksi halde adam olacak haliniz yok.
Birçok dürüst arkadaş kolay kolay devrimi bırakmaz. Ama ne kadar komuta edebileceği de tartışmalıdır. Bundan bir türlü emin olamıyoruz. Dürüstlüğüne, çabasına bir şey demiyoruz, ama komutanlık apayrı bir sanattır; koparma sanatıdır, vurma sanatıdır, sonuç alma sanatıdır. Savaşı derinleştirme ve önemli bazı savaşları kazanma sanatıdır. Ama gerçek bir komutan olunacaksa, bu temelde doğruyu görmemek, görüp de tedbirli olmamak asla düşünülemez. Kendinizi ne kadar askeri, siyasi çizginin ifadesi haline getirebildiniz? Çizgi dışılıklara karşı ne kadar başarıyla karşı koyabildiniz. Ne kadar pratik sonuç alabildiniz? Pratikle iç içesiniz, deneme kabilinden de olsa bana göre halen çok sınırlı bir başarı durumunuz var. Kaldı ki, bunda böyle başarılacak fazla iş de yok, ama siz başaramıyor veya başarmak için yaşamasını bilmiyorsunuz. Durumunuz yürekler acısı. Başarmayı bilmiyorsunuz, o halde düşmanı nasıl yeneceksiniz? Düşman, canavarca başımızda; bir tarafta kadın, bir tarafta Türkeş. Dişi kurt Asena ile erkek kurdu görüyorsunuz, her gün “Kökünü kurutacağız” diyorlar. Kökümüzü kurutacaklarmış! Zaten tarihte ne kadar çıkış olmuşsa, hep böyle kökünü kurutmaya çalışmışlardır, şimdi de sıra bizde. Kurt gibi adamlar, göbekleri şiş, tecrübeliler. Siz ise bunlar karşısında çelimsizsiniz, bunlar karşısında gücünüz ne kadar? Bazı olanakları, silahları vermeye çalıştık, ama siz kendinizi vuruyorsunuz, bu halinizle bizim için ağırlık teşkil ediyorsunuz. Bu durumda nasıl savaşacaksınız? Kaçamazsınız, ancak sizde yiğitlik, bu anlamda kof bir onur anlayışı da var. Zaten büyütülüş tarzınız çok tehlikeli. Kendinizi adam olmadığınız halde adam yerine, yiğit olmadığınız halde yiğit yerine koyuyorsunuz; iş başarmadığınız halde başarmış gibi sanıyorsunuz. Gel de insan korkmasın sizden! Ben şimdi nasıl dayanacağım, sizin karşınızda nasıl üzülmeyeyim veya öfkelenmeyeyim? Biraz vicdan sahibi olun.
Herkes kendini biraz açık, mertçe dile getirmeli. Ucuz suçlamanın hiçbir gereği yok. Ucuz suçlamaya yönelmek namertliktir, namert olmaya hiç gerek yok. İçinizde öyleleri var ki, insan yüzüne bakmak bile istemiyor. Suratlardan bin bir yalan, çaresizlik okunuyor. Nereye dokunsan çürüktür dercesine bitmişsiniz. Kastro gibi bir bünyesi olan, güvendiğim bir arkadaşım vardı. “Küçük bir delik açtın mı, kındaki suyun boşalması gibi bizde her şey gider” diyordu. O kadar olumsuzluğu etrafına yayıyordu. Bu bir yalandı, onun en büyük yalanlarından birisiydi, o da uzun süre o yalanı etkili kullanabildi. Daha sonra trajik bir biçimde intihar etti, kurşunu kendine sıktı. Bana da çok güzel bir mektup bırakmıştı, bir cümlesi vardı; tam hatırlamıyorum ama “Sesli mi ölmek istiyorum, yoksa sesli konuşmak mı” diyordu, mektubu halen bende duruyor. İlginç bir adamdı. İçindekileri anlatmaya bir türlü cesaret edemedi. Onun gibi öyle ilginç birçok insanla karşılaştım. Örneğin Avukat, gitmeden önce bana “Çabalarını gördükçe kalbime, mideme kramplar giriyor” diyordu. Büyük yalanlardan birisi de buydu. Yıllarca bu yalanla beni mi, kendisini mi aldattı bilemiyorum. Böyle birçok yalan vardı. Bunların hepsinin sicilli ajan olduklarını söyleyemeyiz, toplumsal gerçekliğin ortaya çıkardığı yalanlardır. Benim bütünüyle başarmak istediğim, kendimi asla böyle bir yalancı durumuna getirmemektir ve bütün çabam bunun içindir diyebilirim. Fakat bunlar için de korkunç çabalara; sabra, iradeye, bilinç ve taktiğe ihtiyaç var. Her şey için bunlar olmadan “doğrusun” denilemez. “Başarabilirsiniz, yarışabilirsiniz” diyemezsiniz.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN (49.BÖLÜM)
YORUM GÖNDER