SİYAJİN İLE ŞİYAR (5.BÖLÜM)
Hepimizin Birer Parçası Oralarda Kaldı;
O sabah güneş bir başka doğuyordu. Aydınlık değil de hüzün taşıyordu sanki. Isınmak için kimse duvar diplerine oturmuyor, çocuklar oyun oynamıyor, hiç bir göz kamaşmıyor, çobanın kaval ezgisine karışan gülüşmeler duyulmuyordu. Soğuk bir ürperti sardı bedenini. Hiç bir acıya benzemiyordu yaşadığı. Yüreğinden bir parça değil, sanki tüm hücreleri ölüyordu. Dün gece yaşanan şakalaşmalar, gülüşmeler ve torununa masal anlatan babası geldi aklına. Hafif bir rüzgârın esintisini hissetti yüzünde. Saçlarına uzandı elleri. İşaret parmağıyla zülüflerine biçim veriyordu. Hemen aşağılarında akan küçük deredeki suyun sesi niye duyulmuyordu. Doğa sessizliğe bu kadar derinden mi bürünecekti. Bir de insanlar niye böyle duyarsız, diyordu. Yoksa ateş yine düştüğü yeri mi yakacaktı, hem de herkesin her gün birbirinin gözlerinin içine baktığı; mavi, yeşil, kestane ve zeytuni gözlerin sırdaş olduğu bu küçücük mekânda. Mümkün müydü bu? Belki de tüm dünya böyleydi.
Uzaktan gelen belli belirsiz bir sese kulak kabarttı.” Abla, senden başka yine sen varsın” der gibiydi. Bu kendisinin sesiydi. “Benim sesim bana nasıl gelirdi” diyedüşündü. Yüreğin sesi diye buna mı derlerdi yoksa.”Gözleri dalından kopacak yaprağa ilişti. İnsan doğası da böyleydi; doğuyor, büyüyor ve ölüyordu, tıpkı gözlerini alamadığı karşıdaki yaprak gibi. Böyle kolay mı olmalıydı. Kader deyip geçilmeli miydi? Hayır, ölüme alışmamalı, kabullenmemeli, kolay söylenmemeli. Yaprağın tabiatı öyleydi, kimse onu vurup öldürmüyordu. O doğası gereği sonraki bahara hazırlanıyordu. Ya insan, ya sevdiği ve unutamadığı insanın ayrılışına ne demeliydi. Bir de ölüm yerine öldürmek gibi bir zalimlik orta yerde duruyorken, sadece ağlamak, saçlarını yolmak ve oturup sineye çekmek mi gerekiyordu. Sonra kim üzülecek, kim sevinecekti gözyaşlarına. Zaten gözpınarları aksın diye evin damı çökertilmemiş miydi? O zaman her şeye inat ayakta dik durmalıydı. Yok, olsun; doğasında kalmak daha doğruydu. Ağlamak da, düşmek de, üzülmek de, sevdiğinden ayrılmak da,canından parçaları sonsuza yolcu etmek de vardı bu hayatın bir yerlerinde. Ama ağlamak daha derinlere gömmek için yapılmalıydı, yoksa rahatlamak için değil. Buna inandı ve öyle yaptı.
Yaprak, çoktan yerlere savruldu. Yaşlar da yanaklarına doğrudamla damla inmeye başladı. Herkes görmeliydi bunu. Sebep olanlar utanmalıydı. Artık yaşlar onun en kutsal yanı oluvermişti. Güçlüydü, öyle de kalacaktı, kalmalıydı. Her acının kendince bir anlamı vardı, bunu biliyordu. Hikâyesi geldi aklına. Dağılan kardeşler, ayrılan düşler ve hayaller...
Yaşanan acının bilincinde olmanın ağırlığını öğrenmişti. Büyüklüğün, küçüklüğü büyütmek olduğunu biliyordu artık. Bildiği gibi de yaşıyordu. Kendisine kıskanç bakışlar fırlatana sabırla, güzel duygularla elini uzatıyordu. Kıskançlık nedir bilmeden yürüdü. Bu duyguya dünyasında yer vermeyecekti.Ve bilmediğini yapmayacaktı. Korkmuyordu ve korkmayacaktı. Büyüklük, büyük olmayanı anlamaktı, düşmanı dost yapabilmeydi. Hayatının vazgeçilmez insanını üzemezdi. Onlara rağmen hayatlarına giren, böylece her ikisini üzeni büyütmekti isteği. Ama bir ana çocuğunun katiline nasıl bakacak, nasıl affedecek ve her gün aynı mekânda nasıl durabilecekti? “Olsundu” diyemezdi. Ancak her büyük acının bir telafisi olamazmıydı? Zaten anlamı olan tüm ölümlerin yarattığı acı daha anlamlı bir yaşam gerekçesi için değil miydi? Yüreği büyüktü onun. İstediği huzurdu. Kocaman bir ülkede alıp başını gitmişse kavga, küçücük bir evde buna ne gerek vardı? Aslında kabullenmemeliydi ama değmezdi işte. Bu teslim olmak değildi.
Çünkü yaşamı seviyordu, gülüşünden belliydi bu. Hayatının en zor anlarında yaşam aşkıyla ayakta durmamış mıydı? Yine o duyguyla yaşama sarılacaktı. Sabretti. Doğruyu herkes görsün istiyordu. Anaydı, ablaydı, kardeşti, eşti ve en önemlisi kadındı. Bunlar az şeyler, sıradan duygular sayılmazdı, o da saymadı. İnandığı gibi oldu. Başa ne geldiyse geri düşüncelerden gelmemiş miydi? Sonra erkeğin dünyasını düşündü. Kadını kadınla savaştırmaya tanık oldu. Alın yazısı deyip geçemezdi. Sabır bazen sonu da hazırlıyordu. Ama yürekli adımlar sabır işiydi. Biliyordu ki eğer söz anlam yitimine uğramışsa adımların hızla atılması gerekiyordu. Kendini kimseden önce düşünmemişti o güne kadar, bundan sonra da düşünmeyecekti. Önce hayatını birleştirdiği sevdiği geldi aklına. Akıl en doğru yoldaşıydı. Onsuz yapmıyordu. Ve akıl sükûneti işaret ediyordu. Uzatmadı. İnandığını yaptı: Ve sonunda mutlu oldu.
Çünkü mutlu olmasını biliyordu. Bildiğini yaşamının bir parçası yapınca da yüzünde hafiften bir gülümseme belirdi. Dönemece az kaldı ki birden camdan geriye baktı. Belki de son kez dönüp baktı doğup büyüdüğü, en önemlisi de canından parçaların kopartıldığı bu topraklara. Kopmayacaktı buralardan, bunu biliyordu. İçi rahatladı. Gözleri yeniden yaşardı. Belli ki karşıki dağların gezginlerini düşünüyordu. En çok da bu güzelliklere veda ediyor olması kalbini eziyordu. Rüzgâra dayanamayıp düşen, sararan ve savrulan yaprağın yerine onlarca yeşil yaprak geldi. Belki kendisi de bir gün dönecekti, ama işte gidiyordu. Bir ülkeden kendi insanlarının olduğu başka bir ülkeye doğru yol alıyordu. İçine bir tutam hüzün düştü.
Çok geçmeden toparlandı. Hakikat günün birinde yerini bulacaktı. Küçük evinde buldu kendini. Sıra büyüğüne geldi. Ve o, büyük şehre ilk adımını attı. Bura insanı yabancısı değildi. Hepsinin de bir hikâyesi vardı. Misafir sohbetlerinde kimisi kül olmuş köyünü, kimisi de uzaklarda bıraktığı çocuğunu anlatıyor. Kimi zaman seviniyor, kimi zaman da üzülüyordu. Ama yabancılık çekmediğine sevindi. Rahatladı, ancak aklı hep doğduğu yerde kaldı. Biliyordu ki her demde de böyle olacaktı.
Tüm bunlar gözlerinde tek tek canlandı. Bir den kapı açıldı. Ve yıllar önce kucaklayıp öptüğü kardeşini görünce dayanamayıp düştü, ama gülüşü güzelliğinden bir şey kaybetmedi. Yitirdiği abisine bu kadar mı benzeyecekti kardeşi. Daha fazla dayanamadı işte. Bir anlığına küçük bacısını hatırladı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi kardeşi olarak gördüğü de telefona sarılıp soruyordu. Kardeşine bakarken hüzünle sevinç karışımı gülüşü telefonun diğer ucundaki kardeşi uzaklara götürmüştü; herşeyin başladığı yere...
Şair ne kadar da haklıydı: “Tanımadığın insanlar için öleceksin.” Çünkü tanımadıkların aslında en çok tanıdıklarındır.
Ablasının sesiyle maziye doğru yola çıkmıştı; canından bir parçayı bıraktığı ablasının memleketine, yani hepimizin birer parçasının kaldığı topraklara...
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER